Anda di halaman 1dari 218

türkler

doğu ve batı, İslam ve la iklik

DORUK
TÜRKLER
Tüm Haklan Saklıdır.

Orlllnal Adı:
Les Turcs
Türkler
Editör.
Stéphane YERASİMOS
Çevirçm
Teme! KEŞOÛLU
Yaınma Hazırlayan;
Selma KOÇAK-Derya KARAGÖZ
ISB»:
975-6557-83-4
Basım Yal Yıh:
Deniz Yıldızı Matbaası, Ankara 2006
Dizgi:
Doruk Yayımcılık
Sarfa Düzen!
Doruk Yayımcılık
Kapak Tasanm:
Doruk Yayımcılık

DORUK

İr tib a t A d re s i:
Meşrutiyet Cad. 4 2 / 1 6 Kızılay - Ari KARA
Tel: (0.312) 430 66 24
e-posta: info@dorukyayimcilik.com
Stéphane YERASIMOS

TÜRKLER
Doğu ve Batı, İslam ve Laiklik

Çeviren
Temel KEŞOÖLU

DORUK
İÇİNDEKİLER

Önsöz ..............
Stéphane Yerasimos

1. Bir Toplumun Soyağacı 13

Tie Mutlu Türk'üm Diyene!' 15


Stéphane Yerasimos

BizanslIların Türklerle hayret uyandıran ilk karşılaşmalar sonuç­


suz kalacaktır: Göktürk imparatorluğu parçalanacak ve Türk
halktan Bizans dolaylarında yeni adlar altında ortaya çıkacaktır.
Bin yıl boyunca, 20. yüzyılın şafağına dek, imparatorlukların ku­
rucuları Türkler, ulusal niteleyicilerinden vazgeçeceklerdir.

Türk Halktan 57
Louis Bazin

Balkanlar'dan Çin 'e aralarında dil benzerlikleri süren, ortak kay­


naklı efsanelerin sınırında, Türk halkları yan yana bulunuyor. İs­
lâmlaşmış yerlerde iki büyük yazılı dil gelişiyor ve bu 20. yüzyı­
lın birleşmeyi amaçlayan devrimlerine dek bir bölgeden diğerine
büyüyen değiş tokıışlaıa neden oluyor.
Türkler ve Araplar 69
tfenri Laurens

Devrimci Arap ulusçuluğu ve Türkiye Cumhuriyeti arasındaki ça­


tışmada din etkeni oldukça az önem taşır. Ankara Sovyet tehli­
kesini de seziyordu ve anti-emperyalist bir üçüncü dünyaya ait
olmayı reddediyordu.

Köylerin Açılması.............................................................79
Marcel Bazin

50'li yıllardan itibaren şehre göç yüzlerce yıllık eski bir dengeyi
bozuyor: Neredeyse başlangıçtan bu yana Türkler kendilerini
köylü olarak tanımladılar; kent ve köy arasındaki sosyo-ekono-
mik farklılaşma etnik farklılaşmayla ikiye katlanıyordu.

Göçm enler......................................................................97
Riva Kastoryano

Onlara 'sürgündekiler' deniyordu. Daha sonra 'Alamancı' oldular


ve bugün sayıları üç milyondan fazla olan "yurt dışında Türk'ü
oluşturuyorlar. Türkiye'de kullanılan terminolojinin gelişimi eko­
nomik, toplumsal ve siyasal statülerinin değiştiğini gören göç­
menler arasında derin bir gelişim anlamına geliyor.

2 . Küftür ve Modernlik 1 11

Aleviler 1 13
A lta n G ö k a lp

Üniter görünümlü Anadolu dünyasında on beş milyon vatandaşı


kapsayan bir azınlık. Alevi Şiilerin azınlığı gizleniyor. Aleviler şa­
şırttıkları kadar büyütüyorlar, Sünnî topluluk ve daha çok gele-
nekselcilerin dışlamalarıyla kendini gösteren bir düşmanlığa ne­
den oluyorlar.
lslamın Demokratik Hak Davası 127
nilüfer döle

Son on yılda devlet ve sivil toplum arasındaki ilişkiler derin bir


değişime uğradı. Demokrat, Müslüman ve modem bir gelenekle
bir bağ oluştu. Otoriter modernleşmeyi tanıyan bütün ülkelerde
olduğu gibi, laiklik ve din arasındaki gerilimler toplumu derin­
den hırpalıyor.

Modernleşmenin Yöneyi, Kadınlar ................................ 139


Şirin Tekeli

Kadının aile içindeki rolüyle buna koşut giden kapanması İslam


ve aynı zamanda Akdeniz geleneğinden geliyorsa da modernleş­
meye bağlı kavgalarda kadın merkezi bir yer tutar. Bu yüzden ka­
dın, değişim halindeki bir toplumun simgesel görüntüsü olma
eğilimindedir.

Arabeskler.....................................................................153
Tan OraI

Her yıl yüz kırk bin trafik kazası, sekiz bin ölü, elli milyon dolar
maddi zarar. Aynı zamanda, yılda satılan iki yüz milyon kasetin
yüz elli milyonu, fiyatları elli milyon doları geçen 'arabesk" mü­
zik kayıtlı. Ortak kültürün benzerlik ve çelişkileri.

3 . Değişen Tarih 157

Tarih Yaratma 159


Étienne Copeaux

İslam ve imparatorluk geçmişiyle kopmaya kararlı, kendine bir


meşruiyet bulmak zorunda olan Kemalizm, kafasında Türklerin
Orta Asya dan geldiği ve evrensel uygarlığın ataları olduğu efsa­
nesini kurdu.
Yaralı Bellek 177
Olivier Abel

Türk ulus-devleti Osmanlı imparatorluğunun diğer halklarıyla


savaşarak kuruldu. Bu tarih genelde gizlenir. Herkesin belleğine
kazınmış olsa da resmi gerçeğin önünde dile getirilmeye cesaret
edilemiyor. Peki tarih hesaplaşmadan bu ulus-devleti yerli yeri­
ne oturtmak olası mı?

Pantürk D ü şü .................................................................193
François Oeorgeon

Yalnız Araplara ve Hıristiyan Balkan halklarına hakim olmuş olan


OsmanlIların son imparatorluk düşleri Türk dünyasının birleşti­
rilmesi oldu. Düşünce SSCB'nin yarattığı boşluğa şaşırıp hayran
kaldığı için Cumhuriyetin de aklından geçiyor.

Yazarların Biyografileri 213


Önsöz
Stéphane Yerasimas

Avrupa için Türkler asırlar boyu "içimizdeki barbarlar" olarak


görülmüştür. Germenler, Normanlar ve Macarlar da Avrupa'ya başta
istilâcılar olarak gelmiş fakat sonunda entegre olmuşlardır. Araplar
da Avrupa'dan atılana dek direnç göstermişlerdir. Ruslar asimile ol­
makla dışlanmak arasında marjinal bir konumda kalmışlardır. Türk-
lerse Avrupa'nın sadece kendilerine ait bölümünde yer almıştır. Ne
inançlarını kabul ettirmeye çalışmışlar ne de Hıristiyanlığı benim se­
mişlerdir. Qüçlü oldukları zaman onlara hayranlık duyulmuş, güçten
düştüklerindeyse onlardan nefret edilmiştir. Üç yüz yıldan beri Avru­
pa'dan itile itile ancak onun uç noktasında tutunabilmiş ve "Batılılaş­
maya" karar vermişlerdir.

Avrupa'yla bu kadar uzun bir süre, böylesine çelişkili ve karı­


şık bir ilişki içinde bulunan başka bir halk bulmak çok zordur. Haset
ve hınç, büyülenme ve korkma gibi çoğu önyargılardan kaynaklanan
duygular sorunun çözümünü zorlaştırmaktadır. Türklerin sözde hata
ve sevaplarını gözden geçirip onların iyi ve kötü taraflannı ortaya çı­
kararak nesnel bir Türk-Avrupa ilişkiler tarihini yazdığımızı düşünüp
böbürlenmek boştur; çünkü bu konuda asırlardan beri binlerce eser
yazılmıştır.

Öncelikle yüzyıllardır ağızlara sakız olan, türlü çağrışımlar ya­


pan "Türk" kelimesi incelenmelidir. Türklerle Avrupa arasındaki
kavga Osmanlı İmparatorlugu'nun çöküşü ve yeni Türk devletinin
kuruluşu dönem inde giderek en kızgın noktasına gelmiştir. Bu yüz­
den yeni ve modern ülkenin kurucusu olan Atatürk, belleklerdeki
bu imgeyi silmek gayesiyle "bütün medeniyetlerin beşiği olan Orta
Asya" tezinden yola çıkarak uluslarüstü bir Türklük kavramını orta­
ya atacaktır.
Türklerin Avrupa'nın içine girmesi ve İslam'ın AvrupalI belle­
ğinde Türk'le değil yeniden Arap'la özdeşleştirilmesi bizi Türkler,
Araplar ve Batı arasındaki bu karmaşık üçlü ilişkiyi yeniden ele alma­
ya yönlendirmektedir. Avrupa'nın hasmı olan Türkler 17. yüzyılın so­
nundan beri Batılılaşmaya, yani Batıyla eşit olmaya karar vermişler­
dir. Bu Batılılaşma elbette laikleşmeyi de içeriyordu, fakat laikleşme
"kâfir" o la n B a tıyla e ş it o lm a k a n la m ın a geldiğinden bu noktada "İs­
lam'ın" üstünlüğü ilkesinden vazgeçiliyordu. Bu, Türkler ve Araplar
arasında kökten bir kopuşa yol açmış, Araplar Türkleri hakiki dinden
sapmakla suçlamışlardı. İslam'ın ya da Batının üstünlüğü arasındaki
bu çelişki süredursun, Türkler uzun süredir istemelerine rağmen Ba­
tıya yetişmekten mahrum kaldılar.
Tabloyu bu şekilde çizdikten sonra şimdi de günümüz Türk
toplumuna bir bakalım. Bu noktada gözüm üze çarpan en önemli hu­
suslardan biri çelişki ve karşıtlık dolu çok hızlı bir şehirleşme tecrü­
besine yol açan köyden kente göçün eşlik ettiği nüfus artışıdır.
Bu göç sadece ülke içine değil Avrupa ve Ortadoğu ülkelerine
doğru da olmuştur. Avrupa kapısında göçm en olarak kalan Türk,
maddi yönden iyi bir yaşamın özlemini çekerken, kültürel asimilas­
yonu ve Batının değerlerini reddetmektedir.

Bu bizi Batı dünyasının yeni h a y a le ti olan İs la m 'a götürmek­


tedir. Avrupahyla eşit olm ak isteğinden, Türk İslam'ı AvrupalInın gö­
zünde Arap İs la m 'ıy la bir değildir. Ü s t e lik Türk İslam'ı görünen Sün­
nî yüzünün ardında içinde Aleviliği de barındırmaktadır. Aieviler
komşuları olan İra n lIla rla benzer inanışta dahi olsalar, dogmacılığı
ve Sünnî İslam uygulamalarını reddedişleriyle onlardan ayrılırlar.
Aleviler modern Türkiye'de laikliğin sigortası olarak görülürler.
İnançlarını gizlem ek geleneğine sahip oldukları ve bu tür bir sayım
yapılmadığı için ta m sayılarının bilinm esine olanak yoksa d a d ü z e n ­
li birkaç milyon Alevinin varlığı bile köktendinciligin önüne çekilmiş
bir set gibidir.
İki yüzyıllık Batılılaşma deneyimi, Türk laikliği ile Arap İslam'ı
arasındaki farklılık Akdeniz'in bu yakasında topluca duyulan "İslam
tehdidi"ni göreceli kılmıştır. Saf ve katı yirmi beş yıllık laiklik deneyi­
minden sonra, 501i yıllardan itibaren İslam kamuoyunun karşı tepki­
si başlayacaktır. İnanç özgürlüğü ve hoşgörü adı altında kitlesel hak
talepleri olacaktır. Fakat iyi kötü işleyen parlamentodaki üçüncü laik
nesil kazanımlarını yitirmemek için onların önüne set çekecektir.
Türk İslam'ı yalnızca Alevi ve S ü n n i olarak değil birçok yöresel anla­
yışa göre de ayrılmaktadır. Bu yöresel İslamlıklar geniş bir algılayış
ve uygulayış yelpazesi sunmaktadırlar.
Bu bağlamda kadınlar da önem li rol oynamaktadırlar. Türk
kadınının laikliğe geçm esi hiç kuşkusuz diğer Müslüman halklardan
çok daha kısa bir sürede gerçekleşmiştir. Türk feminizmi bugün ko­
layca tslam'dan başka seçenekler arayabilecek bir konumdadır.
Gerçekten de yeni şehirleşmiş ya da geleneksel bir ortamdan çık­
mış olan kadınlar dinsel ilkeleri daha etraflıca öğrenip geleneksel
toplumun erkekleri arasına girip üniversite öğrenim i alıp, militan bir
bakış açısıyla İslam entelektüelleri olmaktadırlar. Böylece her biri
kendi felsefî kanısını ve zarif giyim kuşamını savunan militan İslam­
cılar v e militan laikler iki kutup oluşturmaktadır. Bu iki kutup Türk
toplumunun iki dinamiği olarak aynı özgürleşm e talebinde bir araya
gelmektedir.

Aslında Türklerin yerleştiği Doğu ile Batı arasında kalan bu


alandaki tüm bu çabalann özetinin kimlik arayışı olduğu söylenebilir.
Bu arayış basının bulduğu bir tâbirle; uyuşmaz olan noktaların anlam­
lı bir bütün oluşturmadan gelişigüzel bir araya getirilmesi anlamına
gelen "arabesk" kavramıyla karşılanmıştır. Ortada bir aidiyet sorunu
vardır. Hasting'in Normanlara İngiltere'nin yolunu açmasından beş yıl
sonra, 1071 yılında Malazgirt zaferiyle dokuz yüzyıl önce Alparslan'ın
Anadolu'yu Türklere açmasıyla Türklerin eline geçen bu bölge bugün
onların yurdu olmuştur. Kurbanları kendilerinin de Anadolu üzerinde
yurt hakkı talep ettiği Osmanlı lmparatorluğu'nun Hıristiyan tebaaları
olan etnik mücadelelerin ardından 1923 te ulus devlet ilân edilmiştir.
Bu çatışma kaybedende olduğu kadar kazananda da etkisini göstere­
cektir. Türklere birileri tarafından yapılan tasarruf hakkında mahrumi­
yet tehdidine başkalarınca izin verilmeyecektir. Bu soru, yanlış cevap
alma ihtimaline karşın yine de sorulmalıdır.

Ulusu oluşturmak ve onu meşru kılmak için gereken "sihir" ya­


ratılmıştı: Bütün uygarlıkların Orta Asya'dan dünyaya yayıldığını savu­
nan ve böylelikle de Türkleri dünyadaki bütün soylu ulusların atası
konumuna getiren mitsel bir anayurt arayışı. Sözün kısası, Türklerin
güneşin altında yerlerini alma istekleri Batıya asimile olma inatçılığı
olarak kalmıştır.
BİR
TOPLUMUN
SOYAÛACI
"He Mutlu
Türk'üm Diyene!"
Stephane Yerasimas

BizanslIların Türklere hayranlık duyduğu ilk karşılaşmaların­


dan sonra Türklerle irtibatlarının ardı arkası kesilmeyecektir. Gök­
türk Imparatorluğu'nun hükmü kısa sürse de Türk halkları türlü ad­
larla Bizans sınırlarında boy göstermeye devam edeceklerdir, impa­
ratorluk kurucuları olan Türklerse bundan bin yıl sonra 20. yüzyılın
başlarında ulusal niteliklerinden vazgeçeceklerdir.

921 yılında, İbn-i Fadlan İslam'ı kabul etm ek isteyen


Volga Bulgarlarının kralına Bağdat halifesinin bir elçisini götü­
rür. Karavan, Kafkaslar ve Aral denizi arasındaki steplerde yol
alırken, Ibni Fadlan günlüğüne şu satırları düşer:

"Geçen gün bir Türk'e rastladık. Sefil ve cılız görü ­


nüşlü, pis ve çirkin biriydi. O sırada aniden bastır­
mış olan yağmurdan dolayı gafil avlanmış durum­
daydık. "Durun!" diye bağırdı. Üç bin at ve beş bin
adamdan oluşan kervan durdu. "Kimse geçm eye­
cek. " Onun komutuna uyarak durduk ve ona ses­
lendik. "Fakat biz hakanın dostlarıyız." Gülmeye
başladı ve ardından cevapladı "Hakan da kim olu­
yor? Sakalına tüküreyim hakanın, bana ekm ek ve-
rin. " Ona ekmek verdik, ekm eği alıp bize döndü.
"Hadi, geçin bakalım size acıdım .1

Bu yiğitlik ve gevezelik karışımı olaydan bin yıl sonra da


özgür hatta özgürlükçü düşüncede bile, nükteyle karışık teh­
dit yüklü Türk tanımının izlerini görmek olasıdır.

Kıyamet Halklan
Ibn-i Fadlan dönemindeki Araplar Türklere pek yabancı
sayılmazlardı. Harun Reşit'in Türk eşinden olma oğlu halife
(833-842) Mutasim'in süvari takımında birçok Türk köle bu­
lunmaktaydı. Cahiz adlı yazar (d. 869) Türklerin Erdemleri ad­
lı yapıtında onların halifelik ordusunda gözlemlemiş olduğu
askeri kapasitelerini anlattı. Ama yine de 10. yüzyılın başların­
da halen İslam dünyası için belirsizliğini koruyor ve tehdit ola­
rak algılanıyorlardı. Tirmiz'de doğmuş olduğundan Tirmizı ola­
rak adlandırılan Ebu İsa Muhammed adlı din bilgini Muham-
m ed'e atfedilen bir hadise dayanarak: "Deccal'in Horasan'­
dan, yassı suratlı topluluklar arasından çıkacağını" öne sür­
mektedir.2
Mogollar bu tarihte henüz dünya arenasına çıkmamış ol­
duklarından bu hadiste kastedilen kavim açıkça Türklerdir.
Zamanın, dünyanın sonunun geldiginin uğursuz habercisi gö­
rülen Deccal ya da sahte peygamber Yahudi, Hıristiyan ve
Müslüman Yakındoğu halklarının en büyük korkusudur. Kut­
sal kitapların mitleşmiş halkları Yecüc ve Mecüc kuzeyden ge­
len istilâlarla cisimleşmiştir. Tevrat'ın (Ezechiel, 38/2) İncil'in
(Kıyamet, 20/8) ve Kuran'ın (17/94) bölümleri bu halkı "d e­
nizdeki kumlar gibi çokturlar" ve "yeryüzüne kötülük tohum­
ları ekerler" sözleriyle betimler. 923 yılında ölen Arap tarihçi
ve ansiklopedi yazarı Tabari onların soy kütüğünü açıklama
işini üstlenir:

1 ibrı-i Fadlan, Voyage c h e z les B ulgares d e la Volga (Volga BuJgarlarına Yolcu­


luk), Arapça'dan çeviren Marius Canard, Paris, Sindbad, 1988, s.43
2 Tirmizî, S a h ih , cilt IX, Kahire, 1934, s.88
Nuh'un oğlu Yafes. Gömer, Mecüc, Maday, Yavan,
Tu bal, Meşek ve Tiras'ı döller (...) Tiras'm torunla­
rı arasında Türkler ve İfazariılar vardır. (...) Ma-
day'tn çocuklarıysa Yecüc ve M ecüc'dürler. Bun­
larsa Türklerdir ve Hazarların doğusunda oturur­
lar.3

Türkler böylece Yecüc ve Mecüc'ün kuzenleri olurlar.


Yecüc ve Mecüc'ün Türklerden ayrı yerde oturuyor gösterilm e­
sinin sebebi Türklerin Yakındoğu halklarıyla gitgide daha çok
içli dışlı olmasıdır. Ama Türkiere olan güvensizlik halen sür­
mektedir. Tabari'nin kitabına düşürdüğü Peygamberin başka
bir hadisi de bu durumu göstermektedir:

Nuh 'un üç oğlu oldu Sam, Ham ve Yafes, bunların


her birinin de üçer çocuğu daha oldu. Sam dan
Araplar, A cem ler ve BizanslIlar türedi ki bunlar
hep iyilik üretirler. Yafes'ten Türkler, İslavlar, Ye­
cüc ve M ecüc doğdu; bunlardan h içbir iyi ve gü­
zellik çıkmaz. Ham'dan ise Kiptiler, Sudanlılar ve
Berberiler oldu.4

Türkler ve kıyamet halkları arasındaki bu bag Arapların


buluşu değildir. Bu inanç temelini İslam'ın doğuşundan ön ce­
ki zaman diliminden, Bizans'tan ve diğer Hıristiyan dogu halk­
larından alır. Daha 380 yılında Suriyeli aziz Ephrem "son va­
az" adlı kıyameti anlatan metninde Rusya steplerini doğudan
batıya katederek 378 yılında Tuna'yı geçen, ön Türkler olarak
kabul edilen Hunları Yecüc ve Mecüc'e benzetmektedir. Bun­
dan bir buçuk asır sonra André de Cesarée Azız Jean'm Kıya­
m et Notları adlı yapıtında "Bazıları Yecüc ve Mecüc'ün bizim
Hunlar dediğimiz kuzeyden gelen İskit kavimleri olduğunu dü­
şünmektedirler" demektedir.5 Böylece yerleşik uygarlıklarının
sürekli terör kaynağıyla uzak kuzeydeki kavimler arasında bir
ilinti oluşturulmuştur. 670 yılında, Konstantinopolis'i kuşatan
Araplara hakaret etmek için yazılmış olan Apocalypse de Pse-

3 The liis to r y o í al-Tabari, cilt 1!, New York, 1987. sy. 16-17
4 Ibid; sy. 2 i
5 Migne, P atrología G ra ecia, cilt CV1. París, 1863, sütun 416
udo-Methodios adlı eser, her zaman kıyametin habercisi ola­
rak görülmüş olan kuzey halklarının korkutucu bir tablosunu
çizmeden de duramaz.

(...) Kuzeyden gelen kavimler insan eti yerler, vah­


şi hayvanların kanını su gibi içerler. Yılan, akrep
gibi ne kadar iğrenç, toprak üstünde sürünen hay­
van varsa bunları ve hayvan leşlerini yerler. Yeni
doğmuş bebekleri öldürüp, onları annelerine su­
nar; sonra da etlerini yerler. Yeryüzünü kirletip,
kokuştururlar, h iç kimse de onlara karşı gele­
m ez.6

Kuzeyin bu anlaşılmaz kavimlerine karşı duyulan iğren­


meyle karışık olan bu korku duygusu d'Agathias le Scolasti-
que (552-558) in günlüğünde yer alan saç hikâyesiyle TürkJe-
re karşı yansıtılır:

"Saçlarını hiç kesm em ek Frank krallarının adeti­


dir. Çocukluklarından sonra saçlarını hiç kesm ez­
ler ve saçlarının her örgüsü omuzlarına düşer.
Saçlarını ortadan ikiye ayırırlar. Ama onların saçla­
rı asla, kötü taranmış, kuru ve pasaklı olan Türk-
le r ve Avarlarınkine benzemez. "7

Yine 552 tarihindeki Çin günlüklerinde o günlerde Avar-


ları bozguna uğratmış olan Türkler ilk defa yer almaktadır.8
Ama zamanla Türkler uzak kuzey halkı belirsizliğinden çıkın­
ca, onlarla ilgili olarak edinilen bilgilerde bir belirginleşme ve
onlara karşı duyulan endişede de bir azalma olacaktır. Bu du­
rum, özellikle doğudaki her daim düşmanlan Acemlere karşı
Türkleri olası bir müttefik olarak gören BizanslIlar için geçerii-
dir. Böylece BizanslI tarihçiler 6. yüzyılın ikinci yarısından iti­
baren Türklerle ilgili en önemli bilgi kaynağı olacaklardır. 568
tarihinde İmparator II. Justin İran geçişinden başka bir İpek

6 Anastasios Lolos (editör), Die A p o k a ly p s e des P seud o-N eth odio s, Meisenheim
am Glan, 1976, sy. ¡3 0
7 Agathias, I, 3
8 Liu Mau-Tsai, D ie C h in e s ic h e n N a c h ric h te n fü r G e s c h ic h te d e r O st-T ürken (TU-
Küe), Wiesbaden 1958, s . 17
Yolu bulmak için Kilikyalı Zemarkhos'un yönetiminde Türkle-
re bir elçi heyeti gönderir. Maveraünnehir'e vardığında Ze-
markhos Türklerle ilk defa karşılaşır:

(...) Kendilerine ölüm cül avcılar diyen bu ırktan ba­


zıları Zemarkhos ve adamlarını çevirdiler ve sırtla­
rındaki bütün yükleri ortaya döktüler. Sonra ateş
yaktılar; İskit dilinden barbar lañar mırıldanırken
küçük çan ve kasnaklarla da gürültü etmeye başla­
dılar. Yanan otlar ve dalların üstünden atlayıp çev­
relerinde dolaşırken yavaş yavaş transa giriyor ve
böylelikle de söylediklerine göre kötü ruhları kovu-
yorlarmış. En sonunda da kendisini arıtmak için
Zemarkhos'u da ateşin üstünden geçirdiler.9

Şamanlarla olan bu karşılaşmasından sonra Zemarkhos


Türklerin büyük hakanının bulunduğu çadıra götürülecek ve
burada çok güzel izlenimler edinecektir. Bundan birkaç yıl
sonra Simocatta'lı Théophylactos günlügünde Türklerden öv­
güyle söz edecektir:

(...) Onlar en yiğit ve en kalabalık ulustur. Yeryü-


zündeki hiçbir halk büyüklükte onlarla kıyaslana-
maz. Türk ulusu en çok iki şeyiyle övünür. Hiçbir
salgın hastalığın onlarda görülm em esiyle ve ülke­
lerinde hemen hem en hiç deprem olmamasıyla.

(...) Türkler alışılmadık b ir biçim de ateşi kutsar,


hava ve suya saygı gösterir, toprağa övgüler su­
narlar. Fakat sadece ve sadece yeri ve göğü yarat­
tığına inandıkları, Tanrı adını verdiklerine secde
ederler. Onun için atlar ve koyunlar kurban eder­
ler. Tanrısal m elekelere sahip olduklarına inandık­
ları rahipleri vardır.'0

BizanslIların Türklere hayranlık duyduğu bu ilk karşılaş­


malarından sonra, Türklerle olan irtibatlarının ardı arkası ke­

9 Ménandre le Protecteur, "Excerpta de legationibus", in C. Mülier, Fragm enta


H is to ric o ru m O ro e c o ru m , cilt IV, Paris, 1851
10 Histoire d u règne de M a u ric e ( 582-602), VII, 7,8
silmeyecektir. Bu tanıklıkların yaşandığı Göktürk İmparatorlu-
gu'nun hükmü kısa sürse de, Türk halkları çeşitli adlarla Bi­
zans sınırlarında boy göstermeye devam edeceklerdir. 9. ve
10. yüzyıllarda Bizans tarihçileri için Türkler Hazar'ın kuzeyin­
den gelip Tuna ovalarına yerleşen Macarlardır. Böylece Bi­
zanslIlar tarafından Kral Geza'ya sunulan Macaristan'ın sem­
bolü olan Saint-Etienne tacının üstünde Grekçe "Türkiye'nin
sadık kralı Gheovitzas" ibaresi yer almaktadır. Macarlar bu
olayı hatırlayacaklar ve 19. yüzyılda kendi kökenlerini araştır­
mak için bir Türkoloji kürsüsü kuracaklardır.
Türkler, 11. yüzyılda yeniden BizanslIların karşısına çık­
tığında bu kez tarihçilerin yazılarında artık bu adı taşımazlar.
Bizans'ın eski düşmanları olarak görüleceklerdir. Böylece
Türklere, Acemler, İskitler, Agarenler ve Sarazenler denilecek­
tir. Oysa bu son ikisi Araplara işaret etmektedir. Düşmanı
adıyla anmayarak bir tür "şeytan çıkarma" mı yapılmaktadır?
Bu isim anmama olayı kendilerine yıkılışlarına kadar Romalı­
lar diyen BizanslIların karşılarında tek bir düşman görmek is­
tememelerinden mi kaynaklanıyordu? Türkler değişik hane­
dan ve devlet isimleri altında devamlı maske değiştirerek Bi­
zanslIların karşısına çıktığından mı onlara türlü türlü adlar ve­
riliyordu? Her hipotezin kuşkusuz bir doğruluk payı vardı. Bu
arada fark edilen bir değişiklik de Türklerin giderek Arap-ls-
lam dünyasına girmesiyle Arap dünyasındaki eski Türk imajı­
nın ağır ağır ortadan kalkmasıdır. Artık Türkleri keşfetme sıra­
sı Batıdadır.

Barbarlıktan Evrensel Devlete


Haçlı seferleri sırasında Türklerle karşılaşan Guillaume
de Tyr artık klasik olan eserinin Türkler ve Türkmenler Nasıl
Aynı Soydan ve Aynı Yerden Türediler? başlıklı 7. bölümünde
şunları söylecektir:

"Bu kitapta Türk ırkından konuştuğumuz ve sıkça


da konuşacağımız için, bence ilk olarak Bu ırk ne­
reden geliyor?', 'Neden geliyor?' ve 'Neden bu ka­
dar büyük gücü var?' diye sormak gerekir. Türkler
ve Türkmenler aynı soydan geliyorlar. Dünyaya Su­
riye'nin kuzeydoğusundan yayılmışlardır. Türkler;
kaba, eğitimsiz, ülkesiz, bulundukları belirli bir
yerleri olmayan insanlar, h içb ir zaman kentlerde,
şatolarda ikâmet etmemişlerdir, h e r zaman hay­
vanlarının otlayabileceği bir yer arayıp dururlar. Bir
yerden başka bir yere gitm ek istedikleri zaman ka­
bile kabile yola çıkarlar, h e r klan birbirine aile ba­
ğıyla bağlıdır ve adaleti gözeten bir şefleri vardır.
Bütün kötülüklere onun tarafından ceza verilir ve
onun buyrukları yerine getirilir. Bütün mallarını,
kölelerini, atlarını, öküzlerini, ineklerini ve koyun-
lannı yanlarında taşırlar; bütün zenginlikleri de iş­
te bunlardır. Toprak ekmezler, satın almak ve sat­
maktan anlamazlar çünkü paraları yoktur, hayvan­
larını, hayvanlarından elde ettikJeri peynir ve sütü
ihtiyaçlarına karşılık takas ederler. Bir yerde ko­
naklamak ve hayvan yem i ihtiyaçlarını karşılamak
durumunda kaldıkları zaman aralarındaki en bilge
kişiyi oturmak istedikleri bölgenin hakanına gön­
derip ondan oturma izni talep ederler.

Bir zamanlar böylesine sefilce ve bayağıca hay­


vanlar gib i yaşarken bu halk kırk yıldan kısa bir
zamanda büyük b ir krallığın sahibi oldu. Bu yüz­
den de öyle gururlandılar ki eski isim leri yerine
kendilerini Türk diye adlandırmaya başladılar. Es­
ki yaşam alışkanlıklarını bırakmayan diğerleriney-
se eskiden olduğu gibi bugün de Türkmen den­
m ekted ir.""

Guillaume de Tyr'm Türklerin eski adının Türkmenler ol­


duğuyla ilgisinde yanlış da olsa bu son gözlem i önemli bir ay­
rımı ortaya koymaktadır: Yerleşmiş ve göçebe Türkler. G öçe­
be Türklere Türkmen denmektedir. Türkler, Yakındoguya gel­
melerinden sonra "Türk" kelimesinden de igreneceklerdir. Kı­
sa zamanda bu kelimeye Türklerde "bayağı ve kaba", köylü ya
da göçebeyi niteleyen alaylı bir anlam yüklenecektir. Bu aşa-

1I LEstoire de Eracles Empereur et la conqueste de la Terre d'Outremer", in h is ­


to rie n s des C roisades, cilt !, s. 21-22.
gılama kime karşı yapılmıştır? Bir şehirliye, nitelikli bir Müslü-
mana ya da daha sonra bir Osmanlıya karşı mı? Böylece İm­
paratorluk kurucusu olan Türkler yaklaşık bin yıl boyunca 20.
yüzyılın başlarına kadar kendi ulusal niteliklerini yabancıların
acımasız yargılamalarına bırakacaklardır.
Oysa Batılılar için ister Selçuklu olsunlar, ister Osmanlı
olsunlar tam anlamıyla Türktürler; bu yüzden de Batı, Anado­
lu'yu çok kısa bir zaman içinde 12. yüzyıldan itibaren Türkiye
diye anacaktır. Haçlı Seferlerinin tarihçisi Guillaume de Tyr'in
ardılıysa "Bedevi denilen Arabistan Türklerinden" söz edecek­
tir.12 Böylece Türk kelimesi göçebe kelimesiyle eş anlam ka­
zanmıştır. Türkler o güne kadar Romalıların ve Hıristiyanların
elinde bulunan küçük Asya'yı elde etmişler, oradan Balkanla­
ra yayılıp Avrupa'ya çok yaklaşmışlardır. Bundan böyle Türk­
ler Avrupa'nın ortasındaki asimile olmayan rahatsız edici bar­
bar diye nitelenen eşsiz konumlarını kazanacaklar ve hakla­
rında çoğu hayal ürünü olan bir yıgm söz söylenecektir.
Venedik Dükü ve tarihçi Andren Dandolo 14. yy. in or­
talarında şöyle diyor:

"Türklerin yurdu Hazar denizinin arkasında yer


alır. K ökenleri Truva'nm baş kralı olan Troilus'un
oğlu Türk'e kadar uzanır. Bilindiği gib i Troilus,
kentinin zaptından sonra bir çok Truvalıyı da arka­
sına alıp bu bölgeye iltica etmişti. "u

Böylece Truvalılann torunu olan Türkler Avrupa'da iç


düşman statüsü kazanmışlardır, ancak şema çok karışıktır.
Daha önce de Romalılar Yunanistan'ı istilâ edip fethettiğinde
de kendilerine atalarının intikamını almaya gelen Truvalıların
torunları nitelemesi yapılmıştı. Şimdi de aynı soydan gelen
Türkler Dogu Roma İmparatorluğu na son vererek Yunanlaş-
mış Doğuyu ortadan kaldırıyorlardı. Yunanlıları yenmek. Roma
İmparatorluğu nu canlandırmak, Batıya yeniden kan getirmek,
acaba bunlar mümkün müydü?

12 H/storierıs d es C roisades, cilt 11, sy. 3


13 “Chronica Per extensum deseripta", in E. Pastorello (éd.) R erum Ita lic a ru m
S crip to re s, cilt XII, Bolonya, 1932
Diğer yazarlarsa Telamon'un oğlu, Ajax'ın erkek kardeşi
Teucer'den kaynaklanan, Romalıların atası Truvalılanri adı
olan Törk ve Türk kelimeleri arasındaki benzerlik üzerinde du­
racaklardır.14 15. yüzyılda artık iyiden iyiye büyümüş olan söy­
lentiye Konstantinopolis düşmeden önce en son tanıklık eden
kişi Katalanyalı Pero Tafur'dur. Pero Tafur, 1437-1438 kışında
düşmek üzere olan kentte ağızdan agıza yayılan cümleyi gü­
nümüze taşır. "Türkler elbette Truva'nın öcünü alacaklardır."15
Bu tümce 16. yüzyılda Osmanlı sultanlarının düşüncelerinin
Yunan tarih kayıtlarına yansımasıdır: "Türkler Yunanlılara Tru-
va'da yaptıklarını ödettiler."16 Aynı şekilde Bizans'ın çöküşüne
tanıklık eden Batılılar; 12 Aralık 1438 de yazdığı Epistola de
Crudelitate Turcorum adlı eserinde peder Bartholomee de Ja-
no, papaya kentin düştüğünü bildiren piskopos Leonard de
Chio, İtalya'ya iltica etmiş Yunanlı bilginlerden Mikhail Apos-
tolis metinlerinde "Türk" kelimesini "Törk" olarak değiştire­
rek, hiç kuşku bırakmayacak biçimde Truvalıların geri döndü­
ğünü iddia etmişlerdir.17
İstanbul'un fatihi II. Mehmet'in tarihçisi Kritovoulos'un
yazdıklarına göre bu argümanlardan Türkler de etkilenmişler­
dir. Fatih Sultan Mehmet Truva harabelerini hayranlıkla izler­
ken şunları söyler:

Allahû teâlâ uzun yıllar sonra bu kent ve sakinle­


rinin intikammı almayı bana bahşetti (...) Geçmişte
buraları Yunanlılar, MakedonyalIlar, Teselyalılar,
Pelopeneziiler kırıp geçirmişti, aradan bunca za­
man geçtikten sonra onların o dönem de ve daha
sonra sık sık haksızlık ve zulüm yaptıkları AsyalI­
ların öcünü onların torunlarını cezalandırarak al­
dım .’8

14 ‘ Itinerario di la Oran Militia a la Pavese", in H is to rie n s de s C roisa des, cilt V, sy.


658
15 A n d a n a s e v ia je s d e Fero T a fu r p o r d iv e rs a s p a rte s d e l m u n d o á v id o , Madrid.
1874, sy. 168
16 H is to ria T u rc o ru m , f 60 r.. K h ro n ik o n p e ri to n T o u rk o n S o u ita n o n k a ta to n Var-
v e rin o n e iié n ik o n k o d h ik a 111, Atina, 1957
17 Migne, P atro logía G roeca, cilt CLVIII. Kolon 923 ve devam ı; H. Noiret, Le ttre s
In é d ite s d e M ik h a il A p o s to lis (Mikhail Apostolis in Yayınlanmamış Mektupları),
Paris, 1889
18 H is to ry o f M e h m e t th e C o n q u e ro r b y K rito v o u lo s , Yunanca'dan çeviren Char­
les T. Riggs, Princeton, 1954, sy. 181-182
"İskender ve Xerxés, Kartacalı Aníbal ve Afrikalı Scipion
Pyrrlfus ve bugüne kadar gelen bin diğer hükümdar"19dan bi­
ri olma düşüncesi klasiklerle beslenmiş sultandan mı çıkmış­
tır yoksa sultanın Yunanlılardan oluşan çevresi mi ona bu ro­
lü biçmiştir? Türkler bu mirası üstlendikten sonra, Batı için
bu o kadar önemli değildir. Zamanında çokça yapılan Papa II.
Pie'nin Sultan II. Mehmet'e yazdığı sanılan düzm ece mektup­
ta da aynı uslamlama vardır. Bu durumda Belçikalı Jean Le-
maire Illustrations de Gaule et singuiaritez de Troie (dalya İl­
lüstrasyonları ve Truva'nın Eşsizliği) adlı eserinde "Türklerin
Truvalılann topraklarım gaspetmekle kalmayıp onların soylu
adına da haksızca sahip çıktığını söyleyerek" Türklerin iddi­
alarını çürütme çabasına girer.20 Sonunda Giritli Georges
Clontzas çıkar ve Türkleri "Truvalılann torunları olduklannı
düşünmek ve bunu ifade etm ekle" ve "Truva kentine sahip
oldukları için kendilerine Truvalı diyerek bununla övünmek­
le" suçlar.21
Türklerin Truvalılann soyundan geldikleri iddiası aslında
daha şaşırtıcı olan başka bir iddiaya ön hazırlık niteliği taşır.
Bu, imparatorlukla ilgili erdemlere sahip olmak ve evrensel
monarşiyi hedeflem ek gibi benzerliklerden ötürü Türklerin
Romalılarla kıyaslanmasıdır. Bu fikir Chiavelli'de de görülür:
"Bütün mal-mülk yekûnünün muhafazası açısından Roma İm-
paratorlugu'nun ardılı olmasa da en azından erdemli yaşama
gayreti içinde olan kimi uluslann bu mirası paylaştığını söyle­
yebiliriz. Bu ülkeler Fransızların imparatorluğu, Türklerin im­
paratorluğu, Mısır'daki sultanın ülkesi ve bugünkü Alman
halklarıdır.22 Diğer bir Venedikli Francesco Sansovino bu ko­
nunun daha inançlı savunucusudur. Yazarın 1560 da yayımla­
dığı Dell, Historia Univarsale de l'lorigine et im perio de, Turc-

19 1463 te Konstantinopolis e ziyaretinde Fioransalı m aceracıya dediği üzere, Be­


n edetto Dei, La C ron aca d e lla n n o 1 4 0 0 a lïa n n o 1 5 0 0 , Floransa, 1984, sy.
127-128
20 O euvres, Paris, Strecher, 1882-1885, cilt I, sy. 15
21 Spyridhon Lambros, ’ O Markianos kodhéks tou Krétos Gheorghiou Klontza" in
rie o s E llé n o m n é m o n XII (1915), sy. 42-43
22 S u r la p re m iè re d é c a d e d e Tite-Live, liv re s e c o n d (Tite-Uve in İlk Düşüşü Üze­
rine İkinci Kitap), (1520), Paris, La Pléiade, 1974, sy. 5 I i
hi (Türk İmparatorlugu'nun Kökeni ve Tarihi) adlı eseri
1654 teki bin dört yüz yetmiş altı sayfalık son halini alana ka­
dar, yedi defa basılmış ve her baskıda esere yeni metinler ilâ­
ve edilmiştir. Eserin biçemi daha ilk baskının ilk cildinin başı­
na konulan ithaf yazısından bile anlaşılmaktadır.

"¡laklarında biraz bilgi sahibi olduğum uz dünya


devletleri arasında incelenm eyi en ço k hak eden
kanımca gerek halkına olan büyük bağlılığından
gerek büyük Türk ulusunun mirasına sahip çıkma­
sından dolayı Türk hakanının ülkesidir. Bu hayran­
lık verici b ir hadisedir zira bu bağlılık sayesindedir
ki Türkler çok kısa zamanda büyük ün ve isim
yaptılar. Eger onların iç ve dış işlerini ve askeri di­
siplinlerini gözlem lersek Rom a İmparatorlugu'nun
yıkılmasından sonra Romalıların bağlılık ve itaati­
nin bu ırka geçtiğini öne sürebiliriz. "

Bundan on bir yıl sonra Venediklilerin yenilgisiyle so­


nuçlanan Lepante savaşından sonra Türkler Kıbrıs'ı fethedin­
ce Sansavino Annali Turcheschi adlı eserini yayımlayarak dü­
şüncesini açıkça ortaya koyar:

"Ordularının ve yönetim biçim lerinin düzenini


gözlem lediğim de Türk ulusunun heybeti ve gücü­
nün ne kadar incelenm esi gerektiğini görüyorum.
Zaten olan olaylar da onların kaba saba değil, de­
ğerli kişiler olduklarını ortaya koyuyor, dünüm üz
orduları içerisinde ordu disiplini ve ordu düzeni
açısından Romalılara en yakın olan ulus Türkler­
dir. Aynı onlar gib i savaşlarda zorluklara katlanır,
her türlü zorluk karşısında sabrederler; önderleri­
ne itaatkâr, fetih ve zafer konusunda inatçıdırlar.
Her türlü savaş hilesini kurnazca yapar ve zafer
kazanmak için gerekli olan ne varsa hiçbir güçlük
karşısında geri adım atmadan onu yerine getirir­
ler. Ülkenin iç huzurunu sağlamak içinse, ülkede
bozgunluk çıkaran kim varsa onun hakkından g e ­
lerek, hızla mutlak adaleti ve barışı sağlarlar. Bu
bilgilere ulaşmak için yıllarımı verdim. Onların
yaptığı büyük işleri büyük hacimli 'Türk İmpara­
torluğu'nun ve Türklerin Kökeninin Tarihi' adını
verdiğim eserimde bir araya getirdim. Umulur ki
bunu okuyan cem aatim iz durdurulamaz b ir yan­
gın gib i Hıristiyanlık dünyasını yakmak için ilerle­
yen bu ateşin nasıl doğduğunu görür ve on lan
durduracak çareyi bulur. "

Bu son cümle Sansavino'nun asıl niyetini ortaya Koy­


maktadır. Sansavino bu eseri Türklere olan hayranlığından zi­
yade, bu ilerleyişin nasıl önleneceği konusunda yurttaşlarına
yol göstermek amacıyla yazmıştır. Onun hayatı boyunca süren
bu çabası, ölümünden sonra da devam ettirilecek evrensel
bir hakimiyet kurabilecek güce sahip olarak addedilen karan­
lık bir düşmanı tanıtmak için yıllarca uğraşılacaktır. Zaten San­
savino da o asır boyunca Türklerle ilgili sürekli yazılagelmek-
te olan hiciv yazılarına, dönemin geleneksel dilini kullandığı
iki yergi yazısı katmıştır."İstikya mağaralarından çıkagelmiş
olan Türkler, Dogu toplumlarının gevşekliği, Bizans imparator­
larının iç çekişmeleri ve Batı Hıristiyanlarının anlamsız iç kav­
gaları yüzünden bu kadar ilerleyebilmişlerdir, yani kendi hata­
larımızdan (...).25
Sansavino'nun Türkler üzerine yazdığı bu iki büyük ese­
ri arasında 1566 da benzer yargılar içeren Jean Bodin'in La
Méthode de l'histoire - "Tarih yöntemi"- adlı eseri yayımlanır:

"Alman hükümdarı ne hakla kendisini Türk padi­


şahıyla kıyaslamaya cüret edebilir? Türk hüküm­
darından daha fazla "m onarque" ün van mı taşıma­
yı kim hak edebilir? (...) Eğer dünyada imparator
adı altında kutsal b ir otoriteden ya da otantik bir
monarşiden söz edilebilirse bu kuşkusuz sultan
ve ülkesidir. (...)

23 In fo rm a tio n e d i M. France sco S a n s o v in o a 's o ld a ti c h ris tia n i.... s.i.n.d. ( Vene­


dik, 1570), 20 ff.
Türklerin sultanını Roma İmparatoriuğu'nun varisi
olarak görm ek ço k doğrudur. Çünkü Bizans liıris-
tiyanlannı alt edip başkentlerini ele geçirmişler.
Acemlerden Babil yöresini zaptetmişler, (...) buna
Tuna aşağısında Boristhene kıyılarına kadar olan
eski Roma vilayetlerini eklemişlerdir ki; bu toprak­
lar imparatorluğun genel yüzölçüm ünün ön em li
bir kısmını oluşturmaktadır. "24

Bodin Sansavino gibi Venedik'te değil, Fransa'da otur­


duğu için, Sansavino kadar endişeli değildir. Venedik tehlike­
yi çok yakından hissederken, Fransa jeopolitik konumu saye­
sinde Türk İmparatorlugu'na karşı daha güvenlidir. Üstelik
Fransa Habsburg İmparatorlugu'nu sıkıştırmak için Türklerle
ittifak aramaktadır. Bodin'in pasajı daha çok, kendini beğen­
miş havalarda olan Alman imparatoruna ondan daha büyük
bir imparatorun varlığını göstererek, onun iddiasını boşa çı­
karmak için yazılmıştır.
16. yüzyılda yazarların Türklerle ilgili olan malzemesi,
besinini dolaylı ya da dolaysız yoldan seyyahların anlatıların­
dan alıyordu. Bu anlatılar, yazarların Türklerin erdemleri üze­
rine çıkardıkları sonuçlan doğrular nitelikteydi.
İlk haberciler Osmanlı İmparatorlugu'na olan üç yıllık sı­
radan bir gezi sonrası Senato önünde rapor sunan Venedikli el­
çilerdi. 1568-1574 yıllan arasında üç yılı büyük Türk-Venedik
savaşı nedeniyle göz hapsinde olmak üzere altı yıl Osmanlı İm-
paratorlugu'nda kalan Marcantonio Barbara dönüşünde yaşa­
dıklarını ve gördüklerini anlatmakta tereddüt etmeyecektir:

"Osmanlı hükümdarı zafer üstüne zafer kazanarak


birçok vilayet ele geçirm iş birçok krallığa boyun
eğdirmiştir. Onun sonunda evrensel b ir impara­
torluk kuramayacağını düşünm emiz için h içbir se­
bep yoktur. "2S

24 Paris, 1941. sy. 288-190


25 Eugenio Alberi, le re la z io n i d e g li a m b a s c ia to ri v e n e ti a l S e n a to d u ra n te il se-
c o lo d e c im o s e s to , dizi III, cilt I, floransa, 1840, sy. 299, çeviren Lucette Va-
lensi, Venise e t la S u b lim e Porte, (Despotun Doğuşu), Paris, Hachette, 1987,
sy. 67
Türkierin en büyük erdemleri elbette iyi savaşçı olmala­
rıdır fakat bu sadece askerî örgütlenmeyi değil bireylerin dav­
ranışlarını da kapsayan bir olgudur:

"Türkler yiğitliği bizim gib i tarif etmezler. Çünkü


Avrupa'da yiğitlik her an kavga etmeye hazır ol­
mak, karşısındakinin gözünün içine bakabilmek,
yüzü façalı olmak, durmadan yemin etmek, öfke­
li olmak demektir. Oysa Türkler barış zamanında
mütevazidirler, evlerinde huzur içinde oturmak
için silahlarını bırakırlar. Savaş anındaysa silahları
çekip, düşmana yiğitliklerini karşı gösterirler. "26

Halkın barışçı karakteri iç huzuru elverişli bir hale getir­


mektedir.

"Kentlerin g ece koruması için bir elinde bir sopa


diğer elinde de b ir fen er olan tek bir adam bile ye­
terli olmaktadır. (...) G eceleri evim soyulacak kor­
kusu olmadan güvenle uyuyabilirsiniz. Zira o so­
palı ve fenerli adam tek başına, Paris'teki gece p o ­
lis karakolu yüzbaşısı ve onlarca memurundan da­
ha fazla güven vermektedir. Böyle bir sükûnete
görm eden inanmak pek mümkün değildir.27

Gezginlere göre bu huzurun sağlanmasındaki ikinci bü­


yük etmense Türkierin kanaatkârlıklarıdır:

"Türkler yemeklerinde nicelikte olduğu kadar nite­


likte de kanaatkardırlar. Bir de yem ek işinin te­
mizliğine dikkat etseler çok iyi olur. Yine de görgü
kuralları ve kibarlığın yem ek yem edeki önem ini
düşünürsek yem ek işinde çoğu zaman ölçüyü ka­

26 Pierre Belon, Les o b s e n 'a tio n s de p lu s ie u rs s in q u ia rite z e t cho ses m é m o ra b ­


les tro u é e s en Grèce, Asie, J u d é e . E gypte, A ra b ie e t a u tre s pays étranges, ré ­
d ig é e s en tro is liv re s p a r P ierre B elon d u Mans, (Yunanistan, Asya, Mısır, Ara­
bistan ve Diğer Yabancı Ülkelerdeki Anılar ve Garipliklerin G özlem leri, Pierre
Belon'un Üç Kitabı), Paris, 1553
27 Jean Chesneau, Le Voyage de M. d 'A ra m a n (M. d Aramon un Yolculuğu) (1547-
1553), Paris, 1887 sy. 47-48
çıran, aşırılığa giden Hıristiyanlar yanında onların
bu ufak kusuru affedilebilir niteliktedir.

Bu ülkede savaş başanlaıınm göklere çıkarıldığı


mekânların ya da içinde türlü rezillikler ve sefillik­
ler yaşanan fuhuşla anılan evlerin reklam edildiğine
rastlamadım. Türkler topraktan porselenden kalay­
dan beyazlatılmış tunçtan başka kap kacak kullan­
mazlar. Ancak şu son yirmi yıldadır ki hakanları al­
tın ve gümüş kaplar kullanmaya başlamıştır.

Sadece acıktıklarında yem ek yedikleri gibi oyunla­


rı da para kazanma hırsından uzak sadece eğlen­
m e amacıyla oynarlar ki, oyunların asıl amacı da
bu olmalıdır. Para hırsından uzak satranç, dama
oynar, kaydıraktan kayarlar. Bu eğlencelerde ne
kaygı vardır, ne de küfür. Lâkin sürekli silahlarla
haşır neşir olmak zorunda olduklarından eğlen­
meye ve dinlenmeye pek az vakitleri vardır. "2a

Üçüncü ve son büyük etmen tebaasını kanatlan altına


alan koruyucu devlettir:

"Osmanlı sultanları gerçekten büyük dindarlardır.


Adlarına kervansaray dedikleri geçenlerin hiçbir
ücret ödem eden konaklayabildikleri yem ek veri­
len konaklama yerleri yaptırırlar. (...) Buralarda
aciz hastalara bakılır kendilerine ekmek, sıcak
çorba verilir. Hayvanlar için özel b ölm eler vardır
onlara da yem verilir. Bu yerlerde Türk, Hıristiyan,
Yahudi ayrımı gözetilmez. (...)

Türk hükümdarları irili ufaklı cam iler ve hastane­


ler inşâ edip, onları maddi yönden refaha erdirir­
ler. G eçenler konaklasın diye kervansaraylar ya­
parlar. Yolları onartır, köprüler ve hamamlar yap­
tırırlar. Bu yönleriyle Türk sultanları bizim Hıristi­
yan krallardan daha dindardırlar.

28 S ie u r d ıı Loir, (Yolculuklar), Paris, 1654, sv. 167


(...) Konaklama hususunda hiçbir din, dil, ırk ayrı­
m ı gözetilm ez, Türkler olduğu kadar, Yahudiler ve
Hıristiyanlar da bu imkânlardan olabildiğine yarar­
lanırlar. "29
Kısaca günün birinde yolcunun birinin geç de olsa hak­
kını verdiği gibi:

“(...) Dünya üzerinde bu denli düzenli, her şeyin ku­


ralına uygun yapıldığı başka bir monarşi yoktur. "30

Despotizme Karşı Aydınlık


Bu anlatılanlarda asıl önemli olan olaylardaki doğruluk
değil, Avrupa'nın kendini eleştirmek için korkulan "ötekini"
kullanmasıdır. Türkleri övmekteki ana maksat, her seferinde
"Avrupa" ya da "Hıristiyanlar" şeklinde yapılan göndermelerle
kendini eleştirmektir. 16. yüzyılın sonu ve 18. yüzyılın başı
arasındaki dönemde Türklere verilen bu rol sona ermiş, artık
Türklerin erdemlerinden çok kusurları irdelenmiş ve Doğulu
adetleri eleştirilmiştir. Korkulduğu kadar hayranlık da duyulan
Türk tipinden, hor görüldüğü kadar nefret edilen Türk tipine
geçilmiştir. Bu değişimin Osmanlı İmparatorlugu'nun gerile­
mesi ve Avrupa'nın yükselmesinin bir sonucu olduğu açıktır,
ama yine de bu durum sadece iki öznenin yer değiştirmesi
olarak, basite indirgenemez.
Bundan böyle Türkle birlikte anılacak olan despotluk ve
zorbalık kavramları yine Venedikli soylularca Türklere atfedi­
lecektir. 1645-1669 yıllan arasında olan Osmanlı-Venedik sa­
vaşı Venediklilerin Girit'i kaybetmesiyle sonuçlanacaktır. San-
savino 1654 te yayımladığı eserinin son baskısında yer alan,
1669'taki barış antlaşması sonrasında Konstantinopolis e yol­
lanan Venedik elçisinin raporundaki betimleme, Evrensel
Türk monarşisi imgesindeki değişimi göstermektedir. Yine de
bu ilk referans bir üslup denemesi sayılabilir:

"Ekselanslarının beni Şövalye O iacom o Querini'yi

29 Théodoro Spandugino, G é n éalog ie d u g ra n d Turc à p ré s e n t ré g n a n t, Paris.


1519, sy. 60-61
30 Louis Deshayes de Courmenin, Voyage d e Levant, Paris, 1632, sy. 286
Osmanlı İmparatorluğuyla olan savaş sırasında
korkunç ve zorba yönetimin hüküm sürdüğü bu
bozulmuş din ve yozlaşmış adetler ortamına elçi
olarak ataması ne kadar üzücü"3'

Vali Gianbattista Donato'nun 1684 tarihli raporu bu ye­


ni eğilimin bir başyapıtı olmuştur:

"(...) Osmanlı sarayı korku ilkesine dayalı b ir düze­


ni oluşturmayı bilen ve bunu yapabilen tek örnek­
tir. Bu despotik yönetim bilinçler üzerinde dinsel
tem ele dayalı mutlak b ir hakimiyet kurmuştur: Sa­
vaşta silahlanma, kader elverdiği sürece umutsuz
bir inançtan doğan b ir "hale"ye dönüşüyor.

Türklerin en başından beri vahşi ve yontulmamış


oldukları herkesçe bilinir. OsmanlI'nın kahraman­
lığı sayesinde Asya'dan bu yeni topraklara ilerle­
yen Türkler karşılaştıkları değişik dinler ve kültür­
ler arasından kendi yayılma amaçlarına en uygun
gördükleri Muhammedçiliği kendilerine din olarak
seçtiler.

hükümdar herkes için karar alır ve ardılları sahip


oldukları alanda bu hüküm leri kutsal b ir saygıyla
yerine getirirler. Bu buyruklara körü körüne uyu­
lur, bunlar adeta tanrısal buyruklardır. Zaten,
özellikle savaşta ölmek, cennette iyi b ir derecenin
garantisi dem ek olan şehitlik payesiyle taçlandırı­
lır. Bununla birlikte bu ilk yöntem lere artık körü
körüne bağlılığın eskisi gib i olmadığı da söylene­
bilir. O halde devletlerin yalnız sağlam ilkeleri ku­
ruluşlarının tem eli yaptıklarında daha iyi ayakta
kalacakları bir yargı olarak dile getirilebilir. "3>

31 1676 tarihinde senatoya sunulan rapor, in Nicolö Barozzi ve G uglielm o Berc-


het, Le R ela z io n i de g fi s ta ti e u ro p e i fe tte a) s e n a to d e g li a m b a s c ia to ri ve n e ti
n e i s e c o lo d e c im o s e ttim o , dizi V, Türkiye. Venedik, 1866, sy. 128
32 Barozzi, Berchet, sy. 294-295
Uzun süreden beri Türklerin sahip oldukları sertlik ve ki­
brin değiştiği söylenebilir. Artık "barbar" nitelemesi adet deği­
şikliklerini ve uzak ülkeleri betimlemek için yeterli olmamak­
tadır. Sayısız şatafatlı büyük zaferler sonucunda büyüklük
duygusuna kapılarak müzakere etme ihtiyacını duymadılar.
Bu yüzden Türkler aslında o kadar korkunç ve güçlü, entrika
konusunda deneyimsiz ve yetersiz olmadıkları halde öyle sa­
nıldılar.
Böylece Batının aklındaki Türk imajı artık yaşamaması
gereken zararlı bir varlığa dönüştü. Artık gitgide Türklerin mo­
del olarak görüldügü devir kapanacak ve Batı kendi evrensel­
liğine iyiden iyiye inanacaktır. Pascal "Atalarından gördükleri­
ni tatbik eden bu kadar çok inançsız, kâfir Türk'le karşılaş­
mak ne kadar elem verici" diye yazar.33Türk değişmek isteme­
mekle mi suçlanmaktadır? Vali Donato'ya göre bu değişmeme
isteği Türklerin koyu kader inancından kaynaklanır ve değiş­
mesi mümkün değildir ve bu inanç despotizmi de beslem ek­
tedir. Bu inanç Aydınlanma düşünürlerince de kıyasıya eleşti­
rilecektir. Örneğin Diderot nefretini şu sözlerle dile getirir:

"Orada yaşayalım dostum ! Ey, aşağılık ülke! Dev,


vahşi b ir hayvan çevresindeki tüm hayvanları par­
çalıyor; sonra da ilerliyor ve yanına yaklaşanları,
yakınında olanları parçalamaya devam ediyor,
böylece bu ülke yavaş yavaş parçalayanların ve
parçalananların ülkesi oluyor. "M

Diğer Aydınlanma filozoflarından Montesquieu Dogu


despotizmi adı altında bir sistem oluşturacaktır. Samimi kana­
atlerden hareketle oluşturulan bu sistemin iki özelliği vardır:
Endişe uyandıracak her değişikliğin reddi ve Batı rejimlerine
muhalefet. Bu sistemin arketipi yine Türk imgesidir. Montes-
quieu'yle birlikte Türk, kendisine Batının günahları yüklenen
ve Asya'nın derinliklerine gönderilmesi gereken bir günah ke-

33 Pensées (Düşünceler), fi. Bölüm, 98


34 M. Porter, s u r les o b s e r v a tio n s s u r la re lig io n , les lois, le g o u v e rn e m e n t e t les
m o e u rs des Turcs, (Türklerin Gelenekleri, Hükümetleri, Kanunları ve Dinleri
Üzerine G özlem ler), İngilizce'den çeviren Berçjier, 1769
çişine dönüşür. Fakat en karakteristik örnek Voltaire'dir: O
Montesquies'nun entelektüel kesinlik adına, "Türklerle, savaş­
mak için korkunç bir hayalet yarattığının" bilinciyle, bu haya­
letle Fransız monarşik rejimi arasında bir koşutluk kurmasını
eleştiriyor.35

Burada bir önyargıya karşı çıkmak zorunda oldu­


ğuma inanıyorum: "Türk hüküm eti despotik ola­
rak nitelenen saçma b ir hükümettir. Orada halklar
sultanın kölesi durumundadırlar. Kendilerine ait
hiçbir şeyleri yoktur hayatları ve malları efendile-
rinindir. Bu tip b ir yönetim e r ya da g e ç kendi ken­
dini yok edecektir. "3e

Böyle b ir hükümetin var olması, var olmayı sürdü­


rebilm esi çok büyük b ir hatadır.37

Doğası gereği despotik olan h içb ir devlet yoktur.


Dünyanın h içb ir ülkesinde b ir ulus b ir adama:
"Efendim, siz saygı değer m ajestelerine kadınları­
mızı, çocuklarımızı, hayatlarımızı ve mallarımızı
sunuyoruz bizi dilediğiniz gibi, keyfin izce kulanın"
dem ez.36

Voltaire eleştirisinin sınırlarını kendisi çizmektedir:

"Türklerden kadın ve sanat düşmanı oldukları için


nefret etsem de, onlar hakkında uydurulan sayısız
iftira ve aptalca sözden de o denli nefret ediyo­
rum. "3Ç

Voltaire bu nitelemesini II. Catherine kıtası Stance â


Catherine II adlı şiirinde tekrarlayacaktır:

Alacaksın Yunanistan'ın intikamını

35 Voltaire, S u p p lé m e n t (I) au s iè c le de L o u is XIV, Alain Qrosrichard in alıntısı,


La S tru c tu re d u s é ra il, Paris, 1979, sy. 40
36 id. Essai s u r les M o eurs e t l'e s p rit des H âtions, bölüm XCÜI
37 Id. Dialogues entre A.B.C. Grosrichad ın alıntısı, sy. 42
38 Id. E ssai s u r les M o eurs
39 Id. D ic tio n n a ire P h ilo s o p h iq u e , Art. "Mahométans".
Avlayarak bu kadın ve sanat düşmanlarını

Voltaire ilk gençliğinde 1716 da Petervaradin'de Türkle-


re galebe çalan Prens Eugene'e ithafen savaş coşkusu dolu
mısralar kaleme almıştır:

Müslümanları kovalayın
Yakında düşecek şehrin kapısı
Telef edin sünnetli küstahları
Tüketin ömrünüzü bu yolda
Ta ki sarıkları ayaklarınızın altında çigneyinceye kadar
OsmanlI sarayında40

Daha sonra konuyu daha ciddiyetle ele alır:

(...) Onlar tarafından kurulduğunu bildiğim iz nere­


deyse hiçbir kent yoktur: Antik çağların en güzel
yerleşim yerlerinin harabeye dönm esine g öz yum­
muşlardır, şim di de yıkıntılar üzerinde hüküm sü­
rüyorlar.4'

Voltaire bu sözlerle var olan Türk imgesine yeni bir ni­


telik katmıştır, bu yeni sıfat klasik çağların mirasına Türklerin
zorla sahip olduğudur. Böylece 19. yüzyılda, Aydınlanma ça­
ğı, Meo-klasisizm ve Romantizmle birlikte Avrupa Antik çag uy­
garlığı üzerinde hak iddia etmektedir. O zaman Avrupa'nın bu
mirası geri alması ve Türklerin bu diyarlardan kovulması ge­
reklidir. Voltaire 1768-1774 arasındaki Türk-Rus savaşında bu
savını sürekli tekrarlayacaktır: "(...) Sanat düşmanı bir halkın
sonunda Avrupa'dan kovulması ne kadar iyi...42 (...)," "Bu ta­
lana barbarlan Avrupa'dan kovmalı. "43 (Türkler ve Tatarlarla
ilgili Hatıralar) - Mem ories sur les Turcs et les Tartaresm yaza­
rı, eserinde Baron de Tott'a şunlan söyletir: "Onları, Orfeus ve
Homeros'un ülkesinin sahiplerini her gördüğümde sinirleniyo­
rum. Her zaman yıkıcı ve sanat düşmanı olmuş bir halka kar­

40 id. Épître VIIÎ, à M o n s ie u r te P rince Eugène, 1716


41 Id. Essai s u r les M o e u rs e t l'e s p rit d e s H âtions, bôlüm CXCVI1
42 Id. Le ttre a M .T abareau, 10 Kasim 1770
43 Id. Le ttre à la P rincesse d e T a lm o n t, 15 Haziran 1771
şı zerre Kadar sevgi duymuyorum." Ve sonra ekler: "Asya halk­
ları bizi hiç meraK etmiyorlar, bizse durmadan onlar haKKında
düşünülebileceK ne varsa düşünmeli, onları tanımalıyız."44Ba­
tı boyun eğm ez hışmına karşı diş göstermektedir. Voltaire ni­
hayetinde Prusya Kralı 2. Frederick'e seslenir:

(...) Barbar Türklerin Ksenofanes, Sokrates, Pla­


ton, Sofokles, Euripides'in ülkesinden kovulmala­
rını sabırsızlıkla bekliyorum. Eğer gerçekten isten-
seydi bu şimdiye kadar pekâlâ yapılırdı. Eskiden
batıl uğruna yedi kez haçlı Seferi düzenlenmiş­
ken, h içb ir zaman onur adına düzenlenen b ir se­
fer olmayacaktır.43

Böylece Voltaire'den Chateaubriand'a ve Hugo'ya kadar


Türk'ün Antik dünyanın mezar kazıcısı olduğu kanısı yayılır.
Eski seyyahlarca göklere çıkanlan muhteşem yapıların unutul­
muş olmasından -ki bu yapıların en önemlileri Osmanlı kent­
lerinin göbeğinde yer almaktadırlar- ve bozulmalarından, Ya­
kındoğu'da Antik uygarlığın hiçbir izinin kalmamasından birin­
ci derecede sorumlu Türklerdir. Romantik çağın seyyahına gö­
re Antik bir sütunun ayağında nargilesini tüttüren Türk'ün res­
mi bu harabeliğin nedenini açıkça göstermektedir. Eger bir
Türk bir harabenin dibinde küskün ve miskin bir halde yatı­
yorsa, bunun sebebinin işte bu tembellik olduğu açıktır. EQer
Antik vizyona sahip, Meo-klasizimden haberdar olan ziyaretçi
bu alanda Atina'nın Agorasını, Babil'in Asma Bahçelerini, Fi­
listin'in Kutsal Büyüsünü artık bulamıyorsa bu o bölgeden
"Türk geçtiği içindir." Eger Grek askerleri İsparta'nın yıkıntıla­
rında dolaşmıyor ve Tübingen ya da Oxford'ta öğrenim gör­
meden Antik Yunanca'yı (Grekçe'yi) anlayamıyorlarsa, bunun
nedeni Türkler tarafından yozlaştırılmış ve köleleştirilmiş ol­
malarıdır. Romantizmin ulusal bilinç oluşturmadaki rolü kav­
randığında bunun Osmanlı İmparatorluğu halkları için ne gibi
sonuçlar doğuracağı bellidir. Önce Yunanlıların, sonra impara­
torluğun diğer Hıristiyan halklarının daha sonra da imparator-

44 İd. 23 Misan 1767


45 İd. Kasım 1769
lugun Müslüman halklarının ulusal kimlik arayışına girmesiyle
İmparatorluğun yöneten elemanı olan Türkler kendilerini olu­
şan şemanın dışında bulur. Böylece imparatorlukla özdeşleş­
miş olan Türk ulusu boyun eğdirilmiş olan uluslara yer açmak
için imparatorlukla birlikte yok olmak zorundadır.
Elbettte "Doğu Sorunu" olarak adlandırılan bu büyük ya­
pıyı oluşturmak için ekonomik ve politik yaklaşımlar da bu gö­
rüşlere eklenecektir. Diplomatlar imparatorluğun yok olmasıy­
la doğan boşlukta yaşarlarken, ekonomistler başka türlü he­
saplar yapmaktadırlar.

"Doğulular tuhaf adetleri, az toplum cuI yapıları ve


aşırı ılımlılıklarıyla Avrupa'nın endüstri ve tarım
ürünlerini fazla tüketme ihtiyacı duymamaktadır­
lar. Oysa ki Türkiye Avrupasını oluşturan bu taşra
eyaletler Hıristiyan prenslerin eline geçse bundan
ticari olarak çok daha fazla yararlanacağımız açık­
tır. Çünkü şurası muhakkaktır ki b ir toplum ne ka­
dar uygarlaşmışsa o kadar fazla tüketir.M

Batılı kamuoyuysa kaynak ve bilgiye ulaşma olanakları­


nın bolluğuna rağmen en klişeleşmiş Türk imgesine saplanıp
kalmıştır. Cobbin Ingram'ın dördüncü baskısı 1833 te Lond­
ra'da yapılan evrensel coğrafya el kitabı Elements o f Oeog-
raphydeki Türklerle ilgili tanım şudur: "Türkler genellikle
uzun boylu, güçlü ve yapılıdırlar. Avare, bakımsız, yabani ve
cahil bir halktır. Tütün içmeyi de pek severler." Sunuluş biçi­
miyle nesnel olduğu izlenimi veren bu nitelemeler kitapta be­
timlenen diğer hiçbir halk için kullanılmamıştır. Fransa'da ya­
yımlanan Malte-Brun'un Géographie Universelle (Evrensel
Coğrafya) adlı yapıtı daha zengin ve ayrıntılı bilgiler içermek­
tedir. "Avrupa artık Amurat ve Süleyman'ın şanını, kudretini
ve siyasetini unuttu ve utanç veren korkularımıza hayranlıkla
dolu bir aptallık karıştı daha sonraysa bunu aşırı ve haksız bir
nefret duygusu izledi." Ancak yapıt daha ileri aşamalarında yi­
ne o bildik basmakalıplıga ve bayağılığa düşer.

46 David Urquhart, La T u rq u ie , ses ressource s, s o n o rg a n is a tio n m u n ic ip a le , son


co m m e rc e , Paris, 1836
Tem bel Türk'ün toplum um uzca aşina olunan ha­
reketlilikten haberi bile yoktur. O, yumuşak m in­
derlere ve yastıklara uzanır, Suriye'den gelen tütü­
nü tüttürür; m oka kahvesiyle içini ısıtırken kölele­
rin danslarını seyretmektedir. Birkaç afyon tohu­
mu onu ölüm süz güzelliklerin hüküm sürdüğü g ö ­
ğün üçüncü katma götürm eye yeter de artar.“7

19. yüzyıl sonunda Avrupa'nın çıkarları doğrultusunda


Arap halklarında uyandırılan ulusçuluk duygusu sonrasında
Türk'ün bu kez de İslam 'ın yozlaştıncısı" olduğu fikri ortaya çı­
kacaktır. Türklerin 11. yüzyıl ortalarında ilerlemeye başlamala­
rıyla birlikte İslam yozlaşmaya başlamış ve Arap memleketleri
de bu Osmanlı ilerlemesi yüzünden geri kalmışlardır. Böylece
Avrupa'ya adımını attığından beri Batılılarca İslam'ın kılıcı ola­
rak görülen Türkler, bu en büyük nitelemelerinden dahi soyut­
lanmışlardır. Artık böyle bir halk hiç olmamıştır, yoktur diye
Türk'ü tarihten silmeyi savunmak çok kolaylaşmıştır.

Paylaşım
Dört bir yandan gelen imaj tuzağı içine düşürülmüş olan
Türkler, buna karşı neler yapmışlardır? İsmini kurucusundan
alan (Osman, Osmanlı İmp.) büyük bir imparatorluk kurmuş
ve sonuna kadar onu savunmuş olan Türkler, imparatorluğun
çöküşüne doğru ulusal haklarını talep ettiler. Oysa o zaman­
larda Türk ulusu diye bir ulusun olmadığı konusunda herkes
hemfikirdi. Osmanlı reformcularının neredeyse tümü, m em le­
ketin göbeginde Hıristiyan ulusların isyanı en yoğun kertesin-
deyken, imparatorluğu yaşatmak için Batı m odeline uygun
meşruti bir hareketin takip edilmesine hevesliydiler. Bu hare­
kete tepki olarak saray Arap ulusçuluğunun uyanışıyla başarı­
sızlığa uğrayacak olan, halife sultanın kişiliği çevresinde İslam
topluluklarının birleşmesi demek olan Panislamizmi uygula­
mayı denedi. Sonunda Jön Türklerin meşruti devrimiyle
1908 de ülkede parlamento kurulduysa da bunun imparator­
luğun ayakta kalmasına yeteceğine kimse ihtimal vermiyordu.

47 Altıncı basım, Paris (1850-1860) sy. 310-31 I


Tereddütlü olduğu kadar gecikmiş de olan Türk ulusal
rönesansı, bazı sesleri de beraberinde getirdi. 1848 yıllarında
PolonyalI devrimciler merkez Avrupa ve Balkanlardaki ulusal
hareketlerle hararetle ilgiliydiler. Çünkü Ruslar, Avusturya ve
OsmanlI imparatorluklarındaki bu kıpırdanmaların Polon­
ya'nın bağımsızlığına katkıda bulunacağını düşünüyorlardı.
1848 devrim denemesinin başarısızlığıyla PolonyalI devrimci­
lerin birçoğu İstanbul'a iltica etti. Bu mültecilerin bazıları Os­
manlI ordusuna da girebilmek için İslamiyeti kabul etti. Bu ki­
şilerden biri de Mustafa Celalettin Paşa adını almış olan Kons-
tantin Bozenski'ydi. Bu kişi Türklere iade-i itibar sağlamak için
yapılan ilk girişim olan (Eski ve Modern Türkler) Les Turcs An­
ciens et Modernes başlıklı yapıtını 1869 da Paris'te yayımladı.
Kullanılan yöntem bir dizi dil hilesiyle Türklerin Truvali; yani
Ari ırka mensup olduklarını öne sürerek, onların aslında Avru­
pa uygarlığının bir parçası olduğunu iddia etmektir.
Türklerin kökeni sorusu üzerine yapılan Batılı çalışma­
lar, emperyalist ve ulusçu önyargılar nedeniyle zaman zaman
göz ardı edilmiş, duymazdan gelinmiştir. Macarlann Türk kö­
kenli oldukları konusundaki araştırmalar, Macarlann Slav ve
Germen dünyalan arasındaki yerlerini almalannı sağlamıştır.
Böylece Macaristan ilk Türkoloji ülkesi olmuştur. Almanlar ve
Britanyalılar da kendi çıkarlan açısından Rus İmparatorluğu
içindeki Türk potansiyelle, hararetle ilgilenmiştir. Bu çabalar
sayesinde daha Osmanlı aydınlan Osmanlıcılıkla Panislamcılık
arasında gidip gelirken, Orta Asya Türkleri Ruslara karşı ulusal
bir kimlik hakkı iddia etme olanağına kavuşmuştur. Böylece
Türk milli hareketi teorik temellerini Avrupa'dan, ilk militanla-
rınıysa Rus İmparatorlugu'ndan ithal edecektir.
1903 yılında büyük Tatar burjuvasından bir ailenin oğlu
olan Yusuf Akçura Paris'te siyasal bilgiler öğrenimi gördükten
sonra, Volga nehri üzerinde, Simbirk kentine yakın olan köyü­
ne, Zöyebaşı'ya, geri döner. Buradan Kahire'de padişah rejimi
muhaliflerince yayımlanan "Türk" adlı gazeteye "Üç Siyasi Sis­
tem" başlıklı makalesini gönderir. Bu, Türk ulusçuluğu fikrinin
ilk dışavurumudur:
"Batının aydınlığından faydalanmak ve böylece
güçlenm ek ve ilerlem ek için Osmanlı İmparatorlu­
ğu nda üç farklı siyasal görüş kabul görmektedir.
Bunlardan birincisi ülkedeki tüm ulusları asimile
ederek Osmanlı hüküm etine bağlı b ir Osmanlı
ulusu oluşturmaktır. İkinci görüşse AvrupalIların
Panislamizm diye adlandırdıkları, imparatorluğun
tüm Müslüman unsurlarını halifenin dinsel önder­
liği altında toplamak fikridir. Var olan üçüncü fikir­
se ırk tem eline dayalı b ir Türk ulusu oluşturma
fikridir. "te

Bu terim yeni duyulmuyorsa da, duymazdan geliniyor­


du. Çünkü o güne kadar ulus denilince kastedilen bir ırk de­
vamlılığından çok bir kültür devamlılığıydı. Ayrıca birçok hal­
kı içeren ve insanların kendilerini öncelikle dinsel kimlikleriy­
le ifade ettikleri bu ortamda bu fikir çok yıkıcı sonuçlar doğu­
rabilirdi.
Türk ulusçuluğuna son çare olarak sarılınmasıysa Jön
Türklerin iktidara gelmelerinden sonra ortaya çıkan ve Türkle-
rin neredeyse tüm Balkanları kaybetmeleriyle sonuçlanan Bal­
kan Savaşlarının bitimine rastlayacaktır. İşte bu Balkanlardan
mülteci akını yaşandığı yıllarda Anadolu Türk ulusunun vatanı
olarak ilan edilecektir. Fakat Anadolu'da yüksek oranda Yu­
nan ve Ermeni ve hatta o güne kadar ülkeyi yönetenlerle aynı
dinde olmayı kendileri için yeterli gören Kürt nüfusu vardır.
Jön Türklerin savaşa Almanya'nın yanında girmesiyle birlikte,
müttefikler son Osmanlı topraklarının da paylaşımı ve nüfuz
bölgelerine ayrılma konusunu aralarında halletmiştir. Böylece
Birinci Dünya Savaşı imparatorluk için aynı zamanda bir iç sa­
vaş olmuştur. Son dakikada Türk ulusçuluğu fikrine sarılan
yöneticiler, müttefik devletlerle işbirliği yapan Türk olmayan
unsurlara karşı devlet aygıtını kullanmıştır. Bu dönem de yapı­
lan Ermeni ve Rum sürgün ve katliamlarının amacı sadece
düşmanla işbirliği yaparak vatana ihanet etmiş halkları ceza­
landırmak değil, aynı zamanda da Türk ulusu için ulusal bir
alan yaratmaktır.

48 Aıı.\ OrigİHt's cin Natumulisme Tun. Yusuf Akçura. ( 1876-1935) Fransızca'ya çeviren Fraııço-
is Georgeon. Paris. 1980. sy. 95
1918 de savaşın sonu geldiğinde, herkes Türklerin so­
nunun geldigini düşünüyordu. Batının asırlardır Türkler üzeri­
ne yazdığı öfke dolu yergiler ve verdiği yargılar, Ermeni ve
Rumların çıkarları doğrultusunda tekrar gündeme getirildi:

"Türkler herkesin bildiği gibi Moğolistan'dan gel­


mişlerdir. Orada bulundukları sürede kendilerini
ülke yönetm eye yeterli kılacak hiçbir şey öğren­
mediler. Asker ve fatih olarak geldiler ve asla baş­
ka b ir şey olamadılar. Onların vergi toplaması tam
b ir maceradır. Türklerin sorun çözm e yöntem i
zorlukla karşılaştığında karşısındakini ikiye böl­
m ektir.49 İşte Türk'ün yönetm ekten anladığı bu-
dur. "50

Daha sonra ırk m eselesi ele alınır.

"Avrupa m antalitesi verilerden nesneleri kendi


ortamlarında gözlem leyip irdeleyerek sonuca va­
rır. Fakat Türkler g ib i özel b ir ırk ve Türkiye gibi
özel b ir ülke söz konusu olduğunda ne yapmalı?
Aynı kökenden gelen b ir dili, b ir tarihi, adetleri,
ortak gelen ek leri olan kısaca vatanı Türkiye olan
türdeş b ir ulustan söz ed ilebilir m i? Asla, bu h iç­
b ir zaman olm am ıştır ve h içb ir zaman da olm a­
yacaktır. "5I

Türkler "Küçük Asya'ya geldiklerinde yanlarında hiç ka­


dın yoktu."52 O zaman:

"Savaşlar ve katliamlarla kan döktüler. En güzel


ve en gürbüz kadınlarla evlendiler. Mükellefiyetle­

49 The A rm e n ia n Q u e s tio n in th e A m e ric a n H ouse o f R epresen tatives. A sp e e ch


b y th e H on. L ie u t.- C o lo n e l C. L ittle o f K ansas d e liv e re d on Th ursd ay 7 Feb.
¡9 1 8 . R e p rin te d fro m th e C o n g re s s io n a l R eview o f 4 M arch ¡9 1 8 , Londres,
the Armenian Bureau, 1918, sy. 16
50 Anglo-Hellenic League, G reeks in A sia M inor, Londres, 1915, sy. 2
51 V. Marac, La Q u e s tio n d e Turquie. La L iq u id a tio n d e la d e tte P u b liq u e O tto m a ­
ne, Paris, L'Orient Illustré, 1919, sy. 7-8
52 Ibid., sy. 1 1
rin en iğrenç olanı, vergi olarak gayri müslim er­
kek çocukların askere ahnmasıydı, böylece Yunan
nüfusu önem li ölçüde azaldı. Konstantinopolis in
alınmasıyla birlikte tedricen Yunan ırkıyla karışan
Türk ırkı gitgide ilkel Mogol-Türk tipinden Ari tipe
yaklaşmıştır.55

İnsanlığın uygarlaşması açısından Türklerin Batı kültürü­


ne vurdukları darbe çok büyük olmuştur. Böylece, asil ve üs­
tün olan öge, alçak ve yoz olan öge tarafından ortadan kaldı­
rılmıştır. "54

Diğerleri çok daha sistematik bir incelem eye girişiyor:

“Türkiye'yi incelem iş olanların tümü hatta başlar­


da Türkleri hoş görenler bile istisnasız sonunda
şu sonuca varmışlardır: Bu halk geçm işte de bu­
gün nasılsa öyleydi; zamanın akışına karşın o her
nasılsa, kendini değişimden korumayı başardı. Bu
yüzden de ilerlem esi ve m odern uygarlığa ulaşa­
bilm esi olanaksızdı.

Renan'ı dinlediğimizde Türkiye olgusu yalınlaştırıl­


mış ve dört maddeye indirgenmiş b ir şekilde kar­
şımıza çıkar.

1- İyi belirlenm iş birçok psikolojik türün varlığı,


2- Bu psikolojik türlerin çevrenin etkisine karşın
değişmezliği,
3- Her türlü ilerlemeye karşı çıkan ırkların varlığı;
4- Psikolojik açıdan aşağı olan ve h içbir zaman
bu niteliğinden kurtulamayacak olan ırkların
varlığı.

53 Alexandre Antoniadés, Le Rôle É c o n o m iq u e des Q recs en Thrace. 27 Şubat


1919 Barış Konferansında Sunulan Rapor, Paris, İ9 19 , sy.5
54 K. d'Any, L 'E x te rm in a tio n des c h ré tie n s d e T urquie. À la M é m o ire d e d e u x M il­
lio n d e C h ré tie n s V ic tim e s a la B a rb a rie T u rque, Lozan, La C on corde Basıme­
vi, 15 Tem m uz 1918, sy. 25
Frank ve Jean Finot'nun çıkarımlarına göre Türk
"ilkel insan" seviyesinde kalmıştır. Zaten Türkçe'­
yi "bitişimli d il" yani ilkel dil olarak sınıflayan Je­
an Finot değil midirT55

Bunu Türklerin karakteristik özelliklerinin bölüm bölüm


analizi takip eder:

III. Bölüm Türklerin Mide Bulandıran Karı Koca Ha­


yatı

Aslında Türkiyedeki karı koca hayatının iğrençliği­


ni bu toplumsal tiksintiyi sadece taraf tutan oryan­
talistler değil Türklerin m üttefiki olan Almanlar bi­
le, pişmanlık ve zevksizlik duygusuyla, kabul et­
m ek zorunda kalmışlardır.56

IV. Bölüm Berbat Eğitim ve Öğretim Sistemi

Türk çocuğunun zekâ yapısı ırksal özelliğinden


dolayı geridir ve bundan dolayıdır ki AvrupalI ç o ­
cuktaki ilerlem e ve uygarlık yaratma yetisine sa­
hip değildir.57

Bu nedenle zavallı Türk'te başkasının hakkına


saygı, kişisel sorumluluk duygusu, dostuna için i
dökme, dostluk, aile yuvasının sıcaklığı ve feda­
karlık duygusu gib i kavramlar yoktur. Onun artık
atasözlerine geçm iş olan tem belliğinden çıkacak
olan tek şey vahşi ve bağnaz bir fanatizmdir.58

V. Bölüm Türklerin Zekâ Geriliğinin Açık Kanıtları

Türklerin zevk yoksunu ve her sanata ilgisiz oluş­


ları herkesçe malumdur. Türkler duyulmamış öl­
çüde tem bel, olabildiğince hissiz ve elinden hiç­

55 C.Q. B ello, L ’A n g le te rre , la France et le p ro b lè m e de C o n s ta n tin o p le . N otes e t


ré fle x io n s s u r la T u rqu ie , Paris, Siyasal ve Sosyal Bilimler Kütüphanesi, 1920,
sy. 15-17
56 Ibid., sy.24-25
57 ibid., sy.35
58 Ibid., sy.37
bir iş gelm eyen insanlardır.59 Tüm arzuları en aşa­
ğı maddesel zevkler içinde yoğrulmak ve aylak b ir
yaşam sürmektir.60

(...) Kendilerini en iğrenç zevklere kaptırmışlardır.


Fuhuş, oğlancılık, ensest, sadistlik içinde düşüp
kalkmaktadırlar.

Yasakçıların ve savunucuların ortak düşüncesine


göre kendilerini her tür ahlâksızlığa vermişlerdir.61

Zaten Pernot'un 1919 almanağında çizdiği "haydut, hır­


sız, sadece kan içinde yüzmekte mutluluk bulan tamahkâr ka­
til" imgesi "efsaneyi" yansıtmıyor mu? Kısaca Türkler ve Bul-
garlar savaşta yanlış tarafta yer almalan yüzünden gaddar cel­
lat ve aşağılık köle damgasını yemişlerdir.62
Şu satırlar Türk kurumlan ve uygarlıgı hakkında kuşku­
ya yer bırakmayan hükümler vermektedir:

(...) Türk halkının trajedisi, dünya arenasına çıktı­


ğından beri varlığını meşru kılacak dünya uygarlı­
ğında h içb ir katkıda bulunamamış olmasıdır. Türk
halkı h er zaman ürün vermeyen bir halk olagel­
miştir. Onun tarihsel misyonu sadece yok etm ek
olm uştur ama yok etmenin ruhu yoktur.53

(...) İlkel Türk her zaman hayvan m ertebesinde ka­


lacaktır. O uygarlık görm üş b ir vahşidir. Eğer dış­
taki cilasını kazırsanız altında Tatar'la karşılaşırsı­
nız. Eğitim onun vahşi doğasını giderem ez.64

59 Ibid., sy.41
60 Ibid., sy.43
61 Ibid., sy.46
62 A p p e l à c e u x q u i s o n t a p p e lé s à d é c id e r d e la d e s tin é e d e s p e u p le s o p p rim é s ,
Zürih, Şubat 1919, sy. 1
63 André Mandelstam, Le S o rt de L 'E m p ire o tto m a n , Paris. Payot, 1917, sy. 580-
581
64 L 'h e llé n is m e d e L A s ie M in e u re e t la je u n e Turquie. P ro te s ta tio n e t a p p e l à l ’h u ­
m a n ité c iv ilis é e p a r un té m o in o c u la ire des c rim e s tu rc s , Paris, Chaix Basım e­
vi, 1918, sy. 7-8
(...¡Kültür, sanat, endüstri ve tarım sahalarında ta­
m am en kalın kafalı ve öğrenm eye kapalıdır­
lar, (...f 5

Müslümanlar, gayri-müslimlerden gelen ganimetleri ken­


di aralannda paylaşırken kendileri hiçbir vergi ödem ez.66 Bu­
radan da şu sonuç çıkarılır:

"Türk imparatorluğu gericiden de b eter olup tari­


he aykırı b ir olgudur. Her zaman bir savaş ülkesi
olm uştur ve her zaman da öyle kalacaktır. Türkler
Cengiz Han, Timurlenk ve Atilla'yla aynı soydan
gelen gerçek Hunlardır. Hayat tarzları h er zaman
militaristtir, bu yüzden de dünyaya asla başka bir
gözle bakamazlar. Egemenlikleri evlerinde ve ha­
rem lerinde kölelik cariyelik üzerine, T ürk olmayan
gayrı müslim ırkların kökleştirilmesi üzerine kuru­
ludur. Savaşlar ve katliamlarla da bu egem enlikle­
rini sürdürürler.

Burada sultan halife ünvanı taşıdığından Türklerden ya­


na olan diğer Müslüman halklara dostça bir tavsiye vardır.

Türkler zekâ düzeyi çizelgesinde gerçekten de


p ek aşağı seviyededirler. (...) Tarih bize gösterm iş­
tir ki Türklerin zekâ kapasitesi yoktur. Bu yüzden
de m em leket idare edemezler, nasıl olur da Hint­
liler ve Mısırlılar gib i nitelikli halklar uygarlıktan
nasibini almamış Türk'ün öğütlerini dinlerler?
Türk lider olamaz, o tümüyle yetersiz ve zihni m e­
lekeleri gelişm em iş biridir. (...] Hindistan ve Mısır­

65 William Barry, The Turks, Cardinal Newman, and the council o f Ten', in The
n in e te e n th C e n tu ry, Londra, Ağustos, sy. 214
66 Bertrand Bareilles, " Lesprit touranien", in La R enaissance de 1‘O rie nt. Paris Er­
meni Entelektüel Birliği tarafından 16 Aralık 1918'de Tarımcılar Salonunda M.
Denys Cochin başkanlığında düzenlenen büyük toplantıdaki söylev, Paris, Er­
nest Leroux, 1922, sy. 28
67 C o n s ta n tin o p le , th e s o la r p le x u s o f th e war. By an o b s c u re d ip lo m a tis t. Lond­
ra, Spottiswoode, Ballantyne&Co., 1918, sy. 6
lı uygar Müslümanlar bu yarı vahşi haydutla işbir­
liğine devam ederse doğrusu batı dünyasının g ö ­
zünde değerlerini yitireceklerdir. Hindistan ve Mı­
sır'ın Müslümanları Orta Asyalı yağmacılarla tüm
ilgilerini kesip, kendi ayrıcalıklı konumlarını ka­
zanmak zorundadırlar.68

Yalnızca Konstantinopolis'teki sahte halifenin kaldırıl­


ması bile İslam düşüncesinde yeni ufuklar açmaya yetecektir.
(...) İşte böylelikle Türk ahlâksızlığı lekesinden yakasını sıyıra­
cak olan İslam kendi rönesansını gerçekleştirmek yolunda ilk
adımlan atmış olacaktır. (...)69
Türkiye'den çıkan olan büyük ekonomik güçler bu çı-
karlannı korumak için, Türkiye'nin kolay işletilebilir bir ülke
durumunu sürdürmesini istemektedirler. Bu durumda yapıla­
cak olan iş Türk'ün ekonomik gelişme sağlama yetisinin olm a­
dığının gösterilmesidir.
Türkler inkâr edilem ez bir biçim de ticaretten nef­
ret ederler. (...) Pazar yerlerinin uğultusu, lo k o m o ­
tifin gürültüsü Türk'ün kulağı için katlanılmaz şey­
lerdir. Bu duruma artık tahammül edemediğinde,
uzanıp tütün içeb ileceği gölgelik b ir yer bulmak
için harekete geçer. Burada tebessüm le akan su­
yun şırıltısını dinlem ektedir.70

Herkes Türkiye'de ticaret ve endüstrinin Hıristi­


yanların elinde olduğunu bilir. Türk fethedendir.
Saçıp savurur, tüketir, Hıristiyanların yarattığı gü­
zellikleri de yıkar, tahrip eder. Oysa çalışan, yara­
tan, üreten sın ıf Hıristiyanlardır (...).71

68 Har Dayal, F o u rty -fo u r m o u n th s in G e rm a n y a n d Turkey. F e b ru a ry 1 9 1 5 to O c­


to b e r 1918. R ecord o f p e rs o n a ] im p re s s io n s , Londra, P.S. King and Son Ltd.,
1920, sy. 32-33, 34-35
69 A p e rç u s u r la lé g itim ité d u s u lta n tu rc en ta n t k h a life . Q u e lq u e s re m a rq u e s re ­
la tiv e s a u x p ré te n d u e s visées tu rq u e s s u r C o n s ta n tin o p le d 'a p rè s les s o u rc e s
a rabes e t l ’o p in io n des is la m is te s les p lu s c é lè b re s , Paris, Tem m uz 1919, sy.
12-13
70 G. Chrussachi, The Trentino o f Greece", in The C o n te m p o ra ry R eview , Lond­
ra, Mart 1919, sy. 316
7 1 K.d Any, sy. 25
Doğuştan tem bel olan ve neredeyse hiçbir Avrupa
sanayisi ürününe ihtiyaç duymadan yaşayan Tür­
k'ün aksine konforlu yaşama alışkın olan Yunanlı,
sanayisinin ürünlerinin m ükem m el b ir tüketicisi­
dir. Orta Asya'nın platolarından gelen atalan gibi
Türkler de Bulgarlar g ib i p ek az yabancı kaynaklı
ürün kullanırlar.72 Giysilerin ipliklerini ve yem ek
pişirdikleri tencereleri olan güveçleri bile kendile­
ri üretirler, oysa Yunanlılar konforlarını ve yaşam
kalitelerini arttırmak için h er ihtiyaç duydukları
malı Avrupa'dan ithal ederler.73

Eskiden olduğu gib i bugün de ülkedeki yerli ya­


şam Yunanlıların ellerindedir. Küçük Asya'daki
"sözde" Türklerin çoğunluğu göçebedirler, m e­
m urlar ve askerlerse ülkeden değildirler. D eveci­
lik, hamallık gib i işlerle uğraşırlar.

Bu bilgiler çelişkilidir; zira tembellikle suçlanan Türk yi­


ne de her şeyi üretmektedir ve her şeyin de sahibidir. O vakit
"ulus" sorusu sorulacaktır:

(...) Türklerin ulusal b ir kimlik oluşturabilme yeti­


leri var mıdır? (...) Türkler çıkardan kaynaklanan
daha çok devşirme disiplini ve açgözlülüğüyle bir
araya gelmiş, askeri ve dini b ir tarikat. Fethedilen
ülkelerde saraylar kuran, idare etmeyen, yann
kaygısı olmadan g e çici yararlanma olarak söm ü­
ren, bunu bir kadın ya da reaya işiyle beslenen bir
vergi ajansı gib i yapan savaşçı bir düzen.74 Bu ne
bir vatandır ne de bir ulustur. Onu o yere getiren
gü çler sırtını çevirip de gitm ek zorunda kalıncaya

72 A. Antoniadès, sy. 19
73 Félix Sartiaux, “ L'Asie Mineure grecque" in Alfred Beri, Félix Sartiaux, General
Maileterre. Josephe Reinach, La G rèce d e v a n t le C ongrès. Birliğin Başkanı,
Enstitünün Üyesi, Edebiyat Fakültesi Dekanı, M.Alfred Croiset başkanlığındaki
konferanslar, Fransız h ellenizm Haklarının Korunması Birliği, Paris, Boivin,
1919, sy. 170
74 Osm anlInın ilk dönem lerinde ön em li ekinciler anlam ına gelse de daha sonra
bu terim (reaya) gayri m üslim ler için kullanılır.
kadar yerleşen b ir g öçe b e sürüsüdür. (...) sayılar
(...) Resmi sayımlarda gözüken Türk nüfusu aslın­
da ülkedeki Müslüman unsurları göstermektedir.
Aralarından en az otuz, kırk bin kadarı Türk değil,
Kürt, Laz, Arap ya da Oürcü'dür. Bunlar zaman
içinde "Turan sendikası" içine katılmış olan unsur­
lardır ve bu yönetim in kalkmasıyla h er biri kendi
etnik kim liğini bulacaktır. Geri kalanlar arasında
da Thrace kökenli olmayanlar vardır. 1878 yılın­
dan itibaren bölge Hıristiyanların eline geçince,
Hıristiyan rejim altında yaşamamak için Bosna
Hersek'ten 2 00.000 Bosna-flersek Müslümanı
Anadolu'ya iltica etm iştir.73

(...) Aslında uygarlıkların eşitsizliği ve toplum lann


kültürünün değeri yanında toplulukların sayısının
ön em i yoktur.(...j Türkler sadece sayıdır. Türkler
pasifçe boyun eğen, kişilikleri b ir tornadan çıkmış
sürü halinde yaşayan b ir ırktır. Onlara uygulanabi­
len tek ölçüm yolu nicelikseldir. Bunun aksine Yu­
nanlı girişken, değer üreten, birey olm uş biridir.76
Türkler altı asırdır insanlık için bir afet olmuşlardır
(...) Bir Türk halkının var olduğundan söz edile­
mez. Ortada var olan bağnaz bir dinsel fanatizm
adına ülkeleri yakıp, yağmalamak için altı asırdır
doğuya çöreklenm iş ilkel ve barbar Müslüman
topluluklardır.77

Son yargıyı verm eden evvel son bir kez düşünmek ge­
rekmez mi? Hiç hafifletici sebep yok mudur? Acaba Türk ulu­
su bütünüyle mi suçludur? Yargı gelm ekte gecikmez:

Korkunç kan dökm e ve yok etm e aygıtı şefin elle­


ri arasındadır. Ve bu vahşi ve gözü dönmüş yok

75 Mülteci.
76 Alfred Beri, "La Thrace et Constantinople" Alfred Beri, sy. 97-100
77 Q.S. Frangudis, (Atina Kıbrıslıları Birliğinin Başkanı) A u x g ra n d s in ju s te s d e la
c o n fé re n c e de la Paix La P ro te s ta tio n e t le R é q u is ito ire d 'u n H e llè n e , Paris,
Misan 1919. sy.2
etm e çılgınlığı Türk halkının tümünü insanlığın na­
zarında suçlu yapmıştır,7B

Türk halkı, bu cesur ve iyi olan halk, her zaman


Hıristiyan çevresinin kanını ve malını em m ek için
pusuda bekleyen b ir sürüngen gib i olmuştur. Türk
halkı suçludur ve cezalandırılmak zorundadır.79

Sonuç:
Avrupa ve Asya öylesine iki farklı dünyadır ki bun­
ları b ir araya getirmek, uzlaştırmak asla mümkün
değildir. Bu iki ayrı dünya topraklan, ırkları, top­
lumsal ve politik rejim leri ve anlayışlarıyla tama­
m en farklı iki zıt kutuptur. (...) Dünya iki kültür ve
iki sistemin somutlaştığı iki kampa bölünmüştür.
Bir yanda fetih ve yönetm e sarhoşu, güce tapan,
yöntem olarak zorbalığı kullanan, yönetim biçim i
despotluk olan bir çapulcu takımı, öte yandaysa
Antik Yunan'ın düşünsel mirasını sahiplenen öz­
g ü r ve dürüst uluslar.80

Osmanlı Türkü'nün Avrupa'da egem en olm uş ol­


ması modern tarihteki en büyük mantıksızlıklar­
dan biridir. İlerlem e yeteneği olmayan böyle aşa­
ğı b ir Asyalı g öçe b e topluluğun Batının uygarlaş­
mış yerli halklarının ortasında tutunup, Sezarlann
büyük kentlerini elinde bulundurması akıllara dur­
gunluk verecek b ir olaydır. Konstantinopolis'i dört
buçuk asırdır ellerinde tutup, buradaki tlıristiyan-
lar üzerinde hâlâ egem en olabilm eleri ne kadar
saçma olsa da bu durumun incelenm esi ve açık­
lanması zorunludur. (.../"

78 Jean Hadzipetros, A p p e l à la C o n s c ie n c e s P u b liq u e , Lozan, Ocak 1919, sy. 6


79 Le C h â tim e n t d e la T u rq u ie p a r un D ip lo m a te , Cenevre, G enel Basım Şirketi,
1919, sy. 12-13
80 Gustave Fougères, Atina Fransız Okulu'nun Müdürü, Fransız- Helen Birliğinin
Başkanı, "la m is s io n de l ’h e llé n is m e et le d evoir du soldat grec dans ¡'Histoire
et dans le présent ", Études Franco -G re cques, Haziran 1918, Paris, Berger-Lev-
rault. 1918
81 F.J.C. Hearnshaw, Turkey in transition", Hew E urope, cilt VIII, 17 Ekim 1918,
sy.
(...] Onlan sistem im ize katmak ve asimiie etm ek
için yapılan girişimlerin tümü başarısız olm uştur
ve ilerde de başarısız olacaktır. Asıl m eskenleri
olan Orta Asya'nın platolarından yola çıkmış ve
Dogu Roma İmparatoriuğu'nun sonunu hazırla­
mışlardır. Er ya da g e ç geldikleri yere dönm elerini
sağlamak, uygarhgın üzerimize yüklediği b ir z o ­
runluluktur.52

Ben sadece Hıristiyan halklarının b ir gün birleşip


küçük Asya'yı bin yıl öncesindeki g ib i süt ve bal
taşan şehirlerle dolu hale getirm elerini arzu ediyo­
rum

Orta Asya'nın platolarına yapılacak geçiş olanaksız gibi


görünse de savaş öncesi Berlin'deki son Amerikan büyükelçi­
si olan James W. Gerard Amerikalıların çok kötü mesken tu­
tulan yerler için çekince koyacağını, federal hükümetin koya­
cağı çekincenin eski ırklar yararına diğer ırkların iskân edile­
ceği parklar biçiminde olacağını kaydetti.84
Paris Konferansı sıralannda yayımlanan bu metinler her
şeyden önce çeşitli partilerin çıkarlarını gözetm eyi hedefliyor­
du. Bununla birlikte -günlük basında çıkan yazılar hariç- yüz­
lerce makale ve yergi yazısı bir halkın ölüm fermanını çoktan
imzalamıştı bile. Tabii ki bu yargı uzaydan inmemişti. Türkler
hakkında yüzyıllardır var olan en olumsuz imgeler, Birinci
Dünya Savaşı yıllarında en üst noktasına ulaşmış, özellikle de
imparatorluğu yönetenlerin Hıristiyanlara uyguladıgı ağır vergi
usulü bu ulusun idam kararının alınmasıyla neticelenmişti.
Batıda bu denli belleklere kazınmış ve güçlü başka imge bul­
mak çok zordur.

82 William Barry. "Constantinople1, n in e te e n th C e n tu ry a n d A fte r, Londra, Nisan


1920, sy. 728
83 A rm e n ia a n d th e S e ttie m e n td a Ronald Burrows'un Müdahalesi. R e p o rt o f P ub­
lic M e eting to ex p re s s S y m p a th y w ith the A rm e n ia n Cause, h e ld a t th e C e n tra i
H ail, Westminster, Perşem be 19 Haziran 1919, Londra. The Armenian Bureau,
1919, sy. 29
84 Ulusal Toplumsal ve Siyasal Araştırmalar Komitesi, 13 Ocak 1919 Toplantısı,
M. Politis, Les A s p ira tio n s n a tio n a le s de la Grèce, Paris, 1919, sy.24
Ulusal Uyanış
Bu koşullarda çöküşten sonra yeniden ayağa kalkmanın
aşın zor olacağı açıktır. Çöken imparatorluğun izini taşıyan
Türk kimliğinin de oluşturulması aynı oranda güçtür. Böylece
yeni Türk devletinin yöneticileri 1923'te bağımsızlıklarını elde
etmelerinden sonra önderleri Mustafa Kemal'in yönetiminde
büyük bir düzenlenme girişiminde bulundular. Bu girişim bu­
gün zahmetli görünüyorsa da bunun nedeni açıkça ya da de­
ğil ondan önce gelen suçlamayı yanıtlıyor olmasıdır.
Yeni devletin sınır sorunu çok faydacı bir şekilde çözül­
müştür. Ulusal hareket Osmanlı güçleri ve müteffikler arasın­
daki 1918 ateşkes hattını istemiştir ve elde etmeyi başarmış­
tır. İçeriğine gelince düşmanların ülke dışına atılmasından
sonra savaş ya da halkların değişimi gereği Hıristiyan nüfusun
büyük çoğunluğunu geri kalanla eşlem ek gerekti. İşte böyle­
likle Büyük Millet Meclisi nin Ankara'daki celbinden birkaç gün
sonra, 1 Mayıs 1920'den itibaren, Mustafa Kemal kürsüsün­
den şöyle bildiriyor:

(...) Bu yüksek m eclisi oluşturan insanlar yalnız


Türk değildirler, yalnız Kürt değildirler, yalnız Laz
değildirler. Onlar birbirini tutan bu Müslüman öğe­
lerden oluşan b ir bütündür. Sonuç olarak bu m ec­
lisin izlediği hakların yaşamın, onurun, ünün ta­
kipçisi olan amaçlar tek b ir Müslüman öğe için ge­
çerli değildir. Onlar, Müslüman öğelerin toplamın­
dan oluşan b ir bütün oluşturuyorlar (...). Bu bütü­
nü oluşturan h er Müslüman öğe kardeşimizdir ve
menfaatlerini tamamiyle paylaştığımız m em leket-
limizdir. Aynı şekilde kabul ettiğimiz ilkelerin ilk
satırlarına göre, vatandaş olan bu farklı Müslüman
öğeler birbirlerine karşılıklı olarak saygılıdırlar;
her birinin tüm ırksal, toplumsal ya da coğrafi
haklarına saygı duyarlar.85

85 A ta tü rk 'ü n S öylev ve D e m e ç le ri, cilt 1. Ankara, 1961, sy. 73-74


OsmanlI İmparatorluğu'nun bitmesiyle dinsel aidiyetin
bir devlet, en azından ulusal bir devlet kurmaya yeterli olm a­
dığı kanıtlanmıştı. Böylece, iki yıl sonra, 1 Mayıs 1922 de Mec­
liste açılış söylevi sırasında, Mustafa Kemal "ırk, din, kültürle
birleşmiş Türkiye halkından" bahsediyor.86 Bu yavaş yavaş
Türk halkına dönüşecektir. Aynı dönem de Türk devletinin
uluslararası alanda tanındığı Lozan Konferansı azınlıkların ko­
runmasının hükümlerini kabul ediyordu. Ancak Türk tarafı
bunların yalnız Hıristiyan ve Musevi azınlıklar olduğunu düşü­
nüyordu. Geriye kalan Müsiümanlar böylece tek bir halkı oluş­
turuyorlardı: Türk halkı.
Bu süreç özünde Batı Avrupa'daki ya da Balkanlar daki
ulusal devlet oluşumundan ayrılmıyordu. Ancak olgunlaşma
dönemi eksikti. Sonuna dek devam eden OsmanlI'nın impa­
ratorluk tutkusu ulus devlet oluşum sürecini bir şekilde kısıt­
lıyordu. Çünkü kuruluşu silahlı çatışmayla meşrulaşan, ulusla­
rarası alanda tanınan devlet ulusu yaratacaktı. Ulusal ideoloji
Osmanlı mirasını çürüttüğü için ideolojik temellerin oluşturul­
ması bu bağlamda özellikle nazik bir şekilde yapılıyordu.
Cumhuriyetin ilanından önce işgal edilmiş İstanbul'da Osman­
lI hanedanının son temsilcisi hâlâ halife olarak otururken Mus­
tafa Kemal Anadolu'daki toplantılarında Osmanlı düşüncesi­
nin çökmesi kampanyasını sürdürüyor: Ona göre büyük Os­
manlI sultanlarının fetih politikası, II. Mehmet'in Bizans ve Ve­
nedik topraklarını hedefleyen Batı politikası, I. Selim in İran,
Suriye ve Mısır yönündeki politikası ve son olarak l. Süley­
man'ın Doğuya olduğu kadar Batıya da yönelik, evrensel bir
imparatorluk kurmayı öngören politikası Türk ulusunun çıkar­
larına ters düşen ve yargılanan politikalardır ve onun felaket
nedenidir.87

Evet, dostlarım, bu saraylar ve onları çevreleyen


hainler, halkı yüzyıllar boyu cehalet içinde bıraktı­
lar. Işığa koşmasını engellediler. Onlar bu halkı ve
bu ülkeyi yalnız iki fırsatta düşünüyorlar. Paraya
ve askere gerek duyduklarında! Bir yandan ülkeyi

86 Ibid.. sy. 221


87 İzmir de Halkla Konuşma. 31 Ocak 1923, Afyonkarahisar Belediyesi Üyeleriyle
Konuşma, 23 Mart 1923, A ta tü rk ün S öylev ve D e m e ç le ri, cilt II, Ankara, 1952,
sy. 12 1 ve 163. • ...
soyuyorlardı diğer yandan ulustan alınan askerler­
le Viyana, Mısır ve İran'ı işgal etm ek için fetihlere
çıkıyorlardı. Oysa, ulusun h içb ir ulusal amacı, hiç­
bir arzusu, bu fetihler için hiçbir menfaati yoktu.
Bu ulusun çocukları tutkusu, ünü ve şöhretleri
için umutsuzca yine onların arkasında e ğ itild i88

Yoldan çıkmış imparatorluğun toplu olarak oluşturulan


bu betimlemesi imparatorluğun yüce kişiliklerine ve oluşum­
larına doğrudan saldırdığından aynı zamanda Osmanlı döne­
mini ezilmiş sayarak bir Türk ulusunun kalıcılığına yol açıyor­
du. Böylece Osmanlı geçmişi reddedildi ancak İslam geçmişi
de kesin olarak mahkum edildi.

Tanımak zorundayız kİ Müslüman dünyanın tama­


m ı h er zaman yanlış zihniyetlerle yoldan sapmıştır
ve bu yüzden Müslüman ülkelerin tamamı Doğu-
'da ve Batı'da düşmanların ayaklan altında ezil­
miştir.89

Geriye Türklerin içine girdikleri uygarlıkların etkileri ka­


lıyor:

Bu Müslüman halklar arasında bizim ulusumuz,


Türkler, gelenek ve görenekleri açısından hiçbir
şeyde aşağı değildir. Türk toplumunun gelenekle­
rinin çoğunluğu İslamm gerçeklerine yakın ve uy­
gundur. Bununla birlikte, Türkler bulundukları
bölgeler ve yaşadıkları yerler yüzünden doğal ola­
rak b ir yandan İran ulusuyla diğer yandan Arap ve
Bizans uluslarıyla ilişki halindeydi. Şüphesiz bu
ilişkiler ulusları etkilemektedir. Ancak bu dönem ­
de Türklerin ilişkiye girdiği ulusların uygarlığı ç ö ­
züm lenm e dönemindeydi. Türkler bozulmuş g öre­
neklerin ve bu ulusların kötü yanlarından etkilen­
mekten kendilerini alamadılar. Bu durumda onlar­
da karışık, bilimdışı, insanlık dışı zihniyetlerin kış-

88 Adana'da Tarımcılarla Konuşma, 16 Mart 1923, Ibid., sy. 121


89 Konya'da Gençlerle Konuşmalar, 20 Mart 1923, ibid., sy. 138.
kırtılması eksik olmadı. İşte çöküşüm üzün temel
nedeni budur.00

Bu betim lem e her şeyd en ön c e yıktığı uygarlıklardan


edindiği yüzeysel vernikle Batı ve (Arap) b a rb a r Türk imajını
yıkmayı hedefliyor. İlişkilerde yalnız kirlenm eleri görerek zo­
runlu bir şekilde köklü bir saflığa g ö n d e rm e d e bulunuyor. Or­
ta Asya Türk'ünün geçm işin e dair yutturmacanın tem elleri
böylece ortaya konacaktır ki bu d a 301u yılların b aşın d a geli­
şecektir.91 Bunu yaparak Türk ulusçuluğu diğier tüm ulusçuluk­
lar gibi yalnızca ünlü ataların ayinine feda ediliyor. Ancak b u ­
rada sorunlar çok d a h a karmaşık. Yalnız başkaldın lm ış O s ­
manlılık ve İslam kültürel bir devam lılık sorunu çıkarm ıyor d a ­
ha çok bu atalar ve topraklan, anavatan ilan edilm iş Orta A s­
ya, başk a yerde bulunuyorlar; an cak A nadolu'nun Batılılar ta­
rafından klasik ilkçağ topraklan olarak istenm esi anılarda can­
lı kalıyor. Bu du rum da ilk sakinlerin kavgası olan ulusçu yiğit­
liğin bu diğer parçası üzerinde durm ak gerek.
Mustafa Kem al 16 Mart 1923'te ziyaret ettiği A d an a nın
ön d e gelenlerine, topraklannın Acem ler, Yunanlılar, Rom alılar
ve diğerleri tarafından işgal edilm eden ön c e Türklerin e fsa n e ­
lerinin bir bölü m ü olan Turan dan gelen lere ait olduğun u, a s­
len Türk olduğun u söylüyor.92 D evam ın da Türk resm i tarihi
kendini ata olarak gösterecegi kök tartışm alannda oldu ğu gi­
bi Anadolu topraklannda Hitit uygarlığının k eşfedilm esin den
d e yararlanacak ve tartışmaya kesin bir nokta koyacak. Hitit
dilinin Hint-Avrupalı kökeninin keşfi bu edinimi tehdit ediyor­
du ancak Türk tarihi çoktan dah a büyük ufuklar keşfediyordu.
Bir iç denizin kuruması son ucu halkların göçtüğü Orta Asya'yı
uygar dünyanın beşiği yaparak Türkleri evrensel atalar haline
getiriyordu. Buna koşut olarak bir dil teorisi Türk dilini diğer
tüm dillerin ana kalıbı yapıyordu. 30'lu yıllarda hazırlanan ve
okul kitaplannda kullanılan, günüm üze dek güçlü izler bıra­
kan bu bütün, tabii ki iç tüketime kalıyor. Kullanılırlıgı Batı sal-
dırılanyla yaralanmış Türk ulusçuluğunun yüreğine su se rp ­
mekten çok Batı m odelinin hazırlanm ası ve uygulanm asını ka­
bullendirm esi oldu.

90 Ibid., sy. 139-140


91 É tien n e C o p e a u x nun m a k a le sin e bakınız
9 2 Atatürk'ün Söylevleri, Ankara, 1968, sy. 109.
G erçekten OsmanlIların kararsız ve karalam a olarak yar­
gılanan "Batılılaşm a eğilimlerine dahil olan İslam 'ın reddi kül­
türel m odelin seçim inde sorun yaratıyordu. Orta Asya'nın ata­
ları, Arapça ve Farsça sözcükleri ayıklamayı hedefleyen dil
devriminin temellerini atabildi. Ancak ulusçuların istedikleri
m od ern bir toplum m odelini gerçekleştirm ek zordu.
Ancak başta Mustafa Kem al, O sm anlı reform cularının
ve on lan izleyen İslamcıların yapm ayı düşündüğü, uygulana­
cak Batı tekniği ve reddedilecek yaşam tarzı arasında bir bö-
lümlendirmeyi yeniden ele alıyor gibi görünüyor:

Sınırlarımız içinde içimize kapanıp dış dünyayı bil­


m ezlik yapamayız. Çağdaş uygarlığın ortasında
ilerlemiş ve uygarlaşmış bir ulus olarak yaşıyoruz.
Ve bu yalnız bilgi ve teknikle olabilir. Bilgiyi ve
tekniği bulunduğu yerden alacağız ve onlan ulu­
sun h e r bireyinin kafasına yerleştireceğiz. Bilgi ve
teknikle ilgili başka bir çözüm yoktur.93 Entelektü­
ellerimiz ulusum uzu uluslann en m utlusu yapm a­
y ı savlıyorlar. Tam olarak diğerleri için ne yapıldıy­
sa onu yapm ayı ileri sürüyorlar. Ancak, bilincinde
olm alıyız ki böyle b ir teori asla başarılamadı. Bir
halkın m utluluğu diğerinin m utsuzluğunu doğura­
bilir. Aynı nedenler ve aynı koşullar birilerini m ut­
lu, diğerlerini m utsuz kılabilir. Bunun için, ulusu­
m uza izlem esi gereken yo lu gösterirken bilimden,
keşiflerden, dünyanın ilerlemesinden yararlana­
lım ancak unutmayalım ki temelleri buradan biz
kendim iz çıkarmalıyız.94

Ertesi gün Konya'nın kadınlarına giysilerinde AvrupalI


kadınları taklit etm em elerini, ulusal özellikler bulmalarını
öneriyor.95 Ancak, bir kere Osm anlı, geçm işi ve dini kurumla-
rıyla bir kenara atılınca ulusçu idareciler için artık tek bir m o­
del olm am ası ve "uygarlığın" Batılı m od ele eş olm ası doğal
oluyor. Böylece Konya kadınlarına söylevinden iki yıl sonra
Mustafa Kemal, İslam hukukunu ortadan kaldıran Medeni Ka-

93 Bursa d a İlkokul Ö ğ retm e n lerin e S ö y le v ; 27 Ekim 1922, ibid., sy. 87


9 4 K on yalı G e n ç le rle K onuşm alar, sy. 141
9 5 K onyalı Kadınlarla K onuşm alar, ibid ., sy. 151
nun devriminin gerekli tam am layıcısı olarak kılık kıyafet dev-
rimini yapm ak zorunda oldu ğu n a inanıyor.

Türkiye C um h uriye tin i kuran Türk halkı uygardır.


Tarihte uygardır, gerçekte uygardır (...) uygar Türki­
ye'nin gerçekten uygar halkı, uygar ve ileri bireyler­
den oluştuğunu tepeden tırnağa dış görüntüsüyle
göstermek zorundadır(...) Size soruyorum : Giyimi-
niz ulusal m ı? (yanıtlar: hayır) Giyim iniz uygar ve
uluslararası görünüm de m i? (yanıtlar: hayır) (...)
Turanlı giysiyi canlı tutmanın bir nedeni bulunm a­
maktadır. Uygar ve uluslararası giyim halkımıza uy­
gun olan b ir giyimdir. Böyle giyineceğiz.96

Bu devrimi aynı doğrultuda birçok başka devrim izleye­


cektir. Bunlardan biri 1928'de Osm anlı - İslam geçm işini b o ­
zan Latin alfabesinin kabulüdür. Daha sonra Batıyla uyuşm az­
lığı yok etm ek zorunda olan Mustafa Kem al Atatürk binalann
ön yüzüne ve öğrencilerin kafalanna kazınan ünlü tüm ceyle "
n e Mutlu Türk'üm Diyene!" demiştir. Kemalist devrim lerle anı­
lan Türk ulusal rönesansı. Batıdan büyük bir kopm anın ardın­
dan giderek artan şekilde ilerlemenin vazgeçilm ez bir koşulu
olarak görülen, Batıyla bütünleşm eyi ulus devlet nedeniyle
sağlam aya çalışır. Yani kabul edilen dem okratik rejimin tem e­
line Batılı düşünceyi koyar. Türklerle Batının tutkulu tarihi iliş­
kilerinin inceliği bizi o ya da bu şekilde önlem alm aya sürükle­
men. Bir yandan, Kemalizmin istediği geçm işle baglan n kop­
masının olanaksızlığı doğal olarak bir den ge sağlamıştır. O s­
manlI ve İslam geçmişi tarihsel devamlılıkta tekrar birleşm iş­
lerdir ve günüm üz Türk'ünün betim lenm esindeki yerlerini sert­
çe tartışmaktadırlar. Diğer yandan az çok saklanm ış, az çok
birbirine ters düşen, Batıda "Türkler" sözcüğünün anlatımıyla
yapılmış betim lem eler kalabalığını bilm ezden gelem eyiz.
On beş yüz yıllık uzun tutkulu ilişkilerin böyle uzun bir
g özden geçirilmesi, belleğin tuzaklarına düşm eyi en gellem eyi
den em ek üzere yapılmıştır.

9 6 M ahm u t G öloğ lu , '2 7 A ğu sto s 1925 İn eb olu K o n u şm ala rı" D e vrim le r ve


Tepkileri (1 9 2 4 -1930 ). Ankara, 1972, sy. 141
Türk Halkları
Louis Bazin

Balkanlar'dan Çin'e aralarındaki dil benzerliklerini sürdüren,


ortak kaynaklı efsanelerin sınırında, Türk halkları yanyana bulunu­
yor. Islamlaşmış yerlerde iki büyük yazılı dil gelişiyor ve bu 20. yü z­
yılın birleşmeyi amaçlayan devrimlerine dek bir bölgeden diğerine
büyüyen değiş tokuşlara yanyor.

Türk Halkları" ifadesi, son kullanımıyla, kısaca k on uş­


malarının, göçler ve bağlantılar yoluyla ya d a farklı kültürden
ve farklı dilleri konuşan halklarla karışm a sırasındaki coğrafî
dağılım son u cu yüzyıllar boyu lehçe farklılıklarına uğram ış bir
dil oluşturan büyük bir topluluğun bütününü imler. Sıra dışı
bazı durumları bir kenara atarsak, b u farklılıklar an laşm a zin­
cirleriyle güçlü bir dil bağı yaratırlar. Bu zincirlerin her birinde­
ki anlık iletişim düzeyi yakınlaştıkça yükselir ancak uzaklaş­
m ayla düşer.

Her şekilde, tarihin ve karşılaştırmalı dilbilimin ispatlan­


mış bilim sel yöntemlerle yüz yıldır elde ettiği ve gittikçe d a h a
kesin olan sonuçları, Türklerin görünüşte en yanlışların d a b u ­
lunduğu bu konuşm alar için "ortak Türkçe" diyebileceğim iz
bir dil gelişim inden geldiklerine kuşku bırakm azlar. Bu ad Hı­
ristiyan dönem in ilk yüzyıllarının kom şu dil topluluğu d ö n e m i­
ni yeniden kurabileceğim iz bir şekilde ç o k yakın bir yazılı şe k ­
li ilk belirleyen halktan geliyor. Çin tarihinde beşinci yüzyılın
ortasında beliren bu eski Türkler, o zam an Altay Dağlarının
eteklerinde oturan savaşçı ve ç o b a n göçebelerin kavimlerini
oluşturuyorlardı. Demir işleriyle uğraşırlardı. Yönetim deki ka­
bile dü şm an kabileyle yapılan bir savaştan sonra ölüm e bıra­
kılan gen ç bir savaşçıyı ve onu bulup bir m ağarada büyüten
dişi kurdu ataları olarak kabul eder. Onların birleşm elerinden
on erkek çocuk doğar. O n lar b ö lge d en kadınlarla evlenirler ve
nesilleri devam eder.
Diğer Türk halklarıyla da ortak olan bu Anakurt Efsane­
si (Borte Tchino Moğol e fsan esin de "boz-kurt" C engizhanın
soyagacın d a ilk addır) hiçbir zam an tam am en unutulmadı.
Türkiye'de, aşın milliyetçilerin hareketinde bunun bir yansı­
m asını "boz-kurt" olarak buluyoruz. Ancak eski e fsan e başk a
bir yöne gidiyor çünkü atalann. Turfan bölgesindeki (Türk -
Uygurlann gelm esinden ön ce Hint-Avrupalılann oturduğu böl­
ge) kadınlarla evlilikleri Türk halklannın ve özellikle Türkler-
den Osm anlIlara kadar hüküm darlann tarihleri boyunca son
bulm ayan çokeşliliğinin tipik bir örneğidir.
Altıncı yüzyılın ortasında, Altay Türkleri, güçlen erek bey­
lerine karşı ayaklandılar ve bugünkü Moğolistan topraklarını
fethettiler. Başlan Bumin kendini 5 5 2 'd e kağan ilan etti. Bu sı­
rada kardeşi İstemi Am-u Derya ya kadar Altaylar'ın dogu boz­
kırlarını fethe gidiyordu. Böylece Türkler, Çin'in İran'a giden
kervanlannın yolunu denetleyerek birden Orta Asya'da, önce
Bizanslılann ticaretleri için birleşm ek zorunda kalacaklan bir
güç oluşturm uş oldular.

Moğolistan 'Türk' İmparatorluğu


Çin S ed d i'n e sık sık baskın yapan Türklerle Çinliler ara­
sındaki ilişkiler hem sıkı hem fırtınalı olmuştur. T angların güç­
lü h anedanı Asya'da Taşkent'e kadar olan b ölged e askeri bir
korum a sağlam ayı başardı ve 6 30-680 yılları arasında Türk
hüküm darlannı vesayeti altında tuttu. Ancak Moğolistan kabi­
lelerinin Bum inin uzaktan bir torununun yönetim inde başlat­
tıkları " bağımsızlık savaşı" bu bağım lılığa son verdi. Galip ta­
raf İlteriş Kağan adı altında (im paratorluğun birleştiricisi) Çin
S ed d i'n e Kadar, Altay Türk dünyasına h ü k m edecek ikinci bir
hanedanlık kurdu. Bu hanedanlığın ilk üç kağanının yönetimi
altındaki İlteriş (6 8 2 -6 9 1 ) kardeşi Kapgan (6 71 -71 6 ) dah a
son ra oğlu Bilge ( 7 16-734)'nin Moğolistan Türk İm paratorlu­
ğu, T'anglann Çin ini savaş ve b a n ş olasılıklarıyla kaygılandı­
ran bir kom şu oldu. Kağanların orduları yalnız Çinlilerle ve
Türk olm ayan müttefikleriyle değil bunun yanında etrafların­
daki Türkçe konuşan tüm diğer kabilelerle (Kırgız, O ğuz, Uy­
gur v b .) ve hatta dü şm an kardeşleriyle -Batılı Türklerle- sa v a ş­
m ak zorundaydılar. Bilgehan ın ölüm ü n den on yıl son ra Dogu
Türk İm paratorluğu çök er ve kuzey Moğolistan Oğuzlarını yö­
neten kavim, Çin'in müttefiki Uygurların topraklarının sahibi
olur. Etkin varlığı iki yüzyılı g e çm e se de Moğolistan Türk İm­
paratorluğu Türkçe kon uşan halkların kültürel tarihinde
önem li bir rol oynadı. Çünkü her şeyden ön ce güçlü örgütlen­
m iş ilk Türk devleti ve ayrıca d o ğu d a Çin ile ve batıda SO GD I-
ENNE ile bağlantılarından gelenleri kendi gelenekleriyle sen-
tezleyerek gelişm esini sağladı ve dönem in Türk dünyasında
en ileri uygarlık oldu. Çünkü, Türk dilinin yazılmasını ilk onlar
başlattı. İm paratorluğun b u yazılı ve resm i dili bütünlüğünü
ve düzenliliğini, en ünlüleri Orhun yazıtları olan 20.yy'da M o­
ğolistan'da bulunan ve büyük yazıtlar olan en eski Türk m etin­
lerinde bulmuştur. Bilge K ağanın ağzından aktarılan O rhun
yazıtları. Kağanın kendisinin ve küçük kardeşi Kültigin in m e­
zar taşı yazılarıdır. Bunlar hanedanlığın şerefin e yapılm ış b ü ­
yük tarihi fresklerdir ve dah a sonra O sm anlı m onarşisinin de
olacağı gibi evrensel kutsal hukuk m onarşisinin ideolojisini
anlatan siyasi göstergelerdir. Kağan Tengri Göktürklerin b ü ­
yük tanrısı, geleneklerine ve atalarına sadık kaldıkları sü rece
dünya hakimiyetini sağlayan savaş tanrısı tarafından var edil­
di. Bu ideal imaj aynı zam an da Çin imparatorlarının ve dah a
son ra Cengizhan'ın da imajı olacaktır.

Sekizinci yüzyıl Türk yazıtlarının resmi dili, görün en d ü ­


zeniyle, bir koine*dir. Diyalekt (lehçe) özellikleri soyutlayarak
ve en iyi anlaşılm a am acıyla standartlaştırılmış dilde -Uygurla­
rın 744 te Moğolistan'ı yönetm eye geldiklerinde ora d a kullan-

O rtak uzam
dıkları aynı figürler ve aynı yazılarla tam olarak aynı dilde- im­
parator yazıtlarını kurm uş olm aları bu açıdan bilimin başarısı­
nı ispatlıyor. Ancak yöneticisi o ld u k la rı" D okuz O ğuz " kavim-
leri yüzyıllardan beri Baykal G ölü nün güneyinde Selenga'nın
aşağısında, e sa s Türk yerleşiminin kuzeyinde bulunuyordu ve
konuşm alarında bazı diyalekt özgünlükleri su n m ak zorunday­
dı. Ancak bu özellikler Oğuzların egem enlerinin dilini anlam a­
larını doğal olarak yasaklamamalıydı.
Sibirya'da Yenisey'in yukarı bölgelerinin Türklerden da­
ha d a uzak ve yüksek dağlarla ayrılmış halklarının Türkçfelerin-
d e onlara oranla bazı farklılıklar vardı. Bu onların (eski Kırgız-
lar ya d a diğerleri) 8. yy'ın başından beri cenazelerinde bu ay­
nı dili kullanmalarını ve bu dili 10.yy ya d a 11. yy'a kadar ko­
rumalarını engellem edi.

Uygur Devleti
840'ta bu d e fa yukan Yenisey Kırgızları, Moğolistan'ın
denetim ini aldıkları ve Uygurları yakaladıkları zam an gün eydo­
ğuya, gelecekte "Çin Türkistan" olacak olan T'ien-chan' a ve
Tarim bölgesin e çekildiler.
O rad a bir bölüm ü Hint-Avrupalı olan şehirleşm iş, Çin ile
iyi ilişkileri olan, on un cu yüzyılda giderek güçlenen bir toplu­
lukla bir yerleşik devlet kurdular. Yeni yerlerinde Çin'e d ö n ­
m üş kağanlarından birinin M oğolistan'da 7 6 3 ‘te resmi din o la­
rak tanıttığı Manicilik, yavaş yavaş Hint-Avrupalılann yerel Bu-
dizmi lehine etkisini yitirdi ve Nasturi Hıristiyanlığının bazı b a ­
şarıları oldu. Uygur hüküm darlarının hoşgörü siyasası üç dinin
barış içinde yaşam alarını sağladı. Yine de Buhara ve Sem er-
kand a kadar ilerleyen ilk Türk M üslüm an hüküm darlık olan
Karahanlılann kurulduğu ve 960 yıllarından başlayarak çeki­
len merkezi K aşgar olan batının Islam laşm ış bölgelerini haki­
miyetinde tutmayı başaram adı.
Uygur Devleti bu ayrılmanın kesin olm asının ardından
1017 de iki başkent ile o dö n em için g ö rece dingin bir varlık
sürdürdü. Bu başkentler Tien-chanlar da Beşbalık (Bechbalik)
ve Turfan çöküntüsünde Kotço (kotcho) dur. Uygur Devleti,
Kutça bölgesin e kadar olan Tarim varlıklarını korudu. Ticare­
tini Touen-H ouang'a kadar yaydı ve 1125'e doğru Karakitay-
lar ın yönetimine ve dah a son ra 1206'da Cengiz Han ın e g e ­
m enliğine girmeyi kabul e d erek kurnazca bir siyasa güttü. Bu,
Uygur seçkinlerinin Moğol İm paratorluğunun yönetim inde
önem li bir rol oynam alarını gerektirdi.
Uygurlar, 9.yy'dan lO .yy'a dek dah a çok dinsel - Budist,
hatta Hıristiyan- ve Ç in ce'den , Sanskritçe'den, Hint-Avrupa dil­
lerinden ve SYRIAQUE'dan yapılan çevirilerin hakim old u ğu
bir yazılı edebiyat ürettiler. Büyük çoğunlukla taş üzerine ya­
zıtlarda dah a çok SOGD İEriNE kökenli geom etrik karakterler­
de işlek bir a lfabe kullandılar.

Touen- H ouang d a 1000 yılından h em en son ra bir m a ğ a ­


ra duvarında bulunan en eski Uygur yazılan (9. yy ve özellikle
10. yy) ekonom ik ve toplum sal yaşam ı üzerine bizi bilgilendi­
ren özel yazışm alann en ilginç olanları arasında yer alıyor.

Türk Dilinin Kökleri


Uygurlann yazılı dili yine onlar tarafından Türk-Uygur tili
ya da Türk tili (dili) olarak adlandınlıyor. D em ek ki Uygurlar ya-
zılannda eski m etbu (yazılı) ya d a dü şm an lan M oğolistan
Türkleri tarafından ortaya konan standart dili kullandıklarının
tam am en bilincindeler. Eger alfabelerini g ö z ö n ü n e alırsak,
8.yy Türk yazıtlan dili ile ilk Uygur Türkçesi arasındaki ö n e m ­
li tek farkın Uygur Türkçesinin yaptığı alıntı sayısının dikkati
çeken fazlalığında yattığını görürüz. İkisi de tem elde Türklerin
dah a çok değiştirerek alıntı yaptığı Çince ve Çağatayca'ya d a ­
yanıyor. Uygur din adam lan kendi dinlerine göre Sanskritçe'­
den, Hint-Avrupa dilinden ya da Süryanice'den alıntılar da ek ­
liyorlar. Ancak esas olan onların yazılı ifade dili olarak Türkçe­
'yi tanımalarıdır.

Onlara gelince, Uygurlardan ayrılmış M üslüm an Kara-


hanlılar, 1 l.yy'd a yazılannda aynısını yapıyorlar. Büyük didak­
tik şiir Kutadgu Bilig (1 0 6 9 ) in şairi Türkçe yazacağını bildiri­
yor. Büyük filolog Kaşgarlı Mahmut "Büyük Türk Dili ve Diya­
lektleri'' adlı eserinde (Arapça) (1 0 7 2 -1 0 85 ) Türk dilini ve
halklara göre değişkenliklerini anlatıyor. Ancak konuşm aları
arasındaki farkları sergileyerek dil açısından ak raba olan tüm
halkları (Uygur, Oğuz, Kıpçak, Kırgız) Türk (A rapça çoğulu At-
rak) olarak adlandırıyor. Karahanlılar tarafından Türk-Uygur
harfleriyle oldu ğu kadar Arap karakterleriyle de kullanılan ya­
zılı Türkçe, Uygur Türkçe'sinden yalnız İslam 'ın ed e b i dilleri
Arapça ve Farsçadan yaptığı alıntılarla ayrılıyor. Bu fark bir ke­
nara kon du ğun da yazıt Türkçesi, yazılı Uygur Türkçesi ve ilk
Müslüm an Türk devletinin okur-yazar Türkçesi arasında derin
bir devamlılık vardır. Bu devam lılık Orta Asya Türkleri arasın­
da İslam 'ın ç a b u k yayılması süresince d ev am edecektir. Böy-
lece Moğol dili ve Çin kültürü olan Karakitayların işgali Orta
Asya'da İslam laşm ış Türk-İran dünyasında (Aral G ölü nün) gü­
neyinde H arzem şahlann üstünlüğünü sağlayan Karahanlılar'ın
doğudaki varlıklarını boyunduruğu altına alarak 12.yy'ın orta­
sın da Sir-i Derya ya ulaştığı zam an H arzem şah devletinin Türk
dili yazarları Karahanlılar Türkçesine oranla yalnız küçük ses
gelişm eleri gözlem lediğim "H arzem Türkçesi" ile bazı eserler
yazmışlardır.
Cengizhan ın Moğol orduları ve generallerinin başdön -
dürücü fetihleri tüm Asya'yı istila etti. Otuz yıl sonra, Moğol
İm paratorluğu Karadeniz'in kuzeyine kadar tüm Asya'ya, Türk­
çe konuşulan alanın n eredeyse tam am ına yayılıyordu. Cengiz
Han 1228'deki ölüm ün den ön ce fetihlerinin mirasını oğulları­
na paylaştırmıştı. Oğullarından Çağatay'ın payına Türklerin ar­
dından Moğolistan dışındaki Uygurlann ayağını kaydırmaların­
dan son ra yazılı bir Türk dili geleneğinin geliştiği topraklar
düştü: T'ien-chan ve Tarim Uygur bölgesi, Kaşgar, Sir-i Der­
yan ın aşağısı ve Am-u Derya. O rada İslam laşm ış Türk dünya­
sında (14.yy'ın son u n a dek çoğunluğunun Budist kaldığı Uy-
gurlar hariç) "Harzem Türkçesi"nden az farklı Arapça karakter­
lerle bir yazılı e d e b î dil türedi. Bu dil, Karahanlılara kalan kla­
sik Uygur ve 8.yyın başından beri var olan Moğol Türkçesidir.
Bu dikkati çeken devam lılığa koşut olarak "Çağatay Türkçesi"
adlı yazılı dil gelişm iş olduğu Cengiz Han yönetim ine gön der­
meyle özellikle Tam erlan ve torunları Çagatay’ınkilerin Sir-i
D eryaya kadar eski yönetimin batı bölüm ündeki hakimiyetin­
de yerlerini alm alarından sonra, 14. ve 15. yy'da tüm O rta A s­
ya'da yayıldı. Kullanıcıları tarafından basitçe "Türkçe" denen
Çağatay Türkçesi ya d a "Dogu Türkçesi", yüzyılımızın başına
kadar Orta Asya Müslümanlarının yazı dili olarak kaldı. Dil o
zam an "Rus" ve "Çinli" iki Türkistan'ın üzerine ve V olga Tatar­
larına kadar yayılan bir alan da kuruluyordu. Böylece k on uş­
maları zam an içinde gittikçe farklılaşan birçok Türkçe kon u­
şan halk arasında iletişime yarıyordu. İslam ile b u halklara or­
tak bir kültürel tem el sağlıyordu.

Osmanlı Türkçesi
Türk dünyasının öteki büyük dili olan O sm anlı Türkçesi
b a m b a şk a bir şekilde, alt bir g e le n e g e dan ışm adan gelişti.
1071 'd e Selçukluların BizanslIlar v e Erm eniler üzerindeki za­
feri Anadolu'yu Türk fethine açtığında oraya sızm aya ya da
güçle girm eye başlayan g ö ç e b e gruplar büyük çoğunlukla
O ğu z dili konuşuyordu. Ancak O guzlar-Selçuklular gibi uzun
zam an ön ce doğuya göç e d erek Uygurlar tarafından yönetilen
Kuzey Moğolistan "D ok uz O ğuz" kavimini terk etm işlerdi-
8 40'ta Kırgızların itmesiyle gerçekleşen göçlerinden son ra o n ­
ları T'ien-chan ve Tarim'in aşağısında izlem em işlerdi. 10.
yy'da Balkaç (Balkhach) gölü ve Aral gölü arasına geldiler. Ba­
zıları aşağı Sir-i Derya nın sa g kıyısında durdu. Büyük bir b ö lü ­
m ü ise İslam 'a g eçerek Türkm en adını aldıkları H orasan 'a yö­
neldi. Bu son bölüm Büyük Selçuklu gruplarını oluşturanlar­
dır. Uzun zam an Uygurlardan ayrı ve g ö ç e b e bir yaşam sürer­
ken yazılı dil gelenekleri olm am ıştı ya d a kalmamıştı.

Böylelikle, konuşm aların temeli üzerine An adolu 'da,


kuşkusuz 12. yy'ın ikinci yarısında, 14. ve 15. yy'da O sm anlı
Türkçesine d ö n ü şecek olan bir yazılı dil oluştu. Bu k on uşm a­
lar, klasik Uygurca, Karahanca ve Çağatayca'nın direndiği bir­
çok se s değişim ine uğradı: Baştaki -t ve -k ların ok un u şu (til -
den dil; k e ld e n gel), tek heceliler haricinde son d ak i -g'nin
(yaylag'dan yayla) ya da sessizden sonraki -g'nin dü şm esi
(tamgak'tan dam ak), hece düşm eleri yaratan iç seslilerin d ü ş­
m esi (tarılağ tan tarla) vb; ekleri ya da değişim leri, sö z c ü k ye­
nilemeleri {biti - yerine yaz - (yazm ak)).
1 0 7 1 d e n itibaren, Selçuklu dö n em in d e Anadolu'nun
Türkleşm esi oldu kça yavaş ilerledi. İran d a olduğu gibi A n ado­
lu 'd a da Selçuklu aristokrasisi Acem -İslam kültüründendi. G ö ­
ç e b e ya da köylü olarak yerleşm iş Türkm enler kentlerde azın­
lıktaydılar. Kentte Acem egem enliğindeki dönem in bir Türk
atasözü bu durum a şahit olarak: "Türk iti, şeh re gelince Fars­
ça ürer" der. Kültürel İranlaşm aya 1242 de M oğol işgali son
vermiştir. Kışkırttığı sorunların lehine yeni g ö ç e b e Türk grup­
ları Anadolu ya girdiler. Özellikle T rabzon Rum Krallığı, Bizans
İmparatorluğu nun Ege bölgesindeki dogu bölüm ü ve Kilikya
Ermeni Kralhgı'nın bulunduğu yarım adanın tüm üne yayılma­
m ış olan Selçuklular etraflarında Türkçe'nin gelişm esini pekiş­
tirdiler.
14. yy boyunca Anadolu, Türkleşm enin eskiye oranla
açıkça dah a hızlı ilerlediği beyliklere bölünüyor. Bu ilerleme
yalnız Türkm en halklarının artmasıyla değil, yerel toplulukla­
rın bir bölüm ü n ün özüm lenm esiyle de gerçekleşiyor. İslam a
geçiş ve Türk geleneklerinin desteklediği karm a evlilikler bu
özüm lem eye ve Türk dilinin genişlem esin e katkıda bulunu­
yor. 13.yy'ın ikinci yarısında içine kapanık olarak başlayan ya­
zılı dil ve An adolu Türk yazınının gelişim i işte bu dö n em d e
gerçekleşiyor. Bu Osm anlı öncesi Türkçe tüm olgunluğuna
15.yy da, Moğolların ayağının kaydırılmasından son ra O sm an
B eyin torunlarının küçük beyliğinin O sm anlı İm paratorluğu
haline geldiği Anadolu 'da ve dah a son ra Balkan Avrupa'sında
ulaşır. Bu Osm anlı Türkçesi im paratorluğun sultanı II. Meh-
m ed 1453 te Konstantinopolis i fethedip Bizans İm paratorlu­
ğ u n u n yıkımını gerçekleştirm esiyle tam olgunluğuna erişe­
cektir. Osm anlı Türkçesi aşağı Asya, Balkanlar ve Kuzey Afri­
ka'nın önem li bir bölü m ü n d e e d e b î dil ve im paratorluğun yö­
netim dili olarak çabu k yayıldı.
Böylece 14.yy'ın son un dan itibaren İslam kültürünün iki
büyük Türk yazı dili, Türkçe dünyasını ikiye bölüyor: Batıda
O sm anlIca; d o ğ u d a Çağatayca. Her ikisi de aralarında büyük
bir iletişim olmaksızın büyük yazınlar geliştiriyor ve her ikisini
de çok az sayıda entelektüel konuşuyordu. 13. yy. Batılı O ğuz­
ların konuşm alarında kullanılan Osm anlı Türkçesi ile 8. yy.
D oğu Türkçesi yazılı geleneğini sürdüren Ç ağatayca arasında
yazın dilinin birleşm esini engelleyen an cak aşılm az olm ayan
çok önem li farklar vardır. Orta Asya kanatları O sm anlI'nın ya­
yılm asından şü p h e ederken siyasi durum lar zaten elverişli d e ­
ğildi. Aslında Osm anlı Türkçesi im paratorluk dışında ve Kırım
ya da İran Azerbaycan'ının bir bölü m ü gibi bir süre bağlı ka­
lan kom şu bölgelerde yayılmadı.
Çağatayca ise kendini Orta A sy a'd a Türkçe konuşan
Müslüm anların ortak yazı dili olarak kabul ettirdi. Mogol e g e ­
menliği zam anla Çağatay oulus'u içinde geliştikten son ra
alanını genişleterek Tim ur İm paratorlugu' na ve D ogu ve Batı
Türkistan 'ı da içine alan onun so y u n d a n g e le n le rin
krallıklarına yaydı. Kıpçaklar ve Kırgızlar gibi yazısız, gü n e y d o ­
ğu Sibirya kökenli Türkçe konuşan kardeşleri Kazaklar d a ya­
zılı kullanımları için Çağatayca'yı k abu l ettiler. Çağatayca, Ta­
tarlar tarafından d a kullanıldı: Bunlar, Cengizhanlılann yöneti­
m inde 13.yy.'da D ogu Avrupa'ya Volga'nm aşağısına, K arad e­
niz'in kuzeyinden Kırım ve kuzey Kafkasya'ya k adar gelen M o­
gollar aynı yerlerde onlardan ön ce yaşam ış olan Kıpçaklarla
kaynaştılar. S o n u n d a onların dillerini ben im sed iler ve İslâm ­
laştılar. 14.yy'ın so n u n a kadar Altın O rdu adı altında, b u b ü ­
yük alan üzerinde önem li bir iktidar uyguladılar. İçsel b ö lü n ­
meleriyle ve Timurlarla ve dah a son ra M oskova ile olan soru n ­
ları on lan güçsüzleştirdi ve en önem li kanatlan Kazan K anadı
1552 d e Korkunç İvan ın Ruslan tarafından fethedildi. Astrak-
han kanadı aynı yazgıyı dört yıl son ra yaşadı. 1480'li yılların­
dan başlayarak Osm anlı him ayesinde olan Kırım kanadı Rus-
lar tarafından 1783 te fethedildi.

Mogol fatihler Kıpçak ağzının eg em e n oldu ğu Türkçe ko­


nuşan topluluklar kitlesinde çabuk erim esine karşın Tatarlann
dili - Mogol kökenli adlanna karşın- Mogol etkisinin hiç görü l­
mediği bir Türk dilidir. Çok belirsiz bir şekilde yalnız sö z c ü k ­
lerdeki İslam laşm adan kaynaklanan Arapça ve Farsça alıntılar
vardır. Kırgızlar ve Kazaklar için de aynı şey geçerlidir. Ancak
dah a ge ç İslâmlaştıkları için Tatarlara oranla bu iki dilden d a ­
ha az alıntı yapmışlardır. Güney Sibirya'da kalan Türkçe konu­
şan küçük halklar için bu alıntılar dogal olarak çok azdır hat­
ta yoktur: Altaylılar ya da Yukarı Yenisey'in aşağısındaki İslâm ­
laşm am ış TOUVIENLER, bunlardan aynlıp Moğolların zorlam a­
sıyla Sibirya'nın kuzeyine göç eden Yakutlar.
Arapça ve Farsça sözcükler, Hıristiyan azınlık (Balkanlı
Oagavuzlar'ın ya d a Anadolulu Karam anlılar ın O sm anlı şivele­
ri) ya d a m ozaik dinli (Karahitaylar, Kıpçak şivesi, D ogu Avru­
pa'da ve Kırım'da) Türklerin şivesine az çok girdi.

20. yüzyıl: Kopma


Islam laşm ış, Türkçe konuşulan alandaki iki büyük yazı­
lı dilin kullanımı (batıda O sm anlıca- d o ğu d a Çağatayca) arala­
rında etkileşimi sağlayan entelektüel iletişimi geliştirm eye yö­
nelik kültürel bir etki yaratsa d a 20.yy'da Türkçe konuşanla­
rın çok büyük bir çoğunluğunu içine alan üç tem el devletin -
Türkiye, SSCB, Çin - yeni dil politikaları böyle bir süreci tersi­
ne çeviren durum lar yarattılar.

Bu durum lar ise farklı ideolojileri benim seyerek (K em a­


lizm, Leninizm, Maoizm) birçok m od ern devletle bu siyasala­
rın ortak yanı ustaca bir dil ve yazın tekeline sahip dah a çok
azınlıkta kalan entelektüel bir sınıfın tutucu geleneklerinden
kopuyor olmalarıydı. Okum aya, yazm aya ve eğitime dah a çok
ilgi uyandırm a am acıyla sözlü uygulam a ve se s tem elinde bir
yazı dili d e geliştirdiler. Üç devlette d e dinsel hiyerarşi ve ör­
gütlerin gücü n e karşı m erkezi siyasal iktidarı güçlendirm eye
yönelik laikleştirici irade de vardı. Türkiye'de 30'lu yıllardaki
harf (Arap harflerinin yerine Latin alfabesi) ve dil devrimi
(Arapça ve Farsça sözcüklerin azalıp yerine Türkçe sözcük le­
rin gelm esi) artık am acına geniş ölçü de ulaştı ve bunu "yeni
Türkçe"deki okur- yazarlık seferberliği izledi. Bunun sonucu,
basının da büyük etkisiyle, ülkede resm i dilin yerleşm esinin
ardından yerel şivelerdeki büyük orandaki gerilem e olmuştur.
SSC B'de, konuşm alarıyla ve özel tarihi geçm işleriyle bir­
birinden ayrılan birçok Türkçe konuşan topluluğun (Ö zbekler,
Azeriler, Kazaklar, Tatarlar, Türkm enler, Kırgızlar- Hunlann di­
line dayanan çok parçalı' dillerdir -Çuvaşlar- Tatarlar tarafın­
dan Türkleştirilmiş Volga Uralları - Başkirler) her biri sözlü te­
m eld e kendi yazılı dillerine ve fonetikleşm iş dillerine -
1927'den son ra Latin, dah a sonra 39-40 'dan itibaren Kiril- s a ­
hip "uluslar"' oluşturdular. S ibiryadaki Yakutlar için d e durum
aynıdır. Altay - Yenisey S ib iıy asın d a birçok kabile aralarında­
ki dil benzerliğinden ve yakınlıktan dolayı standart bir dille d o ­
natılmış üç ulus halinde birleşti (Altaylılar, Kafkaslar, TOUVI-
ENLER). Ç ağatayca yasaklandı ve adı "eski Ö z b e k ç e " oldu.
Çin Türkistan'da "uyruklar" oluşturan çok büyük çoğu n ­
luktaki Uygurlar (eskiden Türki), Kazak ve Kırgız azınlıklar gi­
bi, 5 0 lerde fanatik olacak Arap karakterli bir dilsel standart
oluşturdular. Çinli Pinyin temeli üzerinde bir Latin a lfab esin e
giriş d en em esi başarılı olm adı.

Türkiye’d e olduğu gibi bu h arf ve dil devrim lerini verim ­


li ok u m a yazm a ve eğitim seferberlikleri izledi. Çağatayca ge-
lenegi yok olm a yolunda.
Türkiye'de, dil devrimleri, şivelerin üstünde, eski O s ­
manlI İm paratorluğu alanında Türkçe'yi birleştirirken (Balkan
Türkleri Latinleşm iş yeni Türkçe'ye kendileri d e bağlandılar)
Çağatayca'nın bir kenara atılması, kendi alanında birçok "uy­
ruk" arasında yazı parçalanm asıyla sonuçlandı. Eklem ek g e re ­
kir ki eğitim ve basın yoluyla bu ulusların her biri özgüllükle­
rinin yanılsam asından d a h a çok karşıt ulusçular geliştirdi.
SSCB de bağım sızlığa olan yönelişler bazıları uzun bir geçm i­
şe dayanan, bu zıtlıkları en azından yerelde canlandırm a riski­
ni taşıyor. Orta Asya tarihi Türkçe k on uşan kabile ve devlet
oluşum ları arasındaki sorunlarla doluyor: o ğ u z la ra karşı eski
Türkler, Uygurlara karşı Kırgızlar, Türkm enlere karşı Ö z b ek le r
vb. Bununla birlikte eğitimli tabakalarda, bir dil ve kültür top­
luluğunun canlı duygusuna sahip insanlar yok değil. Bu toplu­
luk d a M üslüm an bir gele n eğ e katılımla güçlendirilm iş. Türk
Orta Asya'nın geleceği büyük ölçü de bölün m e ve işbirliği g ü ç ­
lerinin karşılıklı gücün e bağlı.
İşbirliğine çok ilgisi olan halkların tarihinin bıraktığı zıt­
lıkları aşm anın en iyi yolu, sahte "ırk" kavramını boşaltarak,
onlarda dil akrabalığı ve kültürel benzerlik duygusunu geliştir­
mektir. Türk olgusunun dilsel, kültürel ve yayılmış bir ırkla il­
gisi yoktur. Diğer Türkçe konuşanları piç olarak değerlendirip
"gerçek Türk'ün etnik saflığı savlarını çürütm ek uygun olur.
Türk dili ve bu dilin yayılması, yaygın çokeşlilik geleneğiyle
desteklenen topluluğun çağlar boyu n ca yaptığı göçlerin so n u ­
cudur. Çinliler tarafından uzun boylu, sanşın, yeşil gözlü ola­
rak tasvir edilen Yenisey eski Kırgıziannm, büyük ölçü de batı­
ya göçlerinin ardında M oğol tipli torunları vardır: Kaimuklarla
uzun süren sorunları sırasındaki kadın tecavüzleri Türkçeleri-
ne zarar verm eden budunlarını değiştirdi. Soy bilimleri ve fizi­
ki tipleri Fransızlar kadar çeşitli olan Türkiye Türkleri ise onlar
gibi, dil topluluklarından dah a çok bir ulus oluşturm a duygu­
su n a sahipler.

Ortak köklerin farkına varılm asından yola çıkarak Türk


şivelerindeki çeşitliliğe kendimizi inandırsak bile zam anın akı­
şı Türk toplulukları arasındaki farklılıkların azaldığını göster­
miştir. Hepsi Türkçe konuşan ç o b a n göçm en ler ve bozkır sa ­
vaşçıları, ormancılar, yerleşik köylüler, kentliler arasındaki e s­
ki zıtlıklar geçm işe aittir. A n cak Şam an dini ya d a farklı dinle­
rin üyeleri arasında eski zıtlıklar geçm işe aittir. B aşanya ula­
şan İslam laşm a ardında m od ern leşm iş yaşam tarzlarını ve
kültür seviyelerini yaklaştırdı.
Eski S SC B ’nin Türkçe konuşan cumhuriyetlerinin özgür­
leşm esinin büyük bir ilgiyle izlendiği Türkiye, Atatürk'ün izin­
d e tüm yayılmacı m acera fırsatlarından kendini koruyor. An­
cak çok d oğal olarak bu yeni devletlerle ekonom ik ve kültü­
rel ilişkiler geliştirmeyi düşünüyorlar. Bu ilk başta dilsel ileti­
şimlerin gelişimini gerektirir ki Türk Hükümeti b u n d a üniver­
site öğrencilerini ağırlam akla inisiyatif aldı. Türkiye Türkleri ile
Azeriier arasındaki an laşm a kolaydır. Türkm enlerle bu biraz
d a h a zordur. Diğer durum lar bir uyum çabası ya da bir çalış­
m a gerektiriyor. Sorunlar ancak o zam an azalıyor: Tatarlar,
Ö zbekler, Kırgıziar, Kazaklar ve diğer göçm enlerin Türkiye de
dile hakim olm a hızı, siyasi yayılmacılığa yol açm aktan ve ye­
rel ulusçulukları şiddetlendirmekten geri kalm ıyor ancak fark­
lı Türkçe konuşan halklar arasındaki dilsel yakınlıklara dair
inandırılmışlık duygusunu veren entelektüel işbirliği, halkların
iyi anlaşm alarını destekleyen ortak bir kültürel alan yaratm ak­
tadır.
Türkler ve Araplar
Henri Laurens

Devrimci Arap ulusçuluğu ve Türkiye Cumhuriyeti arasındaki


çatışmada din etkeni oldukça az önem taşır. Ankara Sovyet tehlike­
sini de seziyordu ve anti-emperyalist bir üçüncü dünyaya ait olmayı
reddediyordu.

Türk ve Arap ilişkileri tarihte bin yıldan fazla bir dönem i


içerir. Türk ücretli orduları, bizim ortaçağım ızdan farklı tarihler­
de, D ogu Arap dolaylarına giderek Islâm 'ın ilk yüzyıllarının ka­
bile Arap güçlerinin yerini aldılar. D aha sonra d a Türk hane­
danları Arap halife iktidarlarının yerini aldılar an cak bu, Selçuk­
luların gelm esinden sonra d a Y akındoğu'da d e v a m eden Arap­
laşmayı engellem edi. A n ado lu ’nun Türkleşm esini sağlayan
esas oluşum , Y akın doğu'da Sam i dilleri konuşan topluluklara
eş dü şen Arap bölgesinin tam am en dışında gerçekleşti.
O sm anlı İm paratorluğun un kurulm ası k u şk u su z bir
kopm a oluşturur. Arap dünyası, Fas istisnasıyla, O sm anlı im­
paratorluk sistem ine ancak 16. yy'da girer. A n cak o d ö n e m d e
etnik oluşum toplum sal algının gerçek bir etkeni değil. O s ­
manlI İmparatorluğu her şeyden ön ce Sünni M üslüm an bir
topluluğun tekrar kurulm ası gibi çıkar ortaya ve hukuki farklı­
laşm alar yalnız Müslüm anların ve gayrı m üslim lerin ilişkisi
üzerine kurulur. Sünni olm ayan M üslüm anlar resm en tanın­
mazlar. Dili Osm anlı Türkçesi olan bu im paratorluk idaresin­
de toplum da sınıf var ancak sınıfın temeli etnik değil: Sınıf,
Balkan halklarında (Bosnalı ve özellikle Arnavutlar), Anadolu­
lu Türkçe konuşanlardan ve Kafkaslardan oluşur. Bunlar çağ­
daşlarının deyimiyle yönetici grubu oluştururlar. Görevlerin
b a b a d a n ogula geçm em esi kuraldır ve Türkçe konuşan yöne­
ticilerin oğulları yerel ileri gelenlerin dünyasıyla giderek b ü ­
tünleşirler.
OsmanlI'nın ilk üç yüzyılı boyu n ca (1 6 .yy- 18.yy), etnik
gön derm eler p ek nesneye uygun değil: "Arap" terimi Bedevi­
ler, T ü rk “ terimiyse Anadolu köylüsü için kullanılır. 18.yy da
taşra iktidarlarının yerine gerçek bir yerel yönetim rejimi yer­
leşir. Ancak yönetici sınıf Türkçe konuşanlardan ve Osm anlI­
lardan oluşm aya devam eder. İm paratorluğun birliği halifelik­
te vücut buluyor. Bu devlet başkanlığının tanınabilm ek için İs­
lam kanununu onaylam anın zorunlu olduğu anlam ına gelir.
Tarih boyu n ca Osm anlI'dan b aşk a hiçbir Müslüm an im parator­
luk İslam kanununu yönetiminin örgütlenm esinde bu kadar
ileri dü zeyde kullanmadı. Hukukçular bu yargıçlığın peygam ­
berin kabilesinden, OsmanlI'nın sarayına geçişini savunuyor­
lardı. Etniklik, aydınlık Avrupasıyla karşılaşm ayla doğar. D oğu ­
lu söylem , imparatorluk toplulukları fatih Türkler ve fethedil­
miş gayri Türkler diye sınıflandırırken, Araplar fethedilm iş asıl
M üslüm an topluluk olarak görülürler. G elecek yayılmaların -
Mısır seferi (1 79 8 -1 8 01 )- habercisi bu askeri bölüm de, Fran­
sız Devriminin kendini geliştirici mantığı ilk d efa Türklerin ha­
kimiyetinde olan Arapların özgürlüğünden bah seder. Bu, ilgi­
liler için o zam an da anlaşılır bir dildir.
19.yy'ın son yıllarında O sm anlı İm paratorlugu'nun s o ­
rumluları devletin yaşam ını sürdürebilm esi için önem li bir
toplum sal değişim in gerekliliğinin bilincine varıyorlar. Eski
O sm anlı rejimi kendiliğinden yıkılıyor: Eski ordunun AvrupalI
kitleler karşısında artık bir ağırlığı yok. Ücretli ordu kurma g e ­
rekliliği "yönetenler" ile "yönetilenler" arasındaki hukukî ayrılı­
ğı hazırlıyor. Bu direnişlerle karşılaşm ıyor değil (1 82 6 da Yeni­
çeriler ayaklanıyor) ve yeni ordu kayıtlarını Müslüm an toplu­
luklarla sınırlıyor. Rum ayaklanm ası (1 8 2 1 ) ve AvrupalI Müslü­
m an ve gayri müslim ler arasındaki ayrımcılığın kalıcı olm asını
hazırlıyor. (1 83 9 1. Meşrutiyet ve özellikle G ülhane Hatt-ı Hü­
m ayu n u ) Tanzimat, İm paratorluğun tüm unsurlarının eşitlik
programını bildiriyor.
M agreb'de, Cezayir'in Fransızlar tarafından fethi (1830-
47), İlk başlarda Tunus'un bağımsızlığını pekiştirirken, 1881
yılında işgal e d ilm e sin e e n ge l olam ad ı. Süryaniler ve
LibyalIlar, tam tersine 1912 ye kadar im paratorluğun d oğru ­
dan yetkesi altına giriyorlar. Mısır da 19.yy b oyu n ca P ortea (İs­
tanbul'a) bağlı bir devlet kuruluyor. Bu devlet ağırlıklı olarak
Mısırlaşm adan (ortak bilinçte) ve yönetim dilinin Arapçalaştı-
rılmaya başlanm asından ön ce Türkçe konuşan seçkinleri d e s­
tekliyor. 1887'de İngilizler tarafından işgal edilen Mısır Porte a
vergi öder. Londra ise himayesini 1914 e kadar kaldırm aya­
caktır. Arap -Afrikalı tüm İslam dünyası Osm anlI Devletini,
kendilerini AvrupalIların söm ürgesinden kurtaracak tek olası
devlet olarak görüyor. M üslüm anlann dayanışm ası sürekli ola­
rak ön plana konm uş ve 19. yy'ın son çeyreğinde Panislamcı-
lık Osm anlI çerçevesinin tekrar bütünleşm esi için güçlü bir ar­
zu ifade etm eye başlamıştır.
Suriye'nin taşra bölgelerinde durum oldukça farklı. O s­
manlI reformları gelen eksel İslam düzenine karşı gerçek bir
baskı olarak algılandı. Hıristiyanların örgütlenm eleri, bunların
dem okratik, ekonom ik ve kültürel anlatımları dönem in e rast­
lıyor. Bazı Batıklar Müslüm an dünyanın yönetimi altında Hıris­
tiyan D oğunun yeniden do ğu şu n u görm eyi düşlüyor. 1840 tan
son ra değişim e giren O rtadoğu d a M üslüm anlar yenilmiş gibi
görünüyor. Lübnan'da Dürzîler ve MARUNİLER, arasındaki so ­
runlardan doğan dinsel şiddet özellikle 1860 ta tüm bölgeye
yayılıyor. PORTE, düzeni tekrar m erkezileşm e lehine kurmayı
çok büyük zorlukla başardı. 1860 katliamları bazı Hıristiyanla­
rın tekrar sınanm alarına neden oldu. Protestan Boutros el
Bustani ilk d e fa bir Arap-Osm anlı ve Suriyeli- Arap bilincinden
bahsediyor. Osm anlı Birleşik devletlerinin kurulması projesini
bildiriyor. Bu yeni düşün celer yayılmaya başlıyorsa d a din asıl
zıtlığı oluşturuyor ve Suriye Müslümanları kendilerini im para­
torluğun geri kalan Müslüm anlarından yalnız devletin reform ­
cu mantığı tartışmasıyla ayırıyorlar.
1876-1878 Balkan Savaşları bölgesel bir Suriyeli bilinci­
nin zorlanm asına neden oluyor. Bu bilinç uzak ülkelerde yapı­
lan savaşlarda boşa verilen insan kayıpları (Osm anlı ücretli or­
d u su n da ölen on binlerce Arap) merkezi iktidara karşı büyük
bir hoşnutsuzluk yaratıyor. Porte iktidarında Müslüm anlar
kendilerini bu Hıristiyanlarla ortak bir birliğin ortaya çıkm ası­
nı sağlayacak bir şey olarak kayıtsız şartsız Arap ya da Suriye­
li gibi gösteriyorlar.
Buna karşın A n adolu 'da Türklük yalnız Müslümanları il­
gilendiriyor. Türkçe konuşan Rum lar ve Erm enıler her şeyden
ön ce, Hıristiyan olarak tanımlanıyor ve ulusal kimlikleri atala­
rının diline göre değerlendiriliyor. Avrupa Türkiye'sinde Bal­
kan dili konuşan Müslümanların büyük bir bölüm ün ü Türkler
oluşturmuyor. D aha çok Batılı düşün cedeki Türkler kendileri­
ni böyle tanım ladıkça Arap olm ayan Müslüm an topluluklara
karışıyorlar. Arap kimliğinin tekrar kazanılm ası, İslam 'dan g e ­
çiyorsa; bu durum M üslüm an ve gayn m üslim ler arasında or­
tak bir Arap kimliğinin dogm asın a da neden oluyor.
19.yy'ın en büyük mirası; Türklerde ve Araplarda İsla­
m 'ın farklı kavranmasıdır. Abdülham it bu n u akıllıca fark edip
Panislamik halifelik kartını, Arap taşralannı im paratorluğa d a ­
ha çok kazandırm ak için oynuyor. Arap kökenli seçkinler, Os-
maniı devletinde gittikçe dah a çok g ö rev alıyor; Suriyeli ileri
gelen ler devlete yüksek m em urlar verirken İraklı Sünnî orta
sınıflar d a orduya su b a y veriyorlardı. İki halkın şim di kendi
gerçek bir kimliği varsa, İslam birliği bütünün bağlantısını
ayakta tutmayı sağlıyor. İdeolojik gelişim ler böylelikle birbiri­
ni izliyor. Dinsel bir görüntüye sah ip olan Arap reform culuğu
kendini köklere dö n ü şü n Protestanlığı gibi görüyor: Ö zel İs­
lam m odeli, peygam berin M edine'si ve ilk dört halife. Son g e ­
lişm eler gerçek vicdandan uzaklaşm alardır ki b u d a günüm üz­
d e Batıya oranla geri olm a durum unu açıklar. O zam andan
başlayarak söylenen İslam 'ın düşüşünün Arap olm ayanların
dine girmesiyle başladığıydı: İranlIlar ve Türkler 20.yy m başın­
d a KAWAHİBİ ile adım attı: En iyi İslam Araplannkidir ve hali­
feliğin yeniden peygam berin torunlarına geçm esi gerekir.
Türk düşüncesi ters yönde gelişiyor: Osm anlı Devleti'nin
korunması gerekliliğiyle ve Batı'daki gecikmeyi yakalamayı ka­
fasından çıkarmamış olan eğitimli orta sınıf Türk entelektüelle­
ri Avrupa'dan ithal edilm iş ideolojilere dönüyorlar. Com te ya
d a Spen cer gibi felsefeciler tarafından sunulan gelişim ve dü­
zen doktrinleri onları büyülüyor ve aralanndan bazıları İslam'ı
Osmanlı dünyasının geri kalma nedeni olarak görüyor. Barbar,
vahşi ve pek uygar olm ayan bir halk olarak tanınan Türk halkı­
na karşı çok dost olan Avrupa söylem i on lan tekrar kendi ta­
rihlerine yöneltiyor. Turancı ya da Pantürkçü doktrini kabul
ed e n AvrupalI D oguculardan bilgi alıyorlar: Türkler İslam 'd a
büyük bir halk olarak varlar; hatta on lar ilk m edeniyet Sü­
mer'in bile kurucusudurlar; gerçekte, kendini insanlık tarihinin
itici gücü saym a hakkı Hint- AvrupalIların değil, onlanndır. Bu
tem alar Türk ulusçuluğunun ilk doktrinlerinden Jön Türk hare­
ketinde ve son olarak Kem alizm de belli bir yankı buluyor.
190 8 -1909 da iktidarı ele alm alarından sonra, Jön-Türk-
lerin tarihi hatası, Hamitçi uzlaşmayı zedelem eleridir. Kurum -
ların Türkleştirilmesi üzerine kurulu yönetim in merkezileştiril­
m esi politikaları Arap m enfaatlerine iki kere dokundu: Y ö n e ­
tim ve eğitim dili o larak Türkçe'nin zorlanm ası, Tanrı nın dili
olan Kuran ın diline bir saldırı gibi görüldü. Hamit yanlısı m e ­
murların işten çıkarılm ası m uhalefette ileri gelen sınıfın bir
bölüm ü n ü altüst etti: 1908-1914 dö n em i Arap özerkçileri,
Jön-Türkleri İslam 'a ihanetle suçlayarak din sorunlan üzerine
yakınmalarını yalnızca yönetim alanına taşıyorlar: "Osmanlı
Boyunduruğu" Arap taşralarının ek o n o m ik geriliğinin so ru m lu ­
su olm akla suçlanıyor. Bu bölgelerde vizeli olan Fransa v e İn­
giltere özerkçi harekete sempatilerini ifade ediyorlar. A n cak
yalnız Osm anlı egem enliğinin ayakta kalm ası için ç o k olası
bö lge se l etki alanları kurmayı amaçlıyorlar.
Birinci Dünya S avaşı tüm verileri çürütüyor. Tedbirli h a ­
reket eden Jön-Türkler 1915-1916 d a baskı ölçülerini arttırı­
yor: Arap özerkçiler öldürülüyor ya d a sürülüyorlar. Bu siya­
sa l terör uzun sürüyor. Sorunun so n u n a kadar az bir A rap d ö ­
nekliği oluyor. Fransız - İngiliz desteğiyle 1916 da başlayan
A rap ayaklanm asına (bir kısım Iraklı su b a y ) katılan ittifak ta­
rafından "öldürülmüş" sa v a ş m ahkûm larını içeriyor. Bir Arap
seçkin bölüm ü M ondros Mütarekesi ne d ek İm paratora sadık
kalıyor.
Arap ayaklanm ası kutsal kentlerden çıkıyor. Fransa ve
Büyük Britanya ittifakını ilgilendiren ilk şey bu büyük M üslü­
m an söm ürge güçleri için kesin bir tehlike oluşturan sultan
halifenin cihat çağrısının Mekke valisi tarafından tarafsızlaştı-
rılması oldu. Baştaki Hüseyin, ilk bildirilerinde bir Arap birliği
çağından çok Jön-Türkler in İslam 'a ihanetlerinden bah sedi­
yor. Yalnız 1 91 8 -1 9 19 da, harekete Suriyelilerin ve İraklıların
girm esiyle ve yeni bir uluslararası siyasi dil, halkların hakları­
nın (kendilerinin sahip olm aları gereken haklar) ve Dogu
A rap'm göz önüne alınm ası gerekliliğiyle (slogan: Her bir tek
için din, herkes için ülke) topluluk yapısının Arap milliyetçili­
ğini bildiriyor.
S avaş sonrası düşkınklıklan Türklere doğru bir geri d ö ­
nüşü beraberin de getiriyor. Kem alistler vicdan savaşçıları gibi
görülüyorlar. Halifeliğin kaldırılması ve Mustafa Kem al in laik­
lik siyasası yeni ihanetler olarak algılandı. Tüm din karşıtı öl­
çüler, Türk kültüründeki Arap bileşenlerine karşı bir hareket­
ti: Türkçe, din dili olarak Arapça'nın yerini alıyor (Kuran ın bu
dille inm esi nedeniyle Arapça'nın T ann'nm dili oldu ğu n a ina­
nan M üslüm anlar için b u çok ürkünçtür). Türk dilinin arınm a­
sı A rapça sözcüklerin aleyhine yapılıyor. Arap alfabesin d en
Latin alfabesin e geçiliyor.

Kem alizm Araplar ve Türkler arasındaki gerçek aynmı


gösteriyor; Arap olan kısım yalnız Doğulu olarak reddedilm i­
yor ve Ankara'nın toprak ulusçuluğu Arap sınır bölgelerinin za­
rarına uygulanıyor: İskenderun sancağı, Suriye Cizre sınırının
belirlenm esi Musul vilayeti; uzun süreli toprak uyuşmazlıkları
bir Türk tehlikesi düşüncesi yaratıyor. Suriye ve İrak devlet
teşkilatı Arap dünyasını tehdit eden bu sınır dü şü n cesin de bir­
birine eşlik ediyor. Fransızlar ve Ingilizler bu durum dan, ken­
dilerini Arapların koruyucusu ilan ederek askeri varlıklarını
sa ğ la m a alm ak için yararlanıyorlar. Bu arada Ankara ikinci
Dünya Savaşından ö n c e k i yıllarda tarafsızlığını ve bağlılığını
iki AvrupalI güç tarafından verilen toprak ve ekonom ik avan ­
tajla karşılıyor.

Yeni Türkiye'nin Avrupa'nın bir parçası olm ası çıkarımı


Arapları doğuya itiyor: Arap dünyası, düşünen M üslüm an dü n ­
ya düşüncesinin yerini alıyor (Rıza Şah ın Irak'ı laikleşen Türki­
ye ile milliyetçilik politikasında birleştikçe).

Dogu halklarının özellikle Arap ve Hint dünyası arasında


çok canlı olan em peryalizm e karşı dayanışm a duygusu Türk-
leri kapsamıyor.
Din sorunu iki sa v a ş arası oluşan Arap milliyetçiliği s o ­
runsallarının m erkezinde bulunuyor. Bu hem kültürel m irasla
ilgili hem de Müslüm an ve gayn Müslim Araplar arasındaki iliş­
kilerin sorunu. Laik eğilim ler için K em alizm bir m od el olabilir
an ca k Kemalizm dinlerine derinden bağlı kadın M üslüm anlar
tarafından olduğu kadar O sm anlı çoğulculuğun dan kalan dini
özerklik sistemini savu n an Hıristiyanlar tarafından da re d d e d i­
liyor. Filistin'de ve L ü bn an 'da toplulukçu M üslüm an gruplara
bile diğer Arap devletleri Müslüm an hukukunun farklı ok ulla­
rından gelen öğeleri (m a d h a b ) ve Batılı pozitif hukuku birleş­
tiren hukuk kurallarını uyguluyorlar. O rad a da genç Türkiye
Cumhuriyeti nin Avrupa hukuku özel seçim i ile ilgili farkı açık­
ça görülüyor.
H aşem i Irak Kem alist m odele en yakın Arap ülkesi. Es­
ki O sm anlı subayları levyelerini bırakıyorlar. Ve Jön-Türklerin-
kine oldukça ben zer bir ulusçuluk siyasası güdüyorlar. Ö z e l­
likle Kürtlerle ilgili konular nedeniyle yakınlaşm alar olm uştur
(S a d a b a t Paktı). Ancak Ankara Pantürkizm den vazgeçtiyse de
Bağdat iktidarının asıl projesini Panarabizm oluşturuyor. A n ­
cak Türkler, sınırlarında büyük bir Arap gücünün kurulm asın­
dan sö z edilmesini dahi istemiyorlar. 30 lardan son ra İkinci
Dünya Savaşı boyunca Türkiye Cumhuriyeti son u ç olarak ken ­
dini AvrupalI güçlere yeni Arap devletlerinden dah a yakın o l­
du ğun u belirtiyor. Artık aynı dünyaya ait değil ve bunu açıkça
bildiriyor.
Soğuk savaş jeop olitik çıkarların yükselen ayrılığını is­
patlıyor. Sovyet tehditi karşısında Türkiye'nin MATO'ya girm e ­
si Avrupa'ya iyice yerleşm elerini pekiştirirken Mısır m onarşisi­
nin be n ze r bir talebi geri çevriliyor. Menderes'in rejimi laik aşı­
rılıklara son verse de “özgür dünya" üzerindeki sıralam ası onu
Nasır tarafından tekrar canlandırılan devrim ci Arap u lusçulu­
ğ u n a karşı doğrudan dü şm an haline getiriyor. (1951 O rtad o­
ğu yönetimi projesi, 1955 Bağdat Paktı, 1957 Suriye Krizi)
Tüm bu dönem lerde Araplar, Fransızların ve Anglosaksonların
yanında gördükleri Türkleri söm ürgeci olarak tanıdılar. Kıbrıs
soru n u n da Arap devrim ciler Büyük Britanya'ya olan dostlukla­
rıyla Müslüman Türklere karşı Hıristiyan Rumları tutarken, An­
kara ABD'nin hoşuna gitme kaygısıyla İsrail ile diplom atik iliş­
kiler kuruyor. M enderes 1959'da Etiyopya, İsrail, Türkiye ve
İran'ı gizli bir ittifakla bir araya getiren Arap dünyasının çevre­
len m esine yönelik Ben Q ourion projesin e katılmayı bile kabul
etti. Eisenhow er tüm Arap dünyasını Sovyetler Birliği ne kay­
dırm am ak kaygısıyla b u eğilim e son verdi.
Devrimci Arap ulusçuluğu ve Türkiye Cumhuriyeti ara­
sındaki çatışm alarda din etkeni az ön e m taşır. Önem li olan
Ankara'nın anti-emperyalist bir üçüncü dünyaya ait olmayı
reddetm esi ve gerçek Sovyet tehlikesi bilincidir: M oskova ile
Bağdat, Şam , Kahire devrim ci rejimleri arasındaki ilişkiler Tür­
kiye'nin iç bölgeleri üzerinde bir tehdit oluşturuyor.
601ı yılların son u n dan itibaren petrol ülkeleri güçlerinin
yükselm esi, sorunun verilerini değiştiriyor: Arap yarım adası
ülkeleri Türk ekonom isi için asıl piyasalar olarak ortaya çıkı­
yor. 70'li yılların başın d a petrol fiyatının yükselm esi Körfez
alanına ekonom ik girişi yaşam sal kılarken Arap ulusçuluğu­
nun tehditi azalm a eğilimine giriyor.
Bu ticari yönlenm e bir yakınlaşmayı doğuruyor: Türk
resm i söylem i artık Türkiye ve Arap dünyası arasındaki tarihi
ilişkilerin olum lu yönlerini bildiriyor. Aynı zam an d a Arap İs­
lamcı söylem O sm anlı halifeliğinin nostaljisini ifade ediyor ve
1914-1924 dönem i olaylarının ulusçu Arap yorum unu, Suudi
Arabistan ve Ankara arasındaki ilişkileri hassaslaştırıyor: Bir
yandan jeop olitik (Irak ve Sovyetler Birliği ne karşı ortak gü­
vensizlik) ve ekonom ik veriler bir yakınlaşm aya itiyor; diğer
yandan Suudilerin Türkiye'nin tekrar İslam laşm ası için verdiği
cesaret Kem alizm in mirasçılarını endişelendiriyor.
Turgut Ö zal ile Türkiye b ö lge d e büyük güç statüsüne
ulaşm ak istiyor. Türk kimliğinin İslam bölü m ü d a h a iyi kabul
edilm işse de laiklik her zam an resmi doktrindir. Suriye ve Irak
gibi iki Arap ülkesinin kom şuluk ilişkileri su ve Kürt sorunlan
üzerine kurulur. Ankara, Kürt sorununu ekonom ik açıdan dü­
zenlenm e yolunu, dev hidroelektrik çalışm alar sayesinde Do­
ğu taşralarının azgelişm işliğine son verm ed e ve A n adolu sula­
rının yönetim inde görüyor. Bu Fırat'ta Türk payının artmasını
gösteriyor ki bu durum Şam ve Bağdat'ı endişelendiriyor. Baş­
kan Esad rejimi, Türkiye'deki Kürt milliyetçilerinin destekledi­
ği bir rejimdir. Bu destek iki ülke arasında yakınlaşm aya ne­
den olan baskı aracı olarak kullanılıyor.
Bağdat ile gelişim d a h a da zıtlaşıyor: Birinci Körfez S a ­
vaşı boyu n ca iki ülkenin Kürt özerkçilerine karşı gerçek bir a s ­
kerî işbirliği kuruluyor. A n cak İkinci K örfez S av aşı'n d a Ankara
açıkça Batı ve Suudi Arabistan safını seçiyor. Ekonom i, Irak'-
la ilişkilerin bozulm asıyla b u durum dan etkileniyor (A m b a rg o
bu gü n e dek sürerken Kürt sorunu yeni bir boyut kazanıyor).
Bazı Türk kesim ler eski Musul vilayetinin bir eklentisini g ö z
ö n ü n d e bulundurabildiyse d e Ankara kendini yeniden tüm B a­
tıyla aynı siyasal çıkm az içinde buluyor: S ad d a m Hüseyin'in
rejimi ile bir anlaşm aya varm anın olanaksızlığı ve d e v a m
eden Irak merkeziyetçiliğinin yerine k on ab ile c e k bir iktidarın
yokluğu. Irak Kürtlerinin bağım sızlığı D ogu taşralarındaki Türk
merkeziyetçiliğini tekrar tartışma konusu yapıyor.
Ankara suların idaresinde bir b ö lg e se l bütünleşm e yolu
da görüyor: Anadolu sularının bir kısmı A rap dünyasına g id e ­
bilir. Bu büyük tasan A rap petrolüne karşı bağımlılığı gid erip
(Türk siyasetçiler bu iki kaynağı d e n g e d e tutuyorlar) b ö lg e d e
büyük bir etki sağlardı. tsrail-Arap sorunların a son v erm eye
yönelik ç o k taraflı uzlaşm alarda tartışılan b u proje doğal o la ­
rak Araplara karşı güvensizlik uyandırıyor.
Türk-Arap ilişkileri böylece Batıyla farklı bir çıkarın ürü­
nüdür. D ah a sert Avrupa baskıları altında Türkler laikleştirici
bir ulusal bütünlüğün oluşturulm ası süreciyle Batılılaşma yo­
lunda büyük ilerlem eler katettiler. "İlericilik'e etnik türdeşleş-
tirmenin geri dönü lm ez hareketi eşlik ediyor. Gayrı M üslim ler
sorunu, katliamlar ve halkların nakledilm esi olarak bilinen
kanlı kargaşalıklarla çözüm lendi. Türk kültürünün İslam ve
Doğulu bileşenlerinin reddi özellikle Türk A n adolu kim liğinde
Arap kökenli herkesin bozuldu ğun u ilan etm esin de görülüyor.
Arap kimliğinin oluşum unu b a şk a bir gelişm e izledi:
Türkler ve Araplar arasındaki m esafe Türklerin İslam 'dan her
u zaklaşm asında büyüyordu. Osm anlı çoğulculuğu Arap ü lk e­
lerinde gayrı Müslimlerin büyük çoğun luğu n da kendilerinin de
Arapça konuştukları ö lçü d e kendini d a h a iyi korudu. A n cak
A n adolu'dan kaçan Erm eniler Suriye'de ve Lübnan'da kültürel
kimliklerini korum alannı sağlayan bir olan ak buldular ve
ASUR CHALDEEMS lerin 1933 te Irakta katliamların kurbanı
oldukları doğruysa bu onların Britanyalılarla gizli an laşm asın ­
dan ve Irak içinde küçük bir devlet arayışlanndan dolayıdır.
Lü b n a n 'd a kargaşalıklara karşın ulusal sorun din sorunuyla
karışmadı; Lübnanlı sivil savaşların hedefi bir ayrılıkçılık değil
tersine farklı toplulukların devleti kontrolüydü.
1918-192 İ de kendilerini AvrupalIlar tarafından red d e ­
dilmiş hisseden Araplar o zam an dan itibaren kendilerini Do­
ğulu saydılar. Kimliklerin çatışm ası jeopolitik çıkarlar ve sınır
topraklan hedefleriyle birleşti. Ancak sorunun başk a bir yönü­
nü d e göz ön ü n e almalı. Özellikle İkinci Dünya Savaşı'n d an çı­
kan Avrupa, Batı Avrupa güçleriyle her zam an bir çıkar toplu­
luğu oluşturm aya hazır olan otoriter ve laik Türklerin rejim le­
rini kabul etti. Buna karşılık Batı üzerinde siyasi açıdan birleş­
miş Arap devletleri den en devletler kendilerini en çok "İsiami
olanlar oiarak tanıtıyorlar. Arap 'ilericilerden” belli sayıda Batı­
lı değerd en etkilenenlerin hiçbir zam an bu tanınm aya hakkı
olm adı (Baassist Suriye ve Irak, Nasırlı Mısır, OLP). 50'lerden
itibaren ABD Arap milliyetçiliği ile savaşabilm ek am acıyla İslâ­
mî hareketi cesaretlendirdi. Türkiye'nin kendinde tiksindirici
ve Batıya im renm esini yoğunlaştıran bir "Filistin S oru n u “ b u ­
lunmuyor.
Türkler ve Araplar arasındaki başka bir ayniık kaynağı bu
karşılamanın farkında ve Batı tarafından tanınm ada yatıyor.
Köylerin Açılması
Marcel Bazin

5 0'Ii yıllarda başlayan köyden kente göç, asırlardır varolan


eski bir dengeyi aitüst eder: neredeyse başlangıçtan bu yana Türk-
ler kendilerini köylü olarak tanımladılar. Kent ve köy arasındaki
sosyo-ekonomik farklılaşma etnik farklılaşmayla ikiye katlanıyordu.

Orta Asya bozkırlarından başlayarak, Yakındoğu üzerin­


den at üstünde dalga dalga yayılan g ö ç e b ele r, Batıiıiann Tür­
kiye'ye ilişkin izlenim lerinde ve yine Türklerin kendi g e n e l bi­
linçaltında çok güçlü bir im ge olarak kaldıysa da, bu uzak g e ç ­
mişin akıncıları ya d a O rtaçağ boyu n ca Türkleşm iş A n adolu
halklarının torunları olan Türklerin yurttan eve geçm esinin ar­
dından epey zam an geçm iş ve artık tam anlamıyla köylü ol­
m uşlardır. Osm anlı İm paratorlugu'nda kukla tiyatrosundaki
tiplem elerde dahi, Türk köylüsü gönüllü olarak kent etkinlik­
lerinin ve özellikle ticaretin yarı tekelini elinde bulunduran
gayrı Müslim azınlıkların (Rum, Ermeni, Musevi, Levanter) kar­
şısına konurdu. O d ö n e m d e kent ve köy arasındaki so sy o ­
ekon om ik farklılaşma etnik bir farklılaşm a ile ikiye katlanırdı.

Cumhuriyetin kuruluşundan sonra kentler Türkleştiril-


diyse de kırsal kesim içine kapanık, rahatsızlık ve fakirlik için­
d e kapalı bir dünya oluşturm aya devam ediyordu. 194 9 'da bir
köy öğretm eni olan Mahmut Makal'm "Bizim K öy"1 adlı yazısı­
nın yayınlanması kentlilere, onlann h em en yakınlarında bulu­
nan, geleneklerinin değişm ez ritmiyle yaşayan köylülerin zor
şartJannı göstererek büyük bir yankı uyandırdı. Ancak hem en
h em en aynı zam an d a 50'lerin başından itibaren köy dünyası
ilk traktörlerin gelişiyle ve kentlere gidişin hızlanmasıyla dışa
açılm aya başladı.
Böylece, kırk yıldan fazla süren köyden kente göç çıkış
noktalarını d a geliş noktalan kadar derinden değiştirerek kent
ve köy arasındaki gelen ek sel dengeyi bozdu. Yeni kentlilerin
akını, aslında tüm ü lkede gittikçe dah a iyi hiyerarşileşmiş
kentli bir iletişim ağının ilmiklerine sıkışan kentin nüfusunu şi­
şirdi.21985'ten bu yana kentlerin nüfusu köylerinkini geçiyor.
Ancak özellikle iki dünyayı birbirinden ayıran uçurum , bölge
bölge köylüleşen kentler ve kentsel özellikleriyle kente yakın
köyler arasında iyice yok oldu.

1950'ye doğru köy, kentlerden farklı bir zam an boyu­


tunda yaşıyor gibi görünüyordu. Erkekler ve kadınlar, verimsiz
bir topraktan az da olsa ürün alabilm ek için, her gün aynı ha­
reketleri yineleyip durur: Erkekler, taşlı arabalan n içinde, bir
çift öküzün, ya d a dah a yoksullarsa bir eşeğin çektiği karasa­
banı yönetir, dalgalı bu ğday örtüsü üzerinde iki büklüm orak
biçer, harm an yerinde, altı çakm aktaşlanyla donatılm ış kalın
tahtadan oluşan harm an makinesini, Rom alılann tribulumun-
d a n 3 beri değişm em iş olan döveni, yorulm ak nedir bilm eden
döndürür; son ra sıra, ürünü kağnıya yüklem eye ve değirm ene
götürm eye gelir. Bir ergen ya da d a h a büyük bir delikanlı, ka­
rabaşın, kurtlardan korunm ak için çivilerle donatılm ış tasm a­
sı olan iri ç o b a n köpeğinin de yardımıyla koyunları bek lem e­
ye gider.
Evde kışları karanlık ve isli bir od ad a yazlan genellikle dı-

1 M ahm ut M akal'ın Hayal ve Gerçek. Mem leketin Sahipleri, Kuru Sevda adlı e s e r ­
leri G üzin D ino tarafınd an F ran sızca'ya u yarlanm ıştır v e ünlü T e rre H u m aine
k o llek siy on u n d a n çıkm ıştır, ilk basım 1963, ikinci basım 1978
2 M arcel Bazin, "L e rés ea u urbain d e la Tu rqu ie". Travaux de l'institut de Géeog-
raphie de Reims, no 6 5 -66 , 1986, sy. 89-1 13
3 Varron un D e fie rustica' da yazdığı gibi
şa n d a kadınlar bir sacın üzerinde pişirdikleri yufkayı açarak ek­
m ek hazırlamaya koyulurlar; tereyağı, bulgur hazırlam ak gibi
mutfakla ilgili işler kadınlara aittir. Küçük çocuklann bakımını,
büyük kızlanyla paylaşırlar ve onlara ig ya da çıknkta yün eğir­
meyi, bir doku m a tezgahının ön ü n de, tahtanın üstünde iki
büklüm olm uş halde kum aş ve kilim4 dokum ayı öğretirler.

Otuz Beş Bin Köy


Tüm bu etkinlikler tem el fiziksel ve toplum sal birim
olan köy çevresin de gerçekleşir. "Köylü" zaten T ü rk çe'de köy­
d e yaşayan anlam ına geliyor. Çünkü, kim senin aklına "köylü"
denince köyden b a şk a bir yerde yaşayabilecek birisi gelm iyor.
G erçekte konutlann toplu halde bulunm ası kuraldır, birbirin­
den uzak büyük çiftlikler ise bir istisna; en azından A n a d o ­
lu 'd a böyle. Çünkü b u çiftlikler büyük ö lçü d e Balkan O sm a n ­
lIları sahipliğinde kurulmuşlardır. Evler, cam ilerin sivri m ina­
releri altında az çok sıkışık biçim de sıralanır.

Mimari birim olan köy, özellikle toplum sal ve ek o n o m ik


bir küçük evrendir. Köy toplum u eşitlikçi değildir, birkaç birey
ve aile grubun un egem enligindedir. A n adolu özellikle O rtado­
ğ u ' daki kom şulanyla kıyaslandığında, tem elde küçük iyilikle­
ri olan bir gölg e gibi görünse de, köy topraklannın büyük kıs­
mı, belli başlı birkaç toprak sahibine, ağalara aittir. D iğer tüm
küçük toprak sahipleri, ortakçılar, ren çberler ya d a "ağır işçi­
ler" bunların etrafında dolanır. Köyün bir b aşk a ileri geleni h o­
ca ya da şeyhtir. (Kendisi d e köylü olan din adam ı) Atatürkçü
Cumhuriyet köye üçüncü bir kilit kişiyi getirir, b u kişi köy ö ğ ­
retmenidir. Ancak köyün dışından gelen bu davetsiz konuk
çoğu zam an yerel toplum un dışında kalır.

Köy aynca, bir kısırdöngü içinde yaşayan ekonom ik bir


birimdir. Tarla işlerini düzen e koyan pek çok kural vardır: Mal
sahibinin bir tek büyük parselinin üzerinde, sırayla buğday,
baklagiller ekimini ve nadası uygulayarak im eceyle alm aşık
ekim yapılır. Her birinin hizmetinde olan bir ya d a birçok ç o ­

4 ilm ik le re d ü ğ ü m atılarak dok u n an halıdan Farklı o la ra k yatay d o k u n a n bir yer


örtüsü
ban, sürüleri ekili topraklardan uzağa götürür. Eger sulam a
yapılıyorsa, herkesin sırayla suyu kullanm a hakkı vardır. Bu
hak, topluluğun aylığa bağladığı bir çiftçi tarafından den etle­
nir. Haşatın büyük bir bölüm ü köyde tüketilir. Yalnız sa d e c e
artakalan sınırlı m iktarda ürün kentin yolunu tutar. Buna kar­
şılık dışarıdan az ürün gelir; küçük bir bakkal, çay, şeker, si­
gara, kibrit, sa b u n ve birkaç parça kum aş satar.
Bu p ek do n u k tablo dah a çok İç A n a d o lu 'd a Mahmut
Makal'ın kitaplarında betim lem iş olduğu A n a d o lu 'd a geçerli-
dir. Çig kiremit rengindeki dam larıyla teraslı evler, tekdüzeliği
ve bu yerleşim yerlerinin verdiği alçakgönüllülük izlenimini
dah a da belirginleştirerek, h em en koyu gri yam açlardan ayrı­
lır. Aslına bakılırsa denebilir ki, Trakya'dan D ogu Anadolu 'ya
ya da Karadeniz kıyılarından Akdeniz kıyılarına bu n e çeşitli­
lik! Türkiye'nin kırsal dokusun u oluşturan aşağı yukarı otuz
b e ş bin köy, birbirinden çok farklı b ölgeler arasında yayılıyor.

Türk gençlerine okul kitaplarıyla özenle öğretilen yedi


"coğrafi b ölge", hem d oğal çevreleri ve ekonom ik konum larıy­
la hem d e toplum sal özellikleriyle birbirinden ayrılıyor.
Ülkenin tüm üne bakıldığında, yeşil kıyı bölgeleriyle da­
ha sert iklime sahip iç bölgelerin çok farklı olduğu görülür.
Gem iyle İstanbul'dan T rab z o n 'a giden yolcu, kendisine hare­
ket ediyor gibi gelen Auge ve birden denize göm ülen Ju ra b ö l­
gelerinin karışımı bir m anzarayla karşılaşır hayretle. Burada
köyler, koruluk ortasındaki bayırlar üstünde dağınık köycükler
halinde sıralanmıştır. D aha yakından, mısır tarlaları, fındık
ağaçları ya da çay ekim alanlan arasından çıkan kirişli yüksek
evler ayrıntılı biçim de görülür. Yukarıda tüm üyle ah şap dag
evleri, Fransa Alplerinde Savoic bölgesini anımsatır. K uzeydo­
ğu Anadolu kendinizi dört ya da altı ay kar altında kalan, bu
süre boyunca köylülerin sığır gübresi ve küçük sam an parça­
larıyla yaptıkları evlerin yanm a piramit halinde üst üste yığdık­
ları tezekleri koydukları köylerin bulunduğu Kuzeydoğu Ana­
d olu 'n un yüksek bozkırlarında bulm anız için D ogu Pontus hat­
tını geçm em iz yeterli.

Daha gü n eyd oğu d a D ogu Torosların Kürt köyleri ve Su­


riye sınırına yakın yaylalar karasal ortam a yarı feodal bir siste­
min sertliğini ekliyor. Halkın bir kısmı A rapça konuşuyor. Ha­
van topu m ermisi şek linde fırınlanm am ış tuğlaların küp toplu­
luğundan oluşan Harran'ın evleri, bize H alep civarını an ım sa­
tır. Akdeniz ve Ege kıyılarındaki ovalar ve vadiler türlü ekinler­
le, hiçbir zam an eksik olm ayan buğdayın yanında zeytin a ğaç­
lan, üzüm bağlan, incir ağaçlan, turunçgiller, tütün ve s e b z e ­
lerle dolu p taşar. Yuvarlak kiremitlerle örtülm üş iki ya da dört
sagnlı çatılanyla, beyazlığıyla dikkat çeken sıvalanyla taştan
evler belli bir gelişm işliğin habercisidir.

Göreli Bir Soyutlanma


Kırsal bölgelerin çeşitliliği incelendiğinde şu ra d a bu ra d a
kendini gösteren ufak tefek farklılıklar, 50'li yıllarda başlayan
köyden kente toplu göçün hem en ön cesin d e soyutlanm ışlık
içinde yaşayan köy tablosun un ne kadar karikatürize edilm e­
ye uygun olabildiğini gösteriyor. Çünkü şu ya d a b u bölgeye
ait özel tanm ürünlerinin çoğu, dünya ç apın d a ya d a en azın­
dan ulusal pazarda bir talebi karşılam ak üzere d ışan dan geti­
riliyordu.

İki ticari kültür nesli, köylerin açılm a sürecinin, birbirini


izleyen iki evresine karşılık gelir. İlki 19. yy'm ikinci yarısına
rastlar: Çökm ekte olan Osm anlI İm paratorlugu'nun ek o n o m i­
sine egem en olan AvrupalI şirketler, belirli bir ihracaat kültü­
rünü geliştirmeyi tercih ettiler. Ege tarafının cöm ert güneşi,
kolay taşınabilir ve dayanıklı kuru m eyveleri, kuru incir, kuru
kayısı ve özellikle sm yrne üzümleri de den en ünlü çekirdek­
siz sultanileri üretm eye izin veriyordu. Bu son u n cu ya verilen
smyrne (İzmir) adı, Ege bölgesinin büyük vadilerinin ürünleri­
ni taşıyan dem iryollannın döşeli olduğu Ege limanının oynadı­
ğı rolü çok iyi anlatır. Karadeniz kıyısında, yaz yağmurları ku­
ru m eyve üretm eye izin verm ediğinden, yerli bir yem işe, ka­
buklu halde nakledilm esi kolay olan fındığa d ön ü lm ü ş, ve kı­
yı kesiminin d o ğu d a kalan üçte birlik kısmı yirmi otuz yıl için­

5 X a vie r d e Planhol un 71 travers les chaînes P ontiques; P la n ta tion s c ô tiè r e s et


v ie m on ta g n a rd e" m a k a le s in d e d e d ig i g ib i, Bulletin d e l'Association des g é o g­
raphes français, no 31 1-312, 1963, sy. 2-12
d e gerçek bir "fındık kıyısı" haline gelmiştir.5
Akdeniz bölgesi ile G ün eydoğu platoları arasın da ara
b ö lge d e, G aziantep dolaylarında bir başk a kabuklu yem iş An-
tep fıstığı adı verilen bir fıstık yetiştirilir. Bu arada Çukurova,
A d an a'n m ilk fabrikalarını besleyen pam u k tarlalarıyla örtül­
m eye başlar. İki savaş arasında Atatürkçü Cum huriyet pam u k
ekimini yaygınlaştırmaya çalışmış, bu kez dah a çok iç pazara
yönelik yeni ürünler geliştirmişti: Ege vadilerinde ve K arade­
n iz'de Bafra ve Ç arşa m b a ovalarında tütün. Füze çevresinde
Pontus kıyısının doğu ucunda çay, İç A n adolu'n un yüksek
ovalarında ise şe k er pancarı.
Birçok kırsal bölge, ürünlerini uzak pazarlara satm aya
sanıldığından d a h a ç a b u k başladıysa da, bazıları işgücü ihra­
cını d a alışkanlık edindi. İlk çıkış bölgeleri, yerel kaynaklar ile
nüfus yoğunluğu arasındaki uyuşmazlığın erkenden kendini
gösterdiği dağlık b ö lge ler old u .6 Orta ve D ogu T oroslar'd a ya­
şayanlar özellikle Ç u kurova'ya yönelirken, Pontus zincirinin
sakinleriyse, tüm kentlerin en büyüğü olan, zorunlu olarak
tüm yollar gibi. Kuzey An adolu fayı boyunca sıralanm ış bir di­
zi iç çöküntüyü izleyen gelen ek sel ticaret kervan v e denizyo­
lunun d a vardığı kentin, İstanbul'un, yolunu tutturur.

H er küçük bölgenin kendine özgü özellikleri vardı. Bo-


gaz'ın m etropolisinde Bolu'nun aşçıları, S afran bo lu 'n u n fırın­
cıları, Bartın ve İn ebolu 'n u n doğram acıları ya d a T rabzon 'un
kalaycıları yan yana bulunuyordu. Bu g ö ç hareketleri b aşlan ­
gıçta birkaç ay ya d a birkaç yıllığına yapılan "m evsim lik" g ö ç ­
lerdi, an cak g ö ç edenlerin bir kısmı B oğaz kıyısına kesin ola­
rak yerleşmişti. Karadenizliler, Karadeniz'in yerlileri, âdetleri­
ni ve tekniklerini, örneğin İstanbul'u bir Anadolu kentinden
çok Balkan-Pontus kenti yapan ah şap evleri getirerek, Türki­
ye'nin dört bir yanından akan göçm en akınm dan ön ce İstan­
bu l'u n toplum sal yapısının oluşm asın da büyük bir rol oyna­
mışlardı.

Birkaç köyle sınırlı kalan bu uzak göç le rd e n b aşk a, O s-

6 X a v ie r d e Planhol'un "Les m ig ra tion d e travail en T u rq u ie’ , R e vu e d e G é o g r a p ­


hie A lpin e, 1952, sy. 5 8 3 -6 0 0
m anii İm paratorluğu nun idari yapılarının eskiliği ve sü rek li­
liği n eden iyle, kentlerin, tüm köyler için yakın bir b a şv u ru
noktası oldu ğu n u d a belirtm ek gerek. Bir kısm ı, S e lç u k lu la ­
rın dağılm asıyla o lu şm u ş Türk beyliklerine d e k uzanan y ö n e ­
tim birim lerinin, vilayetler, san cak lar ve kazaların n e re d e y se
tüm ü, m erkezî iktidarın tem silcisinin oturdu ğu şehrin adını
taşıyordu.
Cumhuriyet rejim i, aynı ilkeye dayanarak, kazalara (b u ­
günkü adıyla ilçe) b ö lü n m ü ş bir taban düzeyle, eyaletler ya d a
vilayetler (bugünkü adıyla il) düzeyiyle d a h a basitleştirilmiş
yeni bir bölüm lem e biçim i getirdi. 19 5 0 'y e doğru, il m erkezi­
ne gitm e nedenleri çok a z olsa da, vilayete ait olm a, herkesin
bilincinde dem irlem iş durum daydı, bu gü n d e öyle. Bir Türk si­
ze "MalatyalIyım" d ed iğin d e, bu onun ille d e o kentte oturdu ­
ğu an lam ın a gelm ez; ilçelerden birinde, ya d a ilçeden bir gü n ­
lük uzaklıkta, daglann arasın da kaybolm uş en uzak köylerden
birinde d e oturuyor olabilir pekâlâ. Bu kentli "köken etiketi",
özellikle, askerlik şu besin in , her b ö lge d en gelen kura erinin
yan yan a bulunduğu, ülkenin diğer ucundaki bir kent kışlası­
na çağırdığı acem i erler tarafından kullanılıyordu. Askerlik hiz­
metinin, aynı birleştirme ve karşılıklı tanıtm a rolünü III. C u m ­
huriyet dönem i Fran sa'sın da da oynadığını söyleyebiliriz.
5 0'li yılların eşiğin de kent, köylüler için bilinm eyen bir
dünya değildir. Köylüler, ürettiklerinin bir kısmını satm ak için,
çalışm ak ya da askerlik görevini yapm ak için kente gider, ikti­
darın temsilcilerini o ra d a bulurlar. Ancak tüm bunlar her b ö l­
geyi, aynı bölgenin her köyünü ve aynı köyün içindeki tüm bi­
reyleri ayrıı ölçüde ilgilendirm ez. Kente gidişler gereksinim ler­
le sınırlıyken 50'li yıllardan sonraki kente açılm a, yerleşm e
boyutuna taşınır.

Traktör ve Sağlık Ocağı


13 Tem m uz 1 9 4 7 'd e, İstanbul gazetelerinin birinci say­
fasın da iki h aber yer alır: Marshall planı kapsam ın da Türki­
ye'ye Amerikan yardımı getirecek olan iki taraflı anlaşm anın
imzalandığı haberi ve aynı yılın mayıs ayından beri "o la ğa n "
kentleşm e tarafından b o ş bırakılmış alan larda m antarlar gibi
biten A n ado lu 'dan gelen ailelerin bir ge ce d e inşa ettikleri İs­
tanbul gecekondularından birinin fotoğrafı. Böylesine dağınık
ve binlerce kişisel kararın toplam ından oluşan bir olaya kesin
bir tarih verm ek p ek anlamlı olm asa da, bu so n derece se m ­
bolik buluşm a, Türkiye'de köyden kente göçün başlangıç tari­
hi olarak alınabilir. Özellikle İstanbu l'da yoğunlaşm aları n e d e ­
niyle dikkatleri çeken bu ilk göçm en akmları sınırlı kalır ve
1945 ile 1950 nüfus sayım lan arasında yıllık ortalam a nüfus
artış oranı, kentlerde (% 2 ,2 5), nüfusun hâlâ dörtte üçüne sa ­
hip köylerden (yılda % 2 ,1 5) çok az yüksektir.

1 95 0 'den son ra ise her şey değişir: Öncelikle, ülkenin


gen el nüfus artışı hızlanır, 1945 ile 1950 arasında artış oranı
% 2,17 iken, 1950 ile 1955 arasında % 2 ,7 7 'e, 1955 ile 1960
arasında ise % 2 ,8 5 'e ulaşır ve 1 97 5 'e dek % 22,5 dolayların­
d a kalacaktır. Bu, do ğu m oranı yüksek kalırken, ölüm oranını
hissedilebilir ölçü de düşüren büyük sağlık kam panyalarının
sonucu, "sağlık ocağının etkisi"dir (aşı, kıyı o v alan n d a görülen
sıtmanın kökünü kazıma, hijyenin gelişm esi). Diğer yandan,
köylerden taşan kesim , artış oranlarındaki ani aykınlıgın da
gösterdigi gibi kentlere akar: Köylerde artış oranı hafifçe dü ­
şerken (1 95 0 -1 9 55 ve 1960-1965'te yılda % 1,7 ile 1955-
1960'ta % 1,9 arası), kentlerde bu oran 1950 ve 1955 arasın­
da yılda % 5 ,5 'e fırlamış ve dah a sonra 1955-1960'ta % 4 ,9 'a,
1960-1965'te ise % 3 ,9 'a düşm üştür, bunlar yine d e yüksek
değerler. Peki Türk köylülerini şehirlere böylesine koşturan
şey nedir?

A m erika'dan gelen dış yardım, göç zincirinin her iki


ucun da önem li bir rol oynar: Çıkış noktasında, m akineleşm e
yoluyla tarımın m odern leşm esin e yardım edecek, varış nokta­
sın da ise, sanayi ve kent şantiyelerini arttıracaktır. Başlangıç­
ta m akineleşm e, neredeyse yalnızca traktörün (bu sözcü k "ta-
raktör", hatta kimi zam an "direktör" halini bile almıştır!), tut­
kuları alevlendirecek ve köy toplum unun evrimini hızlandıra­
cak büyülü aracın gelişine dayanır. Traktör, sabanı ve tapanı
çekm esi, ürünleri, çeşitli yiyecekleri, hatta insanları taşıması
için koşulan öküzlerin yerini alır. Saygınlık kaynağı olarak, gu ­
rurla gösterilecek ve onunla caka satılacaktır, düğün lerde üs­
tü çiçeklerle sü sle n e c ek ya d a boyanacaktır. Gelişi gerçekte
çok yavaş olur, satın alm alar başlangıçta birbirinden çok fark­
lı üç b ö lge d e yoğunlaşır: İstanbul'un yanı b aşın d a Trakya'da,
ki burası bizim Valois ya d a B ea u c e bölgesi tarım ım ıza çok
benzer, geniş çaplı buğday, şekerpancarı ve ayçiçeği tarımını
kolaylaştırır; Ankara ile Konya arasında, İç A n ado lu bozkırla­
rında ise traktör, dah a çok Am erika'nın W heat Belt ya d a Batı
Sibirya m odeline ben zer biçim de, otlaklar zaranna, yaygın ta­
rıma elverişli geniş b u ğd ay tarlaları açm aya izin verir; so n o la­
rak, Ç u k urova'd a traktör ve sulam anın birleşm esi burayı ülke­
nin pam u k yetiştiren ilk tarım bölgesi yapacaktır.

Kendisi de Çukurovalı olan yazar Y aşar Kem al, 1955'te,


çok renkli7 bir röportajda traktörün gelişinin sonuçlarını akta­
rır, bu gözlem ler, "traktör ateşi" ile yanan b a şk a b ö lge lere de
genişletilebilir: Ekilebilir alanlar, sa d e c e en zengin olanların,
şu ünlü traktörün parasını ödeyebilm iş olan v e on u diğerleri­
ne kiralayanların yararına genişler; hepsinin d e değil üstelik,
çünkü bazıları, usta satıcılar tarafından toplum sal sınıflarının
traktör edinmeyi gerektirdiğine inandırıldıktan son ra korkunç
dü ş kınklıgıyla tanışır, şim diden iki traktöre sah ip b u talihli
köylüye tanık olan Y aşar Kem al, oğlu kırmızı bir traktör istedi
diye bir üçüncünün pazarlığına girm iş olduğun u görür!

Traktörlerin sayısı, ön ce yavaş yavaş artar, 1955'te, tüm


Türkiye'de 4 0 .0 0 0 iken 1970'te 1 0 5 .0 0 0 'e ulaşır, 70'li yıllar­
da, ulusal sanayi talepleri karşılayabilecek d u rum a geldiğin de
ise dah a hızlı artar.
1974'ten sonra 2 00 .0 0 0 , 1 9 7 9 'd a 4 0 2 .0 0 0 , 1 9 8 9 'd a
ise 672 0 0 0 'e çıkar. Traktörün kullanımı, her yerde, köy top­
luluğuna, ondan etkili biçim de yararlanabilecek kadar geniş
topraklan olm ayan yoksul köylülerin yükünden kurtarm aya
yönelir.
Ancak bu gidişler, kentte geçici de olsa gerçek iş o la ­
nakları olduğu için olası olmuştur. Am erikan yardımı, askeri

7 M ü n e vve r A n d a ç tarafından y ap ılan fra n sızca çe virisi, "D an s les fe u x d e la


T c h o u k o u ro v a " ("Ç u k u rova Y an a Y an a), Les T e m p s M o d e rn e s d e rgis in in "Tu r­
q u ie , du r é fo rm is m e au toritaire au lib é ra lis m e m u s c lé " başlıklı 4 5 6 -4 5 7 sa y ı­
larında yayınlandı, T e m m u z-A g u sto s 1984, sy. 197-224.
ve stratejik görünüm leri yanında, her alandaki yatırımları güç­
lendirmiştir, özellikle de, V ehbi Koç ve Sakip S abancı örne­
ğindeki gibi, yavaş yavaş gerçek birer im paratorluğa dönü şen
özel Türk sektörleri canlandırdı.

Pek çok sanayi kuruluşunun artış hızı, her şeye rağm en


yetersizdi, öyle ki imalat sanayilerinde çalışan etkin nüfusun
oranı çok yavaş artıyordu, ülkenin şim diden sanayileşm iş Ba­
tı kentlerinde bu oran çok dah a fazlaydı, bu da b ölgeler ara­
sındaki dengesizliği arttırıyordu.

Ancak üçüncü zam an, bayraklarını gururla diken büyük


bankalardan d ü şü k istihdamı (işsizliği) gizleyen küçük sokak
ticaretlerinden devlet yönetim ine yakınlık hizmetleri bakım ın­
d an zenginleşiyordu. Bürolann alaturka ("Türk tarzında" çalış­
m a biçimi, handaki dükkan sahiplerine çay yapm ak için her
zam an hazır k üçü m sen em ez nicelikte kapıcı ve odacıların ça­
lıştırılmasını gerektiriyordu b u tür işler köyden yeni gelenleri
kendine çekiyordu.

Şehirli Kuzenler
Yeni gelen için hiçbir şey kolay değildir: Öncelikle hem
başını sokacağı bir yer hem d e bir iş bulm ak zorundadır. Öte
yanda kente onunla aynı zam anda gelm iş onlarca, hatta büyük
kentlerde yüzlerce kişi vardır. Şu halde, soyutlanmayı ön lem e­
ye çalışacaktır, başlangıçta birkaç cesur öncü, kentin düşm an­
ca çevresi içinde serüvene atılmak zorunda kalmış olsa bile!
Tercihen, önce aynı köyden ya da en azından aynı kazadan ge­
len akrabalarının ya da "memleketlilerinin (hemşeri, bu terimin
tam karşılığı) bulunduğu yere gidecektir, çünkü buraya gelm e­
sinde öncelikle köye gelen haberler etkili olmuştur ve bu kişi­
ler, yaptıklan köy ziyaretleri sırasında kentin debdebesin i anlat­
mayı bilmiştir, yeni gelen de onlara güvenebileceğini bilir.
İlk zam anlar onların evinde kalacaktır, gecek on du tek­
niğine göre yeni bir konut yapm ak için gereken küçük bir top­
rak parçası edininceye dek: Toprağın üstüne bir kaide oturtul­
duğu sırada, m alzem eler komşuların evine yığılır, sonra bir
akşam , çok sayıda grup hızla duvarlan ve iskeleyi diker ve b e ­
lediye yetkililerini bir oldu bitti karşısında bırakıverirler. G e c e ­
kondu için kullandığımız Fransızca bidonville terimi, b u an ­
lam da p ek uygun dü şm ez, çünkü sö z konusu olan, kente öz­
gü yol bakım ı ve ağlardan yoksun kırsal yerleşim b ö lge si m o­
deline g öre yapılm ış sert bir yerleşim bölgesi. Alm an c o ğ ra f­
yacı Volker H öhfeld'in deyim iyle "Türk kentlerinin yan m a ku­
rulm uş köyler"dir.8

Yeni gelen , bir ev kurm aya hazırlanırken e ğ e r ortaya çı­


kan bir fırsatı değerlendirm esi için ak ra b a ya d a bir ya n d a n da
iş piyasasını dolaşır. Bu d u ru m d a en iyisi, kendisi d e aynı
"m em leket"ten olan bir işveren bulm aktır, çünkü o n a d a h a
kolay güvenebilir. Belki d e b u n d a yanılır, çünkü yeni kentlinin
saflığından yararlanm aya çalışan dolandırıcılar hiç e k sik ol­
maz. Kendisini karşılayan konut, şu halde bir korum a, hatta
güven sa ğ la m a rolü d e oynayacaktır. Bu dayanışm a ağları ka­
dınlar için d a h a d a önem lidir, y o k sa b u büyük kentin adsızlı-
gında, köyde çevrelerini saran "toplum sal koza"nın tam tersi
bir yalnızlığın acısını çekebilirler.

Sanayi Avrupa'sının Aracıları


Türkiye'de kentlerin so ğ u rm a gü cü sınırlı görülebilir, an ­
cak 60'lı yıllarda Türklere bir b a şk a iş piyasası açıldı: Batı Av­
rupa iş piyasası. Sanayisi ilerlemiş, a m a artık solu ğu kesilm iş
bir nüfusun içinde gerekli işgücü kaynaklarını bu lm akta zorla­
nan bir Batı Avrupa. Fransa ve İngiltere eski söm ü rgelerin e yö­
nelirken, Federal Alm anya Cumhuriyeti işçilerini, Y u goslavya
ve Yunanistan'dan son ra hızla Türkiye'den alarak, yeni bir
"D rang nach O sten" biçim inde gün eyd oguya yöneldi. B u dış­
göç, işgücü kaynaklarını, dışarıdan g e le c ek dövizlere ç e v irm e ­
yi arzulayan devlet tarafından düzenlendi. İş ve İşçi B u lm a Ku­
rum u ya da İİBK, uzun b eklem e listeleri üzerinde kayıtlı a d ay­
lar arasından seçim yaptı. İlk göçm enler, Türkiye'nin Batısın­
daki kentleşm iş ve sanayileşm iş b ölgelerden çıktı, buradaki
kentler zaten çoğu zaman köy ve Batı Avrupa'nın büyük kent­

8 V o lk er H ö h feld , "Q ecek on d u s. D örfer am R ä n d er Tü rkischer Städ te?", G e o g ra p ­


hische Rundschau, 36/9. 1984, sy. 4 4 4 -4 5 0
leri arasında bir ara istasyon rolü oynamıştı.
D aha sonra bu alanlar, tüm ülkeye genişletildi, öyle ki
Türk işçilerini kabul etm e konusunda Almanya'yı -çok uzak­
tan- izleyen ülkeler, Fransa ve Belçika, İsviçre ve Avusturya,
İsveç ve Hollanda, işçilerin bir kısmını doğrudan en ücra köy­
lerden aldı (Karadeniz bölgesi, D ogu Anadolu, G üneydoğu
kürtleri). Şu durum da, ülkeden tam bir kopuş, tam bir gurbet­
çilik söz konusuydu, an cak Yılm az G üney'in filmi Sürü, uzak
dağlarından kopup gelm iş göçebe Kurt için, Ankara'n/n,
Frankfurt ya d a Strasburg kadar yabancı bir dünya olduğunu
çok güzel açıklar. Aynı zincirleme göç süreci, b u ani yurt d e ­
ğiştirmenin etkilerini hafifletmek, ve Türk diasporası içinde
bö lge ler ve soy gruplan halinde yoğunlaşm alar yaratm ak üze­
re iki durum da etkili oldu.
Türk işçilerinin Batı Avrupa'ya resmi göçü, 1974'te sınır-
lann kapanm ası ile son buldu, ancak yurt dışındaki Türk nü­
fusu, ailelerin yeniden birleşm esi nedeniyle son ra da hızla ço­
ğaldı, diğer yanda ileride iyi bir durum a kavuşacağını um an sı­
ğınm acı konum undaki kaçaklann ya da adaylann sürekli akı­
nı, yetişkin erkeklerin sayısını arttırmaya d ev am etti. Batı Av­
rupa'ya, yeni göç ülkeleri de katıldı, petrol üreticisi Arap ülke­
leri (Libya, Suudi Arabistan, Birleşik Arap Emirlikleri), sonra
d a dünyanın diğer u cun da bulunan Avustralya m aden ocağı
şantiyeleri9

'Almanya Beyleri'
İlk zam anlarda, Alm anya'ya gitmek üzere seçilenler g ö ­
rece az olduğundan, dışgöç çok önem li bir saygınlık kaynağıy­
dı. İlk dön ü ş yolculuğu Alm anya beyinin, Batının "acı yur­
d u m dak i güç yaşam koşullarını utana sıkıla gizlediğini10 ve kö­
yün ortasında, gösteriş olsun diye, pek çok elektrikli ev alet­
leri ya da görsel işitsel aletlerle donatılm ış yepyeni bir ev yap­

9 Bu g ö ç o la y ı ü zerin e S tép h a n e d e T a p ia n ın m ak a le si "L e c h a m p m igra toire


turc: E volu tion et m u ta tion 1974 -199 2" Peuples M editerrannéens n o 6 0 , “ Tur­
qu ie. L'ère p ost-K ém a liste", Tem m u z-E ylül, 1992, sy. 135-152
10 G ü nter W allraff, Ganz unten, C o lo g n e Köln V erla g K ie p e n h e u e r 6f W itsch,
1985 v e Fransızca Tête de Turc, Paris, La D é c o u verte, 1986, sy .3 0 9
tığını gördü... elektriğin olmayışı bunları kullanm aya izin ver­
miyor olsa da, bunun ne önem i vardıf Akrabalarına dağıtm ak
üzere yanında hediye getirm ek de boynunun borcuydu. An­
cak ilerideki yaşam ını d a dü şü n m esi gerekiyordu ve göç sıra­
sında biriktirdiği büyük m eb laglan n kullanılm ası değişik ter­
cihlere yol açıyordu. Sürekli bir gelire sah ip olm a kaygısı ço­
ğu zam an, köylüleri yakın şehre götürm ek için bir m inibüs s a ­
tın alm aya ya d a kentle ilişkili bir m ağaza ya d a taşınm az m ülk
edinm eye varıyordu.

D oğrudan üretim e yönelik yatırımlar d a h a enderdi: D ev­


let, çok sayıda kooperatif şirketin ya da karm a ekonom inin
kurulmasını sağlayarak, göçm enlerin tasarrufunu kuşkusuz
sanayinin geliştirilm esine yöneltm eye çalıştı a m a son u çlar g e ­
nellikle dü ş kırıklığı yarattı. Sanayide istihdam hacm inin şid­
detli artışı, İç A n a d o lu 'd a Yozgat gibi alt b ö lge d en gelen iller­
d e gözlem lendi. Ekilebilir araziler satın alm a gibi tanm a ilişkin
yatırımlar ise, pek yüksek oranlara ulaşam adı. G elecek ten en
fazla kaygı duyan bireyler, köyde oldu ğu kadar olasılıkla kent
çevresinde de toplum sal yükselişlerinin güven cesi olan ço­
cuklarının öğrenim i için yeterli m iktarda para ayırmayı tercih
etti... Batı Avrupa'ya d a K örfez'deki sanayi işi, şu halde çoğu
zam an, bir ya da birbirini izleyen iki kuşak arasında, köyde
toprağın işlenm esi ile kentte bir üçüncü zam an etkinliği ara­
sındaki ara evreyi -uzun bir kıvrım oluşturan!- temsil eder.
Doğrudan ya d a Batı Avrupa üzerinden, köyden kente
kırk yıldır süren göçün sonucu, öncelikle kentler ve köyler
arasındaki sayıca ilişkinin tersine çevrilm esi oldu.

195 0 'den 1 980'e, köyde yaşayan m evcut insan sayısı,


kentlilerle aynı anda, ancak çok dah a yavaş biçim de artmaya
devam etti, yıllık artış oranı, kentlerde % 3 ile % 5 ,5 iken, köy­
lerde bu oran °/ol,2 ile % 1 ,9 arasındaydı. Şu halde köylerin
göreli payı, genel olarak azalmıştı, 195 0 'de toplam nüfusun %
75'ini oluştururken, 1980 yılında olduğu kadar kalabalık ol­
mamıştı, çünkü o sırada kırsal nüfusun kesin sayısı 25 milyo­
na ulaşmıştı, kentlerde ise bu sayı 19,6 milyondu.

1 9 8 0-199 0 yılları, kesin bir d e ğ iş i m e tanık oldu: Kırsal


nüfus tüm yurtta azaldı, 19 8 5 'te 2 3 ,8 m ilyon iken, 1 9 9 0 'd a
23,1 milyona düştü, kent nüfusu ise 33,3 m ilyona ulaştı. O
an a d ek sa d e c e kuzeyde ve d o ğ u d a birkaç kazaya bağlı köy­
lerin n üfu su n da bir azalm a görüldü ğü halde, 1985 ve 1990
arasında ilçe, dahası iki yüz k a s a b a statüsüyle resm ileşm iş,
kent sınıfına katılmayla yapay biçim de abartılmış olsa da, kır­
sal nüfusta gerilem e, bu ndan böyle kazalann büyük bir bölü ­
m ünü etkiler.
1990 yılında % 5 9 'Iu k bir nüfus oranıyla kentler tartış­
m asız galip gelir, am a hangi kentler? "Kentsel m akrosefali"ye
uğram ış, köyden göçen herkesin belli başlı bir ya d a iki ken­
te koştuğu p ek çok üçüncü dünya ülkesinden farklı olarak
Türkiye, tüm kentlerinin nüfusunun arttığını ve çok hiyerarşi-
leşm iş bir kent ağının yavaş yavaş farklılaştığını gördü.
Kentsel dokunun taban düzeyi, valilik ya d a il m erkezi­
dir, köylüler uzun yıllardan beri kendilerini buraya bağlı hisse­
der, burası, dah a uzaklara gitm ek için zorunlu geçiş noktası­
dır bir anlam da. Bu aracı kentler h er yerde bulunur, sıkı örül­
m üş bir otobüs-m inibüs ağıyla çevre köylere bağlanır ve onla­
ra eksiksiz bir yönetim, sağlık, eğitim hizmeti ve d a h a şim di­
d en çok iyi donatılm ış bir ticaret m erkezi sunar.
Her üç ya d a dört il gru bu n a, şehirlerarası otobü slerle
bir g ü n d e vanlabilen -bu bugün Türkiye'de en anlamlı uzaklık
birimidir- üst düzey ticaret ve hizm etler sunan -ülkenin idari
bölün m esi, 50'li yılların F ransa'sında olduğu gibi b ölgesel
aşa m a içerm ediğinden, hepsinin ille d e aynı yerde olm ası g e ­
rekm eyen birçok bö lge se l yönetim m erkezi; b ölgesel bir sağ­
lık m erkezi ve bir üniversite; çok geniş ve çok farklılaşmış, g e ­
leneksel kapalı çarşıyı büyük ö lçü d e aşan bir ticaret merkezi-
dah a kalabalık bir yerleşim yeri egem endir.

Her coğrafi bölge, bu türden üç ya da dört m erkez içe­


rir, örneğin İç A n adolu 'da, Ankara'nın çevresinde bir ç e m b e r
yayı biçim inde yerleşen, Selçuklu dönem inin görkem li m im a­
risinin zengin kalıtını koruyan üç tarihi kent, Sivas, Kayseri ve
Konya ile m odern çağın gelişm iş sanayi kenti olan Eskişehir.
Aynı biçim de, Karadeniz kıyısının batı, orta ve dogu b ölü m le­
ri üzerinde etkili olan Zonguldak, Sam sun ve Trabzon, dağlık
Kuzeydoğu üzerinde ışıyan Malatya, Elazığ, Erzurum, Van, ve
G ü n e y d o g u 'd a G aziantep, Diyarbakır ve Şanlıurfa.
Ülkenin, daha kentleşm iş ve sanayileşm iş olan batısın­
da, sanayileşm eleri O sm an lı İm paratorlugu'na d ek uzanan üç
büyük kent, geniş alan lara egem en olan g e rç e k b ölgesel m et­
ropoller gibi görünür: Osm anlIların eski başkenti ve Lyon gibi
geçm işin, çeşitli nitelikte ipekli kum aş üreten büyük sanayi
m erkezi olmasının yanı sıra bir kaplıca kenti olan Bursa, Mar­
m ara denizinin güney kıyısına egem endir. Ç ukurova'nın orta­
sın da pam u k üreten hünerli kent Adana, tüm Akdeniz b ö lg e ­
sin de gelişim i canlandırır. Ve son olarak, ülkenin ikinci liman
kenti ve ikinci sanayi v e ticaret merkezi İzmir, tüm Ege'nin tar­
tışılmaz m etropolüdür.
Köylüleri en çok çe k e n iki kent h er şeye rağm en ilk iki­
sidir, ülkenin yönetimini adeta aralan n da paylaşan iki kent,
eski başk en t İstanbul ile yeni başkent Ankara. Ankara, tem el
politik işlevleri ve bunun d o ğal sonuçlarını ordu n un , ulusal iş­
letm elerin ve "gen el kültür sektörü"nün yönetim ini tekeline
almıştır, ancak İzmir körfezinin eklentisiyle h em ilk liman, ilk
ticaret merkezi, imalat sanayisinin çeyreğine sah ip ilk sanayi
m erkezi, hem de özel sektörün toplum sal m erkezlerinin ç o ğ u ­
nun merkezi, ülkenin entelektüel m etropolü olan İstanbul,
e konom ik başkent kalır.
Uzun süre kuşkusuz çok dah a aşa ğ ıd a olan genç raki­
bind en dah a yavaş geliştikten sonra İstanbul, so n u n d a 8 0'li
yıllarda eski saygınlığını yeniden kazandı. B u n a saygınlık d en i­
lebilirse tabii, çünkü aşırı genişlem esi, M arm ara kıyısı b o y u n ­
ca, batıdan doğuya 60 km, Boğaziçi eksen in de, Karadeniz d o ­
laylarına dek güneyden kuzeye 25 km üzerine yayılması, e k o ­
lojik, toplum sal ve politik açıdan içinden çıkılm az sorunlara
yol açm ad an olm adı! Ankara, her ülkeden g e le n sivil ve a sk e ­
ri görevlileri saym azsak, yeni sakinlerini tercihen kendi çe v re ­
sindeki İç Anadolu köylerinden aldığı h alde İstanbul, her ilin
nüfus rezervinden payını aldı ve her ailenin başvu rduğu bir
evrenin parçası oldu: İstanbul'da, şehirden h a b e r getiren, k ö­
yün sınırında birden ortaya çıkıverecek bir akrabası ya da bir
"h em şeri "si olmayan kim var?
Ancak köylüleri bu kentlerden ayıran fark yum uşam ış gi­
bi görünse de, bunun tek nedeni ulaşım araçlarının gelişm esi
değil midir? Bir diğer nedeni de köylü nüfusun bu akınınm
kentleri, hatta en büyüklerini bile, dah a kırsal ve köylülere da­
ha az yabancılaştırm ış olm ası değil midir? Klasik kentleşm e­
nin terk ettiği tüm alanlara serilen gecek on du örtüsü, bildik
bir yaşam çerçevesi sunar: Her birinin kendine ait bir parça
toprağı, evinin dibinde birkaç hayvanı varsa ve kendini, köye
oranla dah a d a geniş bir dayanışm a agı içinde hissediyorsa,
yapıların düzensizliğinin ve şim diye kadar zaten bilmedikleri
konfor öğelerinin yokluğunun ne önem i var!

Köylerin Yeni Yüzü


G erçekte, kentler ve köyler arasındaki uçurum kapan-
dıysa bu aynı zam anda, kentlerin "köylüleştigi" sırada gitgide
şehirleşen köylerde söz konusu olan köklü değişim lerin de
sonucudur. Traktör, sa d e c e ayrıcalıklı birkaç bölgenin ya da
zenginlerin tekelinde değildir artık, so n u n d a kesinlikle yararlı
bir rol uğruna büyüsünü yitirir. D aha gen el bir bakışla davra­
nışlar, bu ndan böyle ekonom ik akılcılığa büyük bir yer verir,
köylü, teknik gelişm e ve ürünlerin rayici kon usun da dikkatli
bir çiftçiye dönüşür. Çiftçi Pancar dergisini ("Pancar", pancar
üreticileri tarafından yayınlanan, an cak herkesin anlayabilece­
ği basit bir düzeyde kalem e alınmış dergi) okuyarak çiftçi han­
gi tohumların tercih edildiğini ya d a çatısının üstüne gü n eş ısı­
sıyla su ısıtan bir aygıtı nasıl yerleştireceğini öğrenir. Hayvan­
cılıkla geçinen p ek çok g ö ç e b e aile g ru b u d a ihracat için çalı­
şan küçük ve orta işletm elere dön ü şm ü ştür.11

G ecenin içinde dans eden binlerce ışık, elektriğin... ve


onunla birlikte eski g e ce sohbetlerini hızla unutturan televiz­
yonun aşağı yukarı her yere ulaşm ış olduğunu düşündürür.
Dom ino ya da ok ey12 taşlarının şıkırdadığı dum anlı kahvelerin
bir köşesine konm uş küçük ekran televizyonu toplu halde iz­
lem e dönem i geçti artık, hele Alm anya'dan gelen kuzen bir
paket video kaseti de getirmişse!

1 I Bkz. M arcel Bazin. "L e n o m a d is m e y örü k a u jord 'h u i: les Sarikeçili du Taurus
cen tra l", ("B u gü n ü n G ö ç e b e Yörükleri: Orta T o ro sla r'ın S a rık eçilileri“ ), Prod uc­
tion Pastorale et Société, no. 20 , 1988, sy. 1 1-29.
Dahası şehir, Kent hiyerarşisinin ilk basam ağını oluştu­
ran kasabaların çoğalm asıyla birlikte köye yakınlaşm aya b a ş ­
lar. Büyük merkezi köyler, bir belediyeye sahip olm ad an ö n ­
ce, tarım hizmetleri bürolarına, haftalık çarşıya, birtakım sü ­
rekli ticarete, bir ortaokula ve bir sağlık ocağın a sahip olm aya
başlar. Yeni belediye başkanı girgin olduğunda, küçük bir s a ­
nayi işletmesi ya da bir lisenin açılm asını ve h em en ardından
kasabanın kaym akam lık statüsüne yükselm esini sağlayabilir.
Devletin güçlü temsilcisi kişiliğinde bir rakibin ortaya çıkm ası
pahasına da olsa!

Kısacası, bugünün Türkiye'sinde, kent-köy arasındaki


ayrım, yapıdan çok bir d e rece farkıdır. D oğduğu köye d ö n e n
m ühendis, çantasını bırakır ve am casının dom ateslerini su la ­
m aya gider, öte yanda köyden yeni gelen küçük dükkan sah i­
bi, gelen ek sel çörküyü bırakarak h esap m akinesi kullanm aya
başlar. Her yer, her aile, hatta her birey, böylece aynı karşıt
öğeleri, yenilik ve geleneği, doğanın tadı ve teknolojinin çeki­
ciliğini kendine özgü bir do za jd a birleştirerek, özgün bir s e n ­
tez yapar. Kısacası, bir Türk olm ak için, bugün h er zam ankin­
den çok, hepsi gerekiyor!..
t
Göçmenler
Riva Kastoryano

Onlara "gurbetçiler" deniyordu. "Almancılar" oldular; bugün


sayılan üç m ilyonu aşan ‘yabancı ülkedeki Türkler" onlar. Türki­
ye'de kullanılan terminolojinin evrimi ekonomik, toplumsal ve si­
yasal konumlanma değiştiğini gören göçmenlerde derin b ir gelişi­
m i ifade eder.

Avrupa ülkelerinde oturm a süresi, bazılarına toplum sal


yükselm e ve bu kazanım la birlikte, zam an içinde do ğru dan ya
d a dolaylı siyasal bir güç getirdi. Bu, yerleştikleri yeni ü lk ele­
rinde, dinsel ve ulusal çıkarlarını savu n m ad a onlara tem sil ro­
lü düştüğü anlam ına gelir.
Sürgünlere (gurbetçiler) göre göç, geri d ö n m e k üzere
bir gidişti. Avrupa ülkelerindeki varlıkları ancak geçici olabilir­
di. Kur farkıyla dah a tez para biriktirmek için "gurbetçilik d e ­
nen zor zanaat "'a katlanıyorlardı. Bu, 50'li yıllarda başlayan
sanayileşm e ve kentleşm e olgusuyla, artık d a h a çok kâr getir­
m eyen toprağı, hele ailenin büyük oğlu değilse terk etm eleri­
ne yol açacaktı. G ecek on du deneyi olm adan kente girecek ler­
di. Kısaca, bu onlara m odernliğin tek yolu olarak görülen top­
lum sal devingenliği getirecekti. Bu tutum, toplum sal d ö n ü ­
şüm geçirm ekte olan bir ülkede normların içselleştirilm esin-

1 Mazım H ikm et'in şiirine g ö n d e r m e .


den kaynaklanıyordu. Yeni özlem leri gerçekleştirm ek, bulun­
duğu yerdekinden dah a yüksek bir ekonom ik ve toplum sal
düzeye ulaşm ak için gitmek, bir zorunluluk oluyordu.
Kırsaldan toplu göç, ulusal sınırlan aşar ve Batıya doğru
uzanır. Türkiye 1961 'd e Almanya ile ikili bir anlaşm a imzalar.
Ekonom ik büyüm e, Belçika, Hollanda, İsveç, Avusturya, Fran­
sa ve İsviçre'yi göçm en işgücü için rekabete sokar ve bu ülke­
leri 1964 ve 1965 'te Türkiye ile anlaşm alar yapm aya götürür.
Uzm anlann Türkiye'de yaptıklan çalışm alar, ilk gidenle­
rin ülkenin gelişm iş bölgelerinden gelen nitelikli iş gücü oldu ­
ğunu ortaya koydu. Bazı araştırmalar, göçün başlıca nedeni
olarak işteki memnuniyetsizliğin altını çizerler.2 Hareket hızla
yayılır ve özellikle D ogu'dak i yoksun bölgelerdeki köyler Fran­
sa, H ollanda ve Belçika'ya değilse d e Alm anya'ya göç n ede­
niyle boşalm aya başlar.
1973-1974'te sınırlann kapatılması Avrupa'daki Türk nü­
fusunun artmasına yol açtı. İlk göçm en dalgasının gelişinin üze­
rinden on yıl kadar geçmişti. D önm e niyeti, aileyi ülkede bırak­
m ak için yeterli bir nedendi. A m a göçün durm ası göçm eni güç
durum da bıraktı. Geri dönerse, bir dah a gelem eyecekti; bu du­
rumda, en iyisi yakınlannı getirtmekti. Aile kümelenmeleri ve
Avrupa'nın hem en her yerinde göçm en sayısının artması bun­
dandır. Bu olgu, m edya aracılığı ile Almanya'yı Türklerin hatası­
na iyice yerleştirdi. G eniş aile üyeleri gitmek için sıralannı bek ­
lediler. Bir zam an sonra, Alm anya'da ya d a başka herhangi bir
Avrupa ülkesinde yaşayan ve okula giden çocuklara Türkiye'ye
geldiklerinde yaşıtlan "Alm ancı" dem eye başlıyordu.

Hareketin genişlem esi Avrupa'daki Türk göçm enlerin ni­


teliklerini değiştirdi; İlk başta kalifiye işçiyken, son ra vasıfsız
işçi, işsizken sığınm a talebinde bulunan durum una geldi. Bu
değişm e, kısm en krizin büyümeyi yavaşlattığı ve işsizlik oranı­
nın yasal yollardan iş bu lm a şansını azalttığı Avrupa ülkeleri­
nin ekonom ik durum unun sonucudur. O zam an göçm en m o­
dernlik kapısına varm ak için yeni yeni yollar dener. Am a bu

2 Türk E k o n o m is tle r Birliği, Yabancı Ülkelerdeki Türk İşçileri ve Sorunları, A n ka­


ra, 19 7 4 ; A. G itm ez, Dış G ö ç Ö yküsü, A nkara, 19 81 ; A. G itm ez, Yurtdışına İş­
çi G ö ç ü ve G e ri D ö n ü şle r; Beklentiler... Gerçekleşenler, İstanbul, 1983.
süreç, elbette Türkiye'nin ekonom ik toplum sal ve siyasal e v ­
riminin bir yansım asıdır da. G erçekten de ülke, 70'li yıllardan
beri devam eden siyasi bunalım ları izleyen ekonom ik bir kriz
geçirmektedir. 1971 ve 1980 hüküm et darbeleriyle açığa çı­
kan siyasi istikrarsızlık, 1 9 8 0 'd e % 1 10'luk enflasyon oranıy­
la ekonom ik durum u ağırlaştırmıştı. 8 0'ii yılların ilk yansından
bu yana, enflasyon ortalam ası yıllık % 7 0 'le rd e kalır, a m a iş
bu lm a olanağı gerilerken, işsizlik oranı dah a 1 9 8 0 'd e % 10'u
aşar ve çalışm a yaşı, yani 15-64 yaş arası nüfus artışı % 3 'ü b u ­
lurken3istihdamdaki gelişm e yavaşlamıştır.

Siyasi istikrarsızlığın ağırlaştırdığı bu kriz, çeşitli b ö lg e ­


lerdeki, a m a d a h a çok doğudaki farklı toplum sal sınıflan etki­
ledi. 70'li, 80'Ii ve hatta 90'lı yıllardaki arka arkaya g ö ç dalga-
lan n da etkilerini hissettirdi. Bugün çeşitli Avrupa ülkelerine
yerleşm işlerdir ve vasıfsız işçilikten sanayi işçiliğine k ad ar ç e ­
şitli alanlarda çalışmaktadırlar. Hem d ö n ü ş istencini, hem yer­
leşm e istencini ifade e d e n söylem lerin belirsizliğine karşın,
varlıklan kalıcı hale gelmiştir. D önüş, bireysel bir tasan haline
gelir, sa d e c e aileyi ilgilendirir ve göçün başansına, dolayısıyla
aynldıgındaki beklentilerinin gerçekleşm esin e bağlıdır. Bek­
lentileri gerçekleşm ezse, başarısızlığı işsizlik, ırkçılık, vb. ile
ödünler. Yerleşm e üstüne söylem ortak bir istenci yansıtır.
Farklı Avrupa ülkelerindeki sürekli varlıkları, g lo b a l toplum la
geçici bir uzlaşmayı içerir. Avrupa devletleri hüküm leri koy­
m ak ve den etlem ek ve ben im setm ek isterler; göçm en lerse,
kendi dinsel ve ulusal çıkarlannı savu n m ak isterler. O nlar Tür­
kiye için yeni bir toplum sal ulam -"Dışandaki Türkler"- oluştu­
rurlar.

70'li yıllann ortasından beri, körfez ülkelerine giden


250 .0 0 0 Türk göçm en d e bu ulam içinde yer alır. Bazen Türki­
ye İş ve İşçi Bulma Kurumu aracılığıyla, bazen Kuveyt ya da Lib­
ya'da inşaat işleri yapan müteahhitlerle birlikte, göçm en aday-
lan, yeni koşullara göre, yeni güzergâhlar izlediler. N eredeyse
sad ece erkeklerin göç ettiğini gösteren istatistikler, bu ülkelere
yapılan göçün "geçici" evreye girdiğini düşündürmektedir.

3 G e n e l nüfus artışı yılda % 2 .4 'tü r. O C D E Ek o n o m ik İncelem eleri, Mart. 1991


Gelişte: Savunmacı Gelenekçilik.
A lm an ya'da ve İsviçre'de onlara G astarbeiterler denildi.
Bu terim varlıklarının hukukî olarak geçici olduğunu gösteri­
yordu. F ran sa'da ise, tıpkı aşağı yukarı aynı d ö n e m d e gelm iş
olan Magripliler gibi "immigrés" (dışandan gelm iş) idiler. "Ge­
çişleri" kadar yerleşm eleri de zihinlerde olduğu gibi politika­
larda d a belirsizlik taşıyordu. Aslında, savaş sonrası inşaat iş­
lerine bağlı ekonom ik büyüm e, siyasal kararsızlıklar ve tekni­
ği yakalam a, farklı Avrupa ülkelerini ucuz ve sınırsız gibi görü­
nen bir işgücü aram aya itmişti. A
Zincirlem e göç ve aile küm elenm esi, bazı m ahallelerde,
zam an zam an siyasetçilerin d e teşvik ettiği yoğunlaşm alara
yol açtı. Örneğin A lm an ya'da ailesini bir araya getirm e izni al­
m ak için uygun bir konut gösterm e zorunluluğu göçm eni kö­
ken ilişkileri ağm a başvurm aya itti. Türkiye'den gelen ailele­
rin, m edyanın ve kam uoyunun "Türk gettoları” olarak gördük­
leri, çoğunlukla eski RFA'nın büyük kentlerinin m ahallelerin­
d e toplanm asının n edenlerinden biri budur. Bunlardan en ta­
nınanı, Klein İstanbul, küçük İstanbul adını taktıkları, Türkle-
rin 1 9 8 9 'd a yabancı nüfusun % 67.7'sini, gen el nüfusun %
16.8'ini temsil ettikleri Berlin'deki Kreutzberg'tir.4 Aynı şekil­
de, F ran sa'd a HLM* (U cuz Kiralık Konut) idaresinden konut
edinm enin zorluğu, aynı b ö lge d en ya d a aynı kentten bireyler
(h em şeri) arası ag sistemini harekete geçirdi.
A m a yoğunlaşm a, kendi aralarında olm a istencini de açı­
ğ a vurur. Geldiği ülkedeki toplum sal ilişki kipliklerinde değişik­
liğe gitmeyi sağlar. Bu ilişkiler ailelerin Türkiye'nin kırsalından
ya da kentinden gelm iş olm asına, Avrupa'nın büyük bir kentin­
de ya da küçük bir kasabasın da bulunm asına bağlı olarak, de­
ğişik biçim lerde ortaya çıkar.5 Ayrıca, oluşan toplum sal den e­

4 R. Kastoryano, "Paris-Berlin: Politique d 'im m igration et M odalités d'in tégration d e s


Fam illes Tu rqu es" Les Musulmans dans la Société Française ("Paris-Berlin: G ö ç
Politikası v e Türk Ailelerinin B ütü nleşm e Tarzları") R. L evea u v e G. K e p e ls (Yay.).
(Fransız Toplum undahi Müslümanlar), Paris FMSP Yayını, 1988, sy. 141-169
HLM: (Fr. habitation à loye r m o d é ré nin kısaltm ası) (U cu z Kiralık K onut) Kam u
gü ç lerin in g irişim iy le kurulm uş v e d ü şü k gelirli a ile le r e ayrılm ış gayrı m en k u l
(ç.n .)
5 R. K a storyan o, Être Turc en France: Réflexions su r fam illes et co m m u n a u té
(F ra n s a 'd a Türk O lm ak: A ile le r v e T oplu lu k lar Ü zerin e D ü şü n celer), Paris,
L 'H arm attan, 1986.
tim sayesinde, dayanışm a bağlan kurmayı, dili ve dini gelecek
kuşaklara aktarmayı sağlar. Bu, asim ilasyonun zararlannı en
a za indirmek için çevre ile ilişkilere sınırlam a getirir. Böylece
Türkiye'den göç edenler, ulusal ve dinsel aidiyetlerini pekişti­
ren savunm acı bir gelenekçilik geliştirirler. Kimi zam an, Fran­
sa ile Magripliler arasındaki söm ü rge ilişkileri farkını belli et­
m ek için şanlı bir geçm işi, kimi zam an Türkiye'nin siyasal çağ­
daşlaşm asını vurgulam ak için cumhuriyetçi bir şimdiyi dile g e ­
tirerek, kendileriyle "öteki“ arasına bir hiyerarşi koyarlar.
Böyfesi bir savu nm a m ekanizm ası, kimlik kaybı riskin­
den kurtulmak için, onları kendi kültürlerinin, kendi ahlâklan-
nm, kısacası kendi "değerlerinin özellikle dini "değerleri"nin
"üstünlügü'ne ilişkin bir söylem geliştirm eye itti. Hem glo b a l
toplum a, hem öteki g öçm en nüfusa karşı b u sakınım , toplum ­
sal yükselişin ilk tasarısının gerçekleşm esinin işareti olan Av­
rupalI m odern yaşam tarzını b e n im se m e istenciyle çelişir. On-
lan mem leketlerinin toplum sal ve kültürel gelişim inden uzak­
laştıran, göçm en oldukları ülkeye d e dahil etm eyen b u çeliş­
ki, g öçm en olm ayanlarla, özellikle Türkiye'ye tatile geldik le­
rinde karşılaştıklan zam an ortaya çıkar ve gündelik dilde on ­
lara "Alm ancı" den m esine yol açar.
A vrupa devletlerinin bakış açısından, "ziyaretçilerin'' yer­
leştirilmesi, g ö ç politikalanyla aynı mantığı izler. A lm an ya'da
kadın ya d a erkek ilk gelen ler öncelikle işverenlerin sagladık-
lan yurtlara (Heim e) yerleştirilmişlerdi. F ran sa'd a ise, ilk g e ­
lenler kendilerini özel konut pazarında bu ldu lar ve bir konut-
mobilyalı bir otel ya da kent m erkezlerinde eski binalar- b u l­
m ak için dayanışm a bağlarını harekete geçirdiler. 60'lı yıllar­
dan beri, kentsel tarihleri, ekonom ik gelişm eleri ve toplum sal
gelişimleri farklı olm asına karşın, birçok A vrupa kenti, sanayi
toplum unun gerekliliklerini karşılam ak için konut inşaatı plan­
ları geliştirdi. Yeni konut sağlam a politikası, işçi sınıfını - yerli
ya da yabancı - m arjinalleşm iş nüfusu ve evsizleri büyük kent­
lerin varoşlarındaki sosyal konutlara yöneltti.6

6 V. d e Ru dder, "L e lo g e m e n t e t l'in té gra tio n d e s im m igré s e n F ran ce" ("K o n u t


v e F ran sa'da Y ab an cıla rın E n tegra syon u ") "L 'Im m ig r a tio n e n E u rope e t aux
Etats-Unis" ("A v ru p a v e B irleşik D e v le tle re Q ö ç " ) konulu k o n fe ra n s ta su nu lan
bildiri, Paris, 1988; bkz. 5. KÖKSAL, "A, G h e tto in W e lfa re S o c iety : T u res in
R in k eb y -S to ck h olm " M. Kıray (yay.) Structural Change in Turkish Society. In d i­
a n a U niversity Press, 1991, sy. 97-1 1 1
Bu m ahalleler, bu gü n sanayi toplum lannın huzursuzlu­
ğunu yansıtırlar: Toplum sal ve ekonom ik dışlanm a. Yabancı
aileler için, HLM'den konut edinm e m odernliğe geçişin bir işa­
retiydi am a ulusal kökene göre yoğunlaşm a onları ödünlem e-
ci m odernlik karşıtlığının göze battığı, varoşlardaki "kötü haya­
tı" kendilerine mal eden kam uoyunun tepkisine neden olan
yerel topluluklar oluşturm aya itti. Konut pazanndaki rekabet­
ten, gençlerin iş p azan n d a yanşm asm dan, kültürler çatışm a­
sından gerginlikler doğar.

Ailelerin büyük bir bölüm ün ün Türkiye'de hiç kente in­


m e d e n geldikleri Fransa'nın küçük kentlerinde, bazı varoşlar­
da, evlerinin önündeki çim enliğe çıkıp örgü ören, koyun yünü
seren, kuş tüyü havalandıran, özellikle de gördüklerini an la­
tan, ailelerle ilgili haberleri yaym ak için bir araya toplanm ış
kadınlara sıkça rastlanır. Böylece gençleri m imler, ailelerini
yargılarlar. Kapı k om şu su na kimin girip çıktığını ya d a üstteki
k om şu dan gelen sesleri aktanrlar. Yine böylece, köy ya da
m em leket haberlerini yayarlar. Her gün iç içe olduğu b aşk a
kültürleri - Fransız, Arap, Asya - yorumlarlar. Son olarak, yine
aynı şekilde, çok iyi tanım lanm ış bir u zam da toplanm ış m a­
hallelerin sınırlarını belirleyen toplum sal denetim kurallarını
koyarlar. Kapılarının ö n ü n d e oynayan çocuklann ya da ana
c a d d e kaldırımının kenarına oturan gençlerin dünyası, m ahal­
lenin genel çerçevesinin bir parçasıdır. Erkekler, b o ş vakitle­
rinde kâğıt oynam ak, tartışmak ya d a başk a Türklerle bu lu ş­
m ak için m ahalle kahvesinde buluşurlar.

Kent m erkezlerinde, bakkal dükkanları, kasapları, fast-


foodları, Türk lokantaları, seyahat acenteleri, kitapçı dükkan­
ları, bankaları, cenaze servisleri vb. ile Türklerin - başkaları­
nın da - Türk m ahalleleri olarak tanım ladıklan m ahalleler var­
dır. D ernek kapılarının ve camilerin ya da ibadet yerlerinin
ön ü n de toplanm alar m ahallenin "etnik” imajını pekiştirir. Ma­
hallenin an a caddelerindeki duvarlarda ve kapılar üstündeki
Türkçe (ve Kürtçe) afişler m ekanın ayan beyan sahiplenildigi-
ni gösterir. Türk göçm enlerinin dah a uzun yıllardır bulunduğu
ve sayılarının oldukça fazla olduğu Alm anya'daki örnekleri
başk a yerdekinden elbette dah a çoktur.
En Kıdemliler, Paris'te 70'li yılların so n u n a d oğru
HLM'ye geçebildiler. Bugün banliyölerin geçerli sayılm asına
Karşın, yabancı TürK ailelerinin çoğu, "daha m odern , d a h a b ü ­
yük" ve tabii "daha ucuz" olan sosyal Konutlarda oturm a ö z le ­
mi duyarlar. Bu onları Kent m erKezinden, özelliKle d e Paris
için, evde KonfeKsiyon işinde uzm anlaşm ış TürK m ahallesi
olaraK ünlenmiş olan Strasbourg - Saint Deniş m ah allesin den
uzaKlaştırsa da, varoşlarda oturmaK, m ahalleye gidip gelm eyi
etKilemez. Mahalleyi bir b u lu şm a yeri olaraK tanım layanlar
“Burada hiç olm azsa TürKçe Konuşuyoruz ve Kendimizi evi­
m izde hissediyoruz” diyorlar. Böylece KişiliK Kazanan m ekan,
ethnic business denilen yurttaşlannın yarattığı KüçüK üretir^
ve hizmet şirKetleri sayesinde geçici d e olsa bir iş bulm aK için
gelen işçileri, sığınm a haKKı isteyenleri, turistleri, yeni g e le n ­
leri çeKer. Elbette böyle bir seKtörün ortaya çıKması d a h a çoK
TürK'ün görülm esi demeKtir, am a bazı TürKlerin sosyal yükse-
lişini de ifade eder. Berlin'deKi Kreutzberg gibi, Paris'teKi
Strasbourg - Saint Deniş m ahallesi Türkiye KöKenli h em en
herKesin ugraK noKtası haline gelir.
İlişKiler agı, KüçüK bir KentteKinden dah a KarmaşıKtır.
Yeni patron-müşteri ya d a patron-çalışan ilişKileri, sa d e c e Köy,
bö lge KöKeni ya da etniK ve dinsel (Kürt, TürK, Sünnî, Şii) ai­
diyete göre değil, aynı zam anda, eKonomiK, siyasal ya d a Tür-
Kiye'deKi ideolojiK aynlıKlar üzerine Kurulur. Bu aglan n çeşit­
liliği, sırası geldiginde, ticari etkinliklerde çeşitliliği getirir,
çünkü bölgesel kökene, geliş tarihlerine ve geçilen aşam alara
g öre bir iş bölüm ü yaratır. Y erleşm e ile birlikte, b u ağlar b ü ­
tünü, "Avrupa'daki Türklerin" yeni topluluksal ve d ern ek sel ör­
gütlenm e biçimlerini doğurur.

Ulusal ve Dinsel Kimliğe Sahip Çıkma


Göçün başında, "gurbetçilerin" örgütlenm esini ve kim­
liklerinin kurum sallaşm asını Türk Devleti sağlıyordu. Alm an­
y a 'd a çocukların eğitimi, Türkiye ile ikili anlaşm anın bir parça­
sıydı ve parçasıdır. Milli Eğitim Bakanlığı, Türk ilkokul öğret­
menlerini, dolayısıyla laik memurları, Türkiye kökenli çocuk ­
ların çoğunlukta olduğu devlet okullarına atar. Geldikleri ülke­
nin dilini, tarihini ve coğrafyasını öğrenm e, bu konuk” çocuk ­
ları dönm eye hazır tutacaktır. Fransa 1978 yılında, yabancı
çocuklann kökensel dillerini ve kültürlerini (KDK) öğren m ele­
riyle ilgili d a h a gen el bir program çerçevesin de, Türkiye ile bir
an laşm a imzaladı. Resmi am aç, çocuklann toplum la dah a iyi
bütünleşm esini sağlam ak için onlara kültürel kimliklerini ta­
nıtmaktı a m a her iki tarafın zihinlerinde yine d e dön ü ş dü şü n ­
cesi vardı.

Böylece, Avrupa ülkeleriyle Türkiye arasında yapılan


hiçbir anlaşm ada, din eğitimi yer almıyordu. Bu dinsel kimli­
ğin üzerini örten, laik ve ja k o b e n Fransa örnek alınarak yara­
tılmış ulus devlet Türkiye Cumhuriyeti ile uyuşur. Oysa, Cler­
m ont - Ferrand'lı bir işçi şöyle der: "Biz her şeyden ön ce Müs-
lümanız, a m a ulus olarak aynı zam an d a Türk'üz." D em ek iste­
diği şu: Eger "Türk'üm dersen" M üslüm an olmayı reddediyor­
sun; "Müslüman'ım dersen" Türk olm ayı reddediyorsun." Aynı
düşünceyi Türkiye kökenli birçok göçm en paylaşır ve bu du ­
rum aynı kentin imamı tarafından şöyle dile getirilmiştir: "Türk
ve Müslüm an olm ak etle kemik gibi birbirinden aynlmaz."
Metz'deki bir Türk derneğinin sorum lusu d a şöyle demiştir:
"Vücudum uz Türk, ruhum uz Müslüman."

Türk kimliğinde dinin önem i, aileleri harekete geçirdi ve


çocuklannın eğitimi için Türkiye'den im am istem elerine ne­
den oldu. F ran sa'da Magriblilere oranla sayıca azınlıkta olm a­
ları Türkleri, Magriplilerin M üslüm an nüfusun yoğun olduğu
m ahallelerde İslam 'ı afişe etm e istençlerini desteklem eye itti.
Bununla birlikte, ulusal kimliğin ağır basm ası onlan Türk İs­
lam olduklannı söylem eye itti.

Ailelerin ortak talebi üzerine, Türkiye'deki başbakan lığa


bağlı Diyanet İşleri, 80'li yıllardan itibaren, tüm Avrupa b a ş­
kentlerindeki elçiliklere dinî danışm anlar gönderdi. Türkierin
etnik onurunu besleyen ulusal - dinsel bir kimlikle diğer Müs­
lüm an nüfuslardan farklılaşm ak ihtiyacı, göçm enleri küm elen­
dikleri kentlere ya da m ahallelere gelen dinî liderlere ayrıca­
lıklı bir statü verm eye yöneltti.
Kimliğin Yerleşmesi ve Örgütlenmesi
Türk Devletinin eylemleri, Türkiye'de tem sil edilen sa g
ya da sol, dinsel ya da etnik, militan ya da devrim ci eylem ler­
le yanş halindeydi. 70'li yıllarda, hatta 80'lerin başınd a, "sür­
gün deki” siyasal eylem ler, öncelikle kökensel olarak ait oldu k ­
ları ülkeye yöneltilmişti. Siyasi sığınmacıların gelm esiyle artan
ve bireylerin, Türk siyasi partilerinin ya da uluslararası özel
kuruluşlann finanse ettiği dern ekler çevresinde örgütlenen s e ­
ferberlik, Türk siyasal yaşam ının ve ideolojik ayrılıklarının Av­
rupa'ya taşınması gibi görünüyordu. Bu çeşitli ve farklı eğilim ­
lerin hareketlerinin varlık nedeni, hem Türkiye'de yürütülen
politikayı protesto etm ek, b azen d e Türk D evleti'ne on un ulus
ve din anlayışına karşı çıkmaktı. Hatta öyle olur ki Diyanet İş­
lerini temsil e d e n im am lar bir Avrupa ülkesine kapağı atar at­
m az, dinsel m ezh eplere ya d a çeşitli eğilim lerdeki M üslüm an
Türk dem eklerin e katılırlar.

G öçm en derneklerine gelince, çoğunluğu F ra n sa 'd a ve


Alm anya'daki dern ek leşm e hareketinin genel akışı içinde yer
aldılar. Gerçekten de, 80'li yıllar, Avrupa'nın h er yerine yerleş­
m iş yabancıların kurduğu sosyal v e kültürel den ilen dern ek le­
rin m antar gibi bittiği yıllardır. 1964 dernekler yasasıyla, Al­
m anya siyasal eylem lerle kam u düzenini b oz m a m ala n k oşu ­
luyla, yabancılara kendi kurum lannı kurm ada her türlü özgür-
lügü tanır. Fransa'da, yabancılara dernek kurm a hakkı tanıyan
1981 yasasının ardından, Magripliler gibi Türk g ö ç m e n le r de
kültürel, dinî, ulusal ve hatta siyasal dernekler halinde örgüt­
lenm eye başladılar. Her iki ülkede de, bu örgütlenm eler, der­
neklerin kendi norm larına uyması koşuluyla, kam u güçlerin­
ce, belediyeler, kiliseler, çabalarını yabancı n üfusu g lo b a l top­
lu m da bütünleştirm e olanakları üzerinde yoğunlaştıran özel
kuruluşlar tarafından desteklendiler. O zam an, göçm enlerin
toplum la bütünleşm elerine yönelik etkinlikleri d esteklem ek
için yardım yaptılar.

Böylece, Fransa'daki Türk derneklerinin büyük kısmı,


kam u güçlerince desteklenen etkinliklerin g en el gidişini izler:
Kadınlar için okum a - yazm a dersleri, çocukların okula d e v a ­
mını sağlam a, dil ve folklor kursları, konferanslar, tartışmalar
düzenlenm esi, vb. Aynı şekilde, Alm anya içlerinden çoğu ye­
rel ya da federal yetkililerin beklentilerine cevap verm eye gay­
ret gösterirler. Sosyal, kültürel, sportif etkinliklerle ilgili proje­
lerini arttırırlar. Birkaç Avrupa ülkesinin adını verecek olursak,
Belçika, H ollanda ve İsviçre'de de durum aynıdır.
Yararlıklarından ötürü, bu dernekler ilişkiler agmın kav­
şağın da ve siyasal kavgaların ötesinde yer alırlar. G öçm en le­
rin ihtiyaçlarına cevap verm esiyle de, yöneldikleri halkın ta­
lepleri ile kam u güçlerinin taleplerinin karşılaştığı yerde bu lu ­
nurlar. Dernekler ailelerin çıkarlarını dile getirdiğinde, ilk ola­
rak oturm a k on usun da onlara güven duygusu (örneğin yasal­
laştırma) verdiğinde, kültürlerini, dillerini ve arkasından dinle­
rini yaşatmalarını sağladığında, göçm en ler bağışlarıyla ya da
katılımlarıyla etkinlikleri desteklerler. Bu beklentileri ve b u öz­
lemleri karşılam ak için, kimi zam an dinsel, kimi zam an ulu­
sal, kimi zam an Türk ya da Kürt özellikle birlikte evrensel ol­
m ak isteyen siyasal kimliğe ayncalıklı bir yer vererek, dern ek ­
lere etkinliklerini benim setm eye çalışırlar.
Böylelikle, ister Türkiye'ye, ister g öç ettikleri ülkeye yö­
nelik olsunlar, kendilerini ister sosyo-kültürel, ister dinsel o la­
rak tanımlasınlar, Türkiye'den gelip çeşitli Avrupa ülkelerine
yerleşen göçm en ler arasında yeni dayanışm alar oluşm asına
katkılan olur, nitekim, gerçekte bireyleri oyuna katılmaya iten
iç çekişm eler, çapraz dayanışm a baglannı çelişkili bir biçim ­
de pekiştirir ve "Dışarıdaki Türkler” adlandırm asına denk dü ­
şen, bu şekilde yaratılmış bir "ulus ötesi topluluk" kimliği oluş­
masını sağlar.

Kimliğin Temsilcileri
60'lı yıllarda göç edenlerin çocukları olan yeni kuşaklar,
kimliksel ifadeler olarak açığa çıkan çıkarlarını dah a iyi savu n ­
mak, göç ettikleri ülkelerin ulusal siyaset hayatına katılmak
için ortak bir istenç gösterirler. Fransa, Almanya, Hollanda,
vb. devletlerinde oyunun kurallarına uyarak, kimlikler katı ç e ­
kirdeğinin iki tarafını -Türk göçm en ler için din ve ulus, Avru­
pa'daki farklı ulus devletler için tem el ilkeleri - tartışmak için
Avrupa ülkelerinin siyasal geleneklerine karşı tepki gösterir­
ler. Fransa'da, ulus-devletin temel ilkesi olan laiklik ve dinin
kamu alanındaki yeri tartışılır. Gözle görülür Müslüman varlığı
kamu güçlerini laikliği yeniden tanımlamaya ve Fransa'da İs­
lam'ın temsil edilme biçimini görüşmeye iter. Almanya'da,
göçm enler Alman ortak kimliğinin tek unsuru olarak görülen
kan hakkı üstüne kurulu yurttaşlık ilkeleri çevresinde seferber
olurlar. Dahası, kendi ulusal kimliklerine bağlılığı açıkça orta­
ya çıkaran kökensel ulusallığı sürdürme istenciyle çifte vatan­
daşlığın kabul edilmesini talep ederler.
Türkiye kökenli göçmenler, dinlerini kabul ettirmek için
Fransa'daki başka Müslüman nüfuslara katılırlar; ulusallık
hakkını kazanmak ve Almanya'da, Hollanda'da, İsviçre'de çif­
te vatandaşlık hakkını görüşmek için federasyonlaşırlar. Fran­
sa'da dinî bir Türk demeğinin yöneticisi, Fransa İslam Üzerine
Düşünme Konseyi'nde Türk İslâmî'ni temsil eder. Bu konsey,
İçişleri Bakanlığı Din İşleri Bölümü'nün girişimiyle, çeşitli ulus­
lardan Müslümanları bir araya getirmek ve böylece bütün için­
de Müslüman topluluk ile devlet arasında bir muhatap belirle­
mek amacıyla kuruldu. Almanya'da, ulusallık ölçütünden ha­
reket ederek bir topluluğu temsil eden bir federasyon biçimin­
de bir araya gelmeleri için, gerek laik, gerek dinsel dernekler
kamu güçlerinin desteğini gördüler. Amaç, tüm siyasal bölün­
meleri, ideolojik kavgalan, dinsel ayrılıkları, derneklerin taşı­
yıcısı olduğu etnik engelleri kaldırmak, 1983'te kurulmuş
olan ve Berlin İslâmî Federasyonu'nu da içine alan Türkische
Gemeinde zu Berlin (Berlin Türk Topluluğu), türünde bir top­
luluk oluşturmaktır. Böylece Türkiye'nin siyasal çatışmalan Al­
manya'ya taşmmayacaktır, tersine göçmenlikten kaynaklanan
çıkarlar etrafında ulusal dayanışmalar pekişecek böylelikle Al­
manya'daki Türkierin varlığını, kimliğini tanıtma seferberliği
ve görüşmeleri daha etkili olacaktır -Hollanda'daki gibi. Hol­
landa azınlık olarak tanımlanan yabancı nüfusların Pariamen-
to'da temsil edildiği çokkültürlülük denilen bir politikayı res­
men ilan etti. Her türlü eğilimden, her türlü inançtan Türk der­
nekleri, azınlık haklarını Parlamento'da savunmaya yönelik
bir danışma komisyonu kurmak için federasyonlar halinde
birleşirler. Bu durumdan esinlenen Almanya Türkleri, bu yön­
de dayanışma halinde bir topluluk kurmak ve öteki "azınlıklar­
la’' birleşmek için seferber olurlar.
Böylece Türkiyeli göçm enler devletlerle ve yerleştikleri
toplumlarla etkileşimleriyle orantılı olarak ulusallık bağlamı
farklılık gösteren kimliklerinin katı çekirdeklerini tartışmaya
başlarlar. Eylemlerinin ulusallaşması "politika oyununun ku­
rallarına' ayak uydurmalarından, kamu güçlerinin ve ulusal
kurumlann kullandıkları araçları kullanmalarından ileri gelir.
Ama resmi (dernekler) ya da gayri resmi (akrabalık bağlan ya
da ticari ilişkiler üzerine kurulu) iletişim ağları, Avrupa'ya da­
ğılmış olmalan sayesinde, ulusal sınırlan aşar ve kuruluş aşa­
masındaki yeni siyasal uzamda yer alan eylemleri etkiler.
Bu yeni örgütlenme biçimlerinin beklediği "topluluk ola­
rak temsil", toplumsal ve ekonomik bütünleşmenin sonucu­
dur. Dernek yöneticileri, sanayiciler, tüccarlar ulusal kimlikle­
rin ve çıkarların savunucuları kesilirler. Darda kalan aileler
normlar üretme" ve kimlik aktarma işlevlerinde desteklenmek
üzere bu kültürel ve dinsel kuruluşlann etkinliğine sığınırlar.
"Etnik onur" ve ulusal çıkarlan savunma, ekonomik başanda
aranır.
"Aracılara” mal edilen bu kimlikleri ve çıkarlan savunma
rolünü, hem Almanya, Fransa, Mollanda Devletleri, hem Türk
Devlet'i destekler. Bu yeni aktörler yabancılan Avrupa ülkele­
riyle bütünleştirme tasarılarını somutlaştırırlar ve bu yolla kö-
kensel aidiyetin söz konusu olduğu devletin temsilcileriyle ay­
rıcalıklı bir ilişki kurarlar. Türk Devleti, kendi yönünden Türki­
ye'nin çıkarlarını temsil eden "birleşmiş bir topluluk imajı ya­
ratmayı hedefler. Ulusal, dinsel ve siyasal Türk kimliğinin fark­
lı yanlarını yeniden tanımlar. Bu girişimlerin amacı, kamuoyu­
nu Türkiye imajı konusunda etkilemek ve "dışarıdaki Türk-
ler'in topluluk olarak temsil edilm esi'ni sağlamaktır.
Aynı perspektif içinde, bir yandan derneklerin büyük bir
kısmı, öte yandan işadamları (onlar da Almanya'da dernekleş-
mişlerdir) ulusal düzeyde baskı grupları, Avrupa ölçeğinde ve
hatta ötesinde lobiler oluşturmak için çabalarını birleştirmiş­
lerdir. Örneğin, Almanya'daki 1.7 milyon Türk'ten 33.000'i lo­
kantacılıktan sanayiciliğe kadar girişimcidir. İş yerlerinde top­
lam 150.000 Türk ve 75.000 Alman çalışmaktadır. Yıllık top­
lam ciroları 25 milyar Alman markına yükselir ve 1991 yılında
1 milyar Alman markı vergi ödemişlerdir. Bu ekonomi aktör­
leri, Almanya ile Türkiye arasındaki ilişkilerde elbette önemli
rol oynuyorlar ve eski Sovyetler Birliği nin Türk Cumhuriyetle-
ri'ne Alman yatırım projelerinin kaderini de ellerinde tutuyor­
lar. Temsil etme, kökensel memleketi ve Türkçe konuşan ye­
ni devletlerle ayrıcalıklı bağlan da içine alarak uluslararası bir
düzeye çıkar.
Dolayısıyla, bu etkinlikler bütünü, Avrupa kuruluşlann-
da, savunulmak üzere ulusal, dinsel, ekonomik ve hatta etnik
çıkartan yeniden bir araya getirmeyi sağlar. Aynca, farklı Avru­
pa ülkelerinde oturma koşullannı, yeni ekonomik ve politik
uzamda dolaşma haklannı, ayrımcılığa ve ırkçılığa karşı müca­
dele etme haklannı görüşmeyi, ulusal ve dinsel kimliklerinin
Avrupa'da tanınmasını talep etmelerini de sağlar. Böylece,
her bir devletin ulusal kimliklerine dört elle sanldıgı kuruluş
halindeki bir Avrupa'da, kimlik olarak ifade edilen çıkarlar ye­
ni seferberlik şekilleri, yeni temsil edilm e yapıları ve yeni tar­
tışmalar getirir.
KÜLTÜR
VE
MODERTİLÎK
Aleviler1
Altan Oökalp

Görünüşte üniter Anadolu dünyasının içinde, Alevi Şiiierden


oluşan on beş milyon kadar bir yurttaşlar azınlığı saklıdır. Aleviler
sarstıkları kadar büyülerler de, Sünni topluluk, özellikle de gelenek­
çiler topluluğu tarafından çoğunlukla dışlanma biçiminde açığa çıkan
bir husumete neden olurlar.

Türkiye'nin İslam dünyasında tekil bir yeri olduğunu bu­


gün hemen herkes kabul eder: İslam öncesi Orta Asya dinle­
rinin mirasını, kendi zaferini kutlamak için yücelttikten sonra
imparatorluk siyasetinin çıkarları için kullanmak üzere Orta­
çağ Islamfna patavatsızca sarılan Osmanlı senkretizmi*, Hıris­
tiyan dünyasında olduğu kadar İslam dünyasında da benzeri
olmayan Atatürk sekülarizminin sertliği ile birleşince, ulu im­
paratorluk gururu ve ufku bir vadinin çukurunda toprağa g ö ­
mülmüş bir azizin şefaatinin ötesine geçm eyen bir dindarlık
havası ortaya çıkar. Gök Tanrıya, Türklerin her zaman inatla
Tien an Men" deki gibi Çince Tien'den gelen Tanrı adını ver­
dikleri Allah'a yakınlığı ile bir selvi ya da bir çınann gösterdiği
mütevazı bir anıtmezar.

1 Bu m ak alen in ilk ve rsiy on u , V iyan a'd a (A vu sturya) Prof. D ostal on u ru n a karm a


bir e s e r d e y er aldı.
Ç atışan id e o lo ji v e görü şleri birlikli bir d ü şü n ce sis te m i iç in d e uyum lu h a le
g e tir m e tavrı.
Hem Türk hem Müslüman nasıl olunur? XIX. yüzyıl so­
nundan beri özellikle Türkçülüğün ilkelerini belirlemeye çalı­
şan Ziya Gökalp'in - ve sonraki kuşakların -eserinde bu soru
ideolojik, kültürel ve siyasal olarak sorulmuştur. Bu Auguste
Comte hayranı ve Durkheim artçısına göre, Türk kültürü ile İs­
lam uygarlığını ayırmak gerekir. Bugün, her türden militan
Türk-İslamcılarda olsun, Kemalist laikliğin bizatihi bir din ol­
duğunu kabul edenlerde olsun, içe kapanık çatlak devam et­
mektedir: Türk ve Müslüman mı? Türk ama Müslüman mı? Na­
sıl bir Türk İslam'ı?
Türkiye nüfusunun önemli bir kesimi - dörtte biri ya da
beşte biri, on ile on beş milyon kadar yurttaş - Alevî denilen
dinsel bir azınlığa aittir. Aleviler büyülerler, sarsarlar ve çoğu
zaman Sünnî topluluk, özellikle de katı gelenekçiler tarafın­
dan dışlanma biçiminde açığa vuran bir husumete neden
olurlar. Terim, birinci ilkesi aidiyet gizi (sır) olan Kuran gelene­
ğinde dinsel bir uygulamaya inananlara gönderm e yapar. Bu­
gün, göreceli olan bu sır, yine de topluluk üyelerinin kesin,
doğrudan demografik değerlendirilmesini engeller. Elimizde
XIX. yüzyıl nüfus sayımlannın değerlendirilmesinden yola çı­
karak yapılan genelleştirmeler vardır. Çağdaş dönem de ise,
yerel seçim sonuçlarının incelenmesi ipuçları vermektedir.
Bu paradoksun kökeninde, bu temel özellik yani "gizle­
m e“ zorunluluğu vardır: Militan İslamcılık bizzat Türkiye'de ve
göçmen Türk diasporası içinde görülmedik ideolojik ve siya­
sal bir kaynamayı beslerken. Aleviler kendilerini sessizlik ge­
leneğini sürdürme ile - Alevilik yoluyla modernliğin savunucu­
su olduklarına inandıklarından - kimliklerinin tanınması için
yarışma arasında bir seçim yapmak zorunda hissederler.

Batıllıgın Tarihsel İmleri


Farklı ama birbirine bağlı gerçekliklere cevap veren üç
terim - Alevî, Kızılbaş ve Bektaşi - katı Sünnî gelenek savunu-
culannın kesinlikle sapkın gördükleri kişiler için kullanılmaya
devam eder.
Genel olarak, Alevi" terimi (yani Peygamber Muham-
med'in amcasının oğlu ve damadı, halifelik mirasından dışla­
nan ve İslam'ın ilk büyük bölünmesinde (şia) başı çeken
Ali'ye inananlar) İslam'da büyük bölünmeye gönderm e yapar
ve Muhammed'in mirasını tanımayıp On İki İmam'ın akıncısı­
na, İmam Cafer us Sadık'a itaatle bağlananları gösterir.
Daha kökeninden beri, katı Sünnî geleneğine göre, ba­
tıllık söz konusudur. Bu "İslam Protestanları'nm" tüm tarihi ,
iktidardaki temsilcilerinden dolayı güçlü durumdaki Sünniler-
le sürekli karşılaşmanın izlerini taşıyacaktır. Buna doktrin, uy­
gulamalar, dinsel törenlerde usul ve sıra, Kuran'm iletisinin te­
mel kavramlarının yorumlanmaları konularında Alevi bakış
açısı ile katı Sünnîlik arasındaki temel uyuşmazlık eklenir.
Ali'nin kutsal ailesinin faciası, Kerbela Savaşı sırasında
soyundan gelenlerin şehit edilmesi ile noktalanan Şiiliğin ku­
rucusu olduğu söylencesi gibi, Anadolu Aleviliğinin tarihi, İs­
lam'ın bizzat inkârı olarak algılanan özgeliklerini cezalandıran
uzun bir dışlamalar, baskılar, toplu kıyımlar - tarih olarak en
sonuncusu 1974 Kahramanmaraş kıyımıdır - dizisidir.
"Alevi"' terimine, bugün Alevilerin çogunlugunca hakaret
olarak görülen bir adlandırma, Kızılbaş "Kırmızı Baş" terimi ek­
lenir. Bu lakap, onu bugün kullananlar bilincinde olmasa da,
Osmanlı Anadolu Alevi topluluğunun Şah İsmail döneminde,
İran Safevi iktidarının yanında ayaklanmalarını anımsatır. Şah
İsmail'in Çaldıran Savaşı nda (1514) bozguna uğraması. On
İki İmamı anma nişanı olarak on iki dilimli kırmızı türban ta­
kan Alevilerin Osmanlı kılıcı altında ilk tarihi katliamı tanıma­
larına neden oldu.
Bu "Kırmızı Baş" adlandırması, gerçekte Batı kaynakla­
rında bilinenden daha eskidir.2
Alevi topluluğuna girişi belirleyen tarikata giriş törenin­
den ötürü, "Kızılbaş” terimi, Sünnîlerin Alevilere yaptıkları fü­
cur suçlamasını da çağrıştırır.
Üçüncü terim olan "Bektaşi" adını kurucusu olan Hacı
Bektaş Velî'den (1248-1337 ? ) alır. Mistik bilgin gelenege
bağlılığı, önce sarayın sonra Osmanlı siyasal sınıfının entelek­

2 "İs m a il'in v e ardıllarının m ü rid i ya da a sk eri" a n lam ın d a. İsm ail, dini d ü ş ü n c e ­


lerini paylaşan s e k iz Türk a şiretinin yardım ı ile İran'ı fe th etti. (1 5 0 0 -1 5 0 9 ) v e
S a fe v ile r h a n ed an lığın ı Kurdu. A li'nin soyu n d an g e ld ig in i ileri sü rerek , m ü ritle­
rinden on iki kıvrım lı e ş a rp sarılm ış kırm ızı bir ba şlık takm aların ı istedi.
tüel seçkinleriyle bağlantısı karşıtlarını etkisiz hale getirir.
Bektaşîliğin OsmanlI masonluğunun gelişimiyle de bağlantısı
olacaktır. Bektaşi tarikatı, 1826 Temmuzu'nda, Yeniçerilik ku-
rumuna son veren kanlı baskılar furyasında kaldırılacaktır.
Bektaşilik Yeniçerilerin resmi dini değil midir? Bütün tekkeler
kapatılacaktır; 1767'den beri var olanlar başka tarikatlara da­
ğılırlar, en eskilerin malları hâzineye kalır ve yıkılırlar.
Bununla birlikte, temel bir fark Alevileri Bektaşilerden
ayınr: Doğuştan Alevi olunabilir; oysa Bektaşi olmak için aday
gösterilmek gerekir. İki durumda da, kuralına uygun giriş tö­
reni ile topluluğa üyelik onaylanmış olur.
Dolayısıyla Aleviyim demek kolay değildir: Topluluğun
ve üyelerinin hayatı konusunda sır saklama kuralı ve aidiyeti
gizlem e kuralı (takiye) Alevi'ye "diline hakim" olmayı emreder
ve hem kendi güvenliğini hem topluluğun güvenfjgini sağla­
mak için - bir Alevi için ürkünç olan camiye gidip namaz kıl­
mak da dahil - her türlü kaçamağa cevaz verir.

İnsanı Yücelten Bir Öğreti


Hızlı bir inceleme bile, öğretisel unsurlar açısından, her
şeyin Alevi ve Sünnî topluluklarını karşı karşıya getirdiğini gös­
terir. İslam'a dahil olduklarını kanıtlamaya çalışan Aleviler gü­
cenmesinler ama onlar Muhammed'in gösterdigi yollardan bi­
rini değil, apayrı bir dinsel topluluğu oluştururlar.
İlahiyat açısından farkların ötesinde, Alevilik ya da Bek­
taşilik, öncelikle kişilik yapısıyla, toplumsal yaşamın önemli
kurumlan - aile, yoldaşlık, müminler topluluğu...- ile olduğu ka­
dar dünya ile ilişkisiyle de bireyin içine işleyen bir etiktir. Müs­
lüman mistiklerin aşinası olduklan "inkârcılık'ın çok uzağında,
Alevi- Bektaşi, sadece inanç yolunun "durumlannı", Gerçeklik
Tannsı'nı (Hak) her an sadakatle arayan bir aktördür.

Gerçeğe Açılan Kapılar


Alevi inancında, insanın Tann'nın bir sureti olduğu üze­
rinde ısrarla durulur. Ayna üzerine yapılmış insan figürlü el ya­
zısı desenler şu iletiyi verirler: "Kendime baktım aynada, Tan­
rı çıktı karşıma." Tıraş sırasında, güne böylesi bir ikramiye ile
başlarken, hayattan nasıl vazgeçilir?
Alevi Bektaşiler şöyle derler: "Yol bir, sürek bin bir.” "Ka­
mil insan'a (eren) ulaşmak için, topluluk içinde insanları, bi­
reyleri bin bir kere dene."
Bu bilinirci arayış, Ali'nin peygamberden üstünlüğünü
dogrulayan^Muhammed'e atfedilen bir hadis üstüne kurulur:
’Ben bilgi şehriyim, Ali ise onun kapısıdır." Böylece, Ali'nin
kutsallığını belirtmek için Gerçeklik Tannsı'nın birliğini kuran
bir kutsal üçleme dile getirirler: "Allah, Muham med, Ali, üçü
birdir, biri üçtür."
Kuran'ın kavramsal sözcükçesini özgün anlamlarda kul­
lanan bu "yoruma açık" sözlerin arkasında, sadece dinin gizle­
ri (sır) değil, aynı zamanda yasalar ve Alevî "bilgeliğinin dört
temel direği" diyebileceğim iz şey yatar.
Bunlar dört tanedir:
-Şeriya, iyiliği kötülükten, meşruyu gayrı meşrudan, ger­
çeği (hak) yokluktan (batıl) ayırmayı sağlayan dinsel yasa;
- Tarikat, doğruluk yolu;
- Marifet, mistik Tanrı bilgisi;
- Hakikat, Gerçeklik Tanrısı (hak) ile buluşma "kapısı".

Bilinirci (gnostik) bilginin bu dört temelinin her biri, mü­


minin yüce gerçeğe ulaşmasının evreleri olan on makamı ya
da "durumları", "dereceleri" içerir; böylece insan, Bektaşilerin
birbirlerini selamlarken söyledikleri eren, "kamil” haline gelir.

Zaten, karşılıklılıklar kütüğü alegorik bir yorum paradig­


ması (tevil) çıkarır:

a) Şeriya (yasa): 1) Gemi, 2) Kesinlik, 3) Ait olmak, 4)


Bilim (ilim), 5) Ten, 6) Kapı, 7) Mum
b) Tarikat (yol): 1) Deniz, 2) Kendini tanıma, 3) Öğren­
mek, 4) İman, 5) Et, 6) Eşik, 7) Fitil
c) Marifet (beceri): 1) Dalgıç, 2) Sözün anlamını tanı­
mak, 3) Kendini Eğitmek, 4) Din, 5) Kan, 6) Kapı Per­
vazı, 7) Yag.
d) Hakikat (Gerçeklik): 1) İnci, 2) Bütün Bunlara Ulaş­
mak, 3) Gerçeği Görmek, 4) Erdem (fazilet), 5) Ha­
yat, 6) Kilit, 7) Işık.
(1) ve (2) dizilerini "Deniz dalgıca, dalgıç inciye ait oldu­
ğu gibi, gemi denize aittir." tarzında, (7) ye kadar aralannda
birleştirmek söz konusudur. Bu ilişkiler, şeriyayı bu kez düz-
degişmeceli, nedensel olarak tarikata, marifete, hakikate bağ­
layan ilişkilerdir. Bilinirci (gnostik) bilginin bu "kapılarının'' her
biri, kapının belirttiği alegorik niteliklerce tanımlanmış bir kar­
deşliğin temelidir. Örneğin, marifet kardeşliği gibi tarikat kar­
deşliği de bir rehber efendiye" (pir) bağlılığı, kendini bir yol­
daşla "kardeş' le tanıtmayı gerektirir. Gerçek (hakikat) karşısın­
da kardeşlik, efendinin diploma sahibi (talip) üzerinde hakla­
rı olduğunu kabul etmekten ibarettir.
Aleviliğe özel karakterini ve dinamizmini veren, her ye­
ni üyenin kendine gerçekte “yeminli kardeş" olan bir yoldaş
(müsahip) seçmesini zorunlu kılmasıdır. Toplanma ayini (ayin-
i-cem töreni), yeni üyelerin üyeliklerini onayan topluluk haya­
tının önemli bir anını oluşturur.
Aynı şekilde belge sahiplerinin eşlerini de topluluğa üye
yapan bu tören, karmaşık ve gizli bir ayindir. Bütün Alevilik ta­
rihi boyunca, birçok hayalin, suçlamanın, mahkûm etmenin
kökeninde, evli çiftleri bir araya getiren koreografı yatar. Fü­
cur töreni olarak, "mum söndürenlerin”, kara ayinlerin" ve ah­
lâksızlığın yeri olarak tasvir edilir.
Toplantıların karma olması, ayinin evreleri, rakı içilme­
si, müzik ve oyun, dışandakilerin gözünde birer ihlal işareti,
katı Sünnilik taraftarları için apaçık bir şekilde İslam'ı inkârı
oluşturur.
Büyük bir skandala konu olan, 1921'de yayımlanan nur
Baba3 adlı romanında, Yakup Kadri Karaosmanogiu, kadın
kahramanı, zengin bir Osmaniı ailesinden iyi bir eşin düşüşü­
nü anlatırken, şeytanî bir mezhep, ahlâki ve cinsel sefahat yu­
vası olarak verdiği, İstanbul'da bir Bektaşi tekkesinin hayatını
ve entrikalarını betimlemeye çalışacaktır. Nispeten kesin olan
tören betimlemesi, Bektaşîliğe alınmamasını sindiremeyen ya­
zarın kararlı düşmanlığında erir. Her neyse söylentiler, dediko­
dular, yazılıp çizilenler, Bektaşîliğin kökeninden beri pek az
değişen ve Bizans döneminde polisyenlere, (manikeos) Bal­
kanlarda bogomillere karşı yapılan suçlamaları durmadan tek­

3 Y .K .K a ra o sm a n og iu , H ur Baba, İstanbul. Birikim Yay. 1981


rarladılar. Bir zincir, devamlılık çözümü olmadan, yapı ve duy­
gu yakınlıklarını dümdüz etmeyi asla başaramadan bu "kamil­
leri'' "katharlara"" bağlar.
Dolayısıyla, topluluğu bir m ezhep olarak kurumlaştıran
üyeliktir. Türkçe karşılığı eş tutma olan müsahiplik kurumu iki
ocağı ömür boyu çözülm ez bir bag ile bağlayan kardeşliği ifa­
de eder.
Bir erkek yoldaşını seçerken, üç "eşitlik'i gö z önünde
bulundurmalıdır:

Dil ortaklığı. Alegorik ifadelerinde. Aleviler şöyle


derler: "Arap yoldaş olarak Acem 'i seçemez: Arap
b ir bülbüldür. Onun dolaştığı y e r gülistandır;
Acem kartaldır, kendine kayalıkları m ekan seçer."
"Mal m ü lk ," yaş ve m evki eşitliği. Bekar b ir erkek
evli bir erkeği kendine yoldaş olarak seçemez; be­
kar erkeğin imanı tam olarak kabul edilmez. Bir
genç b ir ihtiyarla birleşemez: İhtiyar kıştır, genç
yazdır. Önceki yoldaşı ölmüş biri yoldaş seçile­
m ez; yoldaşı ölmüş kişi duldur, oysa belge sahibi
bakirdir.

Cahil bilginle bağdaşmaz: Bilgin bülbüldür, cahil


kargadır. Bülbül güle, karga dışkıya konar. Mürit
mürşidi ile bağdaşmaz: Birincisi bakır, İkincisi al­
tındır, vb.

Yaşam ortaklığı. Göçmen Türk diasporası bağla­


m ında yaşam ortaklığı uyulması önem li sorunlar
çıkaran b ir kuraldır, nitekim , bu kural yoldaşların
aynı şehirde değilse de aynı köyde yaşamalarını
gerektirmektedir. Bağlantısı: Köylü kentten birini
yoldaş olarak alamaz. Alegori haklarında şöyle ka­
rara varır: "Anlaşamazlar. Kentli kurttur, oysa köy­
lü kuzudur." Aynı şekilde, "yaşam m ekânı gelecek­
teki m ezanm ızdır ve yoldaş hayattır", yaşam m e­
zardan ayrılmaz, vb.

B ü t ü n i r f a n l a r g ib i, B e k t a ş îl iğ i n b a ğ l a n d ı ğ ı m i s t i k İ s l a m
( t a s a v v u f ) " g ö r ü n e n “ ile "saklı" ( z a h i r / b â t ı n ) a r a s ı n d a k i d i y a l e k ­
tik ilişkide kök salar; açık anlam ile örtük anlam: Aleviler "ba­
dem le kabuğu "' derler. "Bir badem bulan, kabuğu ile değil
içindeki m eyve ile ilgilenir.” Her şey yoruma açıktır, buna Ku­
ran metni de dahildir.
Bu son durumda, Sünnilerin ileri sürdükleri gibi. Kuran
yaratılmamış olarak kabul edilm ez ama insan sözü, Muham-
med'in sözü olarak kabul edilir. Dolayısıyla Kuran tercihen
alegorik bir yorum da (tevil) gerektirir.
Alevi için açıklanmış hiçbir gerçek yoktur; bilgi her za­
man bir fetihtir. Böyle bir eleştirel geleneğin günlük yaşamda­
ki etkileri çok önemlidir. Bunların etkisiyle, Aleviler siyasal
satranç tahtasında sola, sendikal eylem e ve 1960'lı ve 1970'li
yıllarda, Türkiye'de eylemciliğe yöneldiler. Öte yandan, "eş
çiftler/ yoldaşlar” kurumu dayanışması, bu toplumsal savaşım­
lar döneminde tam yerini buluyordu.

Alevilik ve Kemalist Laiklik


Kemalist laiklik, Bektaşi Aleviler tarihinde en azından
bir zamanlar "taife-i Bektaşiyân"ın, "Bektaşilik insanları" de­
nilen yeniçeriler arasında oynadıkları rol kadar önemli bir
yer tutar.
Nedeni basit: Din kurumu ile kamu yaşamının ayrılması­
nı gerektiren laikliğin ötesinde, Kemalizm İslam ülkesinin"
(dâr-ul İslam) içinde, İslam'ı uysallaştırmayı başlatır. Yasayı
söylemek, siyasal hayat icraatlarının Sünni normlara uygun
olup olmadığını düzenlemek için artık ne halife, ne "hukukçu"
(şeyhülislam) vardır. Halifeliğin kaldırılmasıyla (1925) laikliği
kuran ve tarikatların, tekkelerin dinsel faaliyetlerini yasakla­
yan Cumhuriyet yasalan Atatürk'ü bu yasalann düşmanlarının
canını alan bir melek durumuna soktu. Dergâhların etkinlikle­
rinin yasaklanması kentli Bektaşiler için belli bir sıkıntı yarat­
sa da, köylü olan Aleviler bundan hiç sıkıntı çekmediler.
Nitekim, Birleşik Devletler'e kadar yayılmış, Michigan
Gölü yakınında çok önemli bir dergâh kurmuş olan Bektaşiler-
den farklı olarak, sadece doğuşu dikkate aldıklarından. Alevi­
ler ne üye arayışına girmişler, ne de insanları döndürmeye ça­
lışmışlardır. Toplantıları gece, aşılmaz barikatlar arkasında,
gizlidir. Törenlerin efendisi (dede) bile, birlik törenini (ayin-i-
cem ) yönetmek için çoğu zaman evinden çok uzaklardaki
köyleri ziyarete gittiğinde, "yöre halkı gibi giyinir.”
Bu ayinden önce, yılda bir kez topluluk mahkemesinin
adalet dağıttığı “sorgulama gecesi” (sorgu ayini) yapılır. Dede,
bu mahkemeyi de yönetir. Başka deyimle. Alevi üçlemesine
uygun bir biçimde -eline, beline, diline - hakim olmak. Eline
hakim olmak (çalmamak), beline hakim olmak; cinsel organı­
na hakim olmak (zina işlememek), diline hakim olmak (din
sırrını ele vermemek), din gizli uygulanmalıdır. Çoğu zaman
camisi olmayan köy. Alevi köyüdür.
Üstelik, Aleviliğin Anadolu'da türemesiyle ilgili neden­
lerden dolayı, esasında aşiret ortamında. Alevi topluluklar ço­
ğunlukla aynı soydandır ve kırsalda köyün kendisi aynı soy­
dan gelir. Dolayısıyla, tamamen iç evlenm e uygulayan ve dışa­
rı hiçbir şey sızdırmayan toplulukların idaresinde, toplumsal
denetim mutlaktır.
Dolayısıyla, laik Kemalizm onların dinsel özgürlüklerinin
garantisi ve Sünnilerin yansızlaştınlması anlamını taşır. Bu­
nunla birlikte, dinin Sünnîlikten çok daha bireysel yaşama iş­
lediği bir toplulukla dini kamu yaşamından çıkaran Kemalizm
arasında aykırı nesnel, fırsatçı bir ittifak söz konusu değildir.
Alevilik öğretisi ve inancı, kadına tanınan eşitlik statüsü, eleş­
tirel anlayışı geliştiren yorumlamacı yaklaşım, bunların her bi­
ri Kemalist ideoloji ile Alevilik arasında yakınlıklar yaratan un­
surlardır.
Bu görüş ortaklıklarına belirleyici bir seçim eklenir:
Ulusçuluk. Gerçekten de, Müslüman kimliği, Arapça (İslam'ın
taşıyıcısı ve din kurallannı anlatan dil) ile gündelik dil, kültür
ve iktidann dili olan Türkçe arasındaki dil engelinden dolayı
da olsa, Türk kimliği ile hep iğreti durmuştur. Tersine, Alevi­
ler için Türk dili her zaman öğretinin, din kurallarının ve din­
sel kültürün başlıca taşıyıcısı olmuştur. İmdi, Kemalizm de
tam olarak Türk Kimliğini yüceltir...
Alevi Bektaşiler, Kemalist coşkularıyla bağımsızlık sava­
şına katıldılar. Bu unsurların bütünü, Atatürk'ün yanlış anlaşıl­
masına yol açtı. Bir sürü metin, çok sayıda belge, onu On İkin­
ci Saklı İmam Mehdi nin reenkarnasyonu olarak sunarlar.
Siyasete Geçiş
İkinci Dünya Savaşı'nın bitiminde, Marshall Planı, Türk
toplumunun yapısını alt üst etti; özellikle de kırsalın yerini
alan görülmedik bir göç biçiminde açığa çıkan toplumbilimsel
derin dönüşümün kökeninde, mali sermayenin kitlesel olarak
köy ortamına girmesi, makineleşme, sanayi gübreleri, kültür
teknikleri, yeni tarımsal ürünler vardır.
Kemalist iktidar 1950'de devrilir: Seçkinci, Jakoben ve
laik reformculuğun yerini (ulusal planda Demokrat Parti'nin
yönlendirdiği) tutucu, dinci ve partici, "yöreci"1gelenekçiliğe bı­
rakacaktır.
Zapt edilm ez kentsel patlama, ülke genelinde iletişimin
yoğunlaşması, din adamlarının gücünün yükselmesi, örgütlü
toplumsal mücadeleler (sendikalar ve partiler) siyasal manza­
rayı derinden değiştirecektir. 60'lı yıllarda dış göç başlar ve iki
buçuk milyon kişilik bir diasporanın varlığını oluşturan sürek­
li bir olay haline gelir. Yaklaşık 1990'dan itibaren, Türk nüfu­
sun % 55'i kentlerde yaşamaktadır.
Bütün bu dönüşümler, soya dayalı kırsal ve değişmez
yerleşmişler halinde düzenlenmiş Alevi yapılarını alt üst eder.
Bundan böyle, topluluk yeni çevreye uyum koşullarını seç­
mek durumundadır.
Değişim o kadar anidir ki 80'li yıllardan itibaren, bizzat
Aleviler "Aleviliğin sonu mu geldi?” diye sormaya başlarlar. Bu
birçok teze, çalışmaya, basın dosyalarına başlık olur. Art arda
Türk Anayasaları bir yandan komünistlerin ve faşistlerin faali­
yetlerini, öte yandan karşı güç olarak konmuş olan İslamcı ey­
lemciliği yasaklar. Oysa, 1960'tan itibaren siyaset bu yasak­
lanmış iki çizgi boyunca gelişecektir: Alevilerin içinde yer aldı­
ğı sol güçler için, toplumsal savaşımlarda ideolojik eylemcilik,
Sünnî din adamları içinse, İslam için bir alan fethetme.
Artık toplumbilimsel kökleri kalmayan Kemalist yapı,
her iki cepheden tam bir saldırıya uğrar. Aleviler için ideolojik
silahların seçimi daha baştan açıktır:

- S e n d ikalar ve sol p a rtile r top lum sal a d a le t ve


eşitlik için m ü c ad ele verirler: A levi dayanışm a­
sının bunda izleri olacaktır;
- Militanlık, hızlı çözüm lem e, yorum lam a yete­
neklerini, grup dinamiğine, söz almaya alışmayı
gerektirir: Bu ise Aleviliğin doğal ortamıdır;

- Sır m ı ? Örgütlenme m i? Bunlar Alevi yaşamında


sıradan şeylerdir.

- Anti emperyalizm m i? Alevilerin ulusçuluğunun


İslam 'ı bizzat ulusun somutlaşması olarak gö­
ren İslamcılarla hiçbir ortak yanı yoktur: Tlu-
meynilige kadar İslam çoğunlukla kom ünizm e
karşı b ir engel olarak konulmuştur;

- Son olarak, Alevilik karşı çıkm a dinidir.

Tüm kültürü bireyin yüce doğasını ve hümanizmayı


öven, iktidara, zorbaya karşı -Türk dilinde - söylenmiş türkü­
lerin ve ezgilerin izlerini taşır. Kemalizmin kayırmayı bilmedi­
ği bu halk kültürüne sahip çıkan, orada toplumsal bir temel
bulmak amacıyla Aleviliğe giden Türk solu olacaktır.
Anti emperyalist - ve anti Sovyet - sol ideoloji, orada an­
ti emperyalist ulusçuluk için elverişli bir zemin, köylücülügün
ve dönem dönem "Türkiye'ye özgü“ bir işçiciligin farklı türleri­
ni bulacaktır. Alevi saz şairlerinin çoğu hem semahlar çaldık­
ları Cem ayinlerine, hem Alevi geleneğinden gelen başkaldırı
ezgilerini söyledikleri büyük sol gösterilere katılırlar.
Din duygusunu ilerici toplumsal ve siyasal m ücadeleler­
le bütünleştiren halktan çıkan bu gelenegin Türk diasporası-
nın göçm en topluluklara taşan önemli etkileri oldu.

Toplumbilimsel Değişim
50'li yılların toptan kırsal göçü, toplumun şehirleşmesi,
Alevi topluluğun temellerini geliştirdi. O zamana kadar tanı-
madıklan mesleklerde - ticaret ve sanayi üretimi, hizmet sek­
törü- Alevilerle karşılaşılır. Belediye memurlarının durumun­
daki gibi, topluluk dinamiklerinin closed shop* yapılara doğ­
ru gelişmesiyle, memuriyet, ordu, öğretmenlik, yöneticilik en
tercih edilen alanlar olur.
Bu toplumbilimsel değişimin sonuçlan seçmen Kitlesi­
nin gelişmesinde açıkça gözlemlenir. Aynı kişiye ya da tek bir
partiye oylann %90'dan fazlasının çıkması, "bloke oy", etnik
(Kürt) ya da Alevi bir oyun belirtisidir. Bu bölgelerde ve yöre­
lerde "pragmatik" bir Alevi oyunun ortaya çıktığı görülür. Alevi
nüfusun çoğunlukta olduğu Sivas ilinin vergi mükellefleri ara­
sında - en çok vergi veren elli kişi" listesinde - ticaretle zen-
ginleşenlerin sayısı artmıştır. Oylar belirgin bir farklılaşma ge­
çirir ve bazı durumlarda saga kayar.
Aynı şekilde, dedelik kurumu da ayakta kalmakta güçlük
çekmektedir. Bunlann sorgu gecelerinde, kırsal topluluk için­
de önemli bir yargıçlık rolü vardır. Bu işlev, yerel topluluk için
her zaman ağır bir yük olan hatın sayılır bir aşar (hakuldak)
ödenmesini gerektiriyordu. Dede, hem bir önder, hem bir gö­
rüş ara istasyonu işlevi görüyordu: Kentleşme, mesleki hare­
ketlilikte yükseliş ve göç bu yapılanmanın üstesinden geldi.
Kemalistler arasında ve sol içinde kabul gören Alevi ay­
dınlar, kendi bakış açılannı dile getirerek ve Türk solu içinde­
ki konumlannın tekilliğini sağlamaya çalışırken, kültürel bir
hareket yaratmayı bilmişlerdir.
1925 yasası tekkelerin etkinliklerini yasaklamasına kar­
şın, Mevleviler bu yasayı çok önceden delmişti. Sema gösteri­
leri kültürel görünüşünün arkasında tarikatın yeniden doğuşu­
nu pek saklayamıyordu. Bektaşîliğin Hacıbektaş'taki ana evi
için de aynı şey oldu. Orada 60'lı yıllardan beri her yıl düzen­
lenen festival, sol aydınları, Alevi oylan peşinde koşan politi­
kacıları, dinleyici arayışındaki müzisyenleri artarak çeken üni-
ter bir Alevi kutlamasına dönüşüverdi. Dönemin siyasal termi­
nolojisine göre, Aleviliğin ruhuna, sadece kurucusu Hacı Bek-
taş Veli ye değil, Türk kültürünün Pir Sultan Abdal, Şeyh Bed­
rettin gibi direnişin büyük adlarına ya da hümanist Yunus Em-
re'ye sahip çıkmak söz konusuydu. Bektaşilik kutlamalarında,
Türk solu kendine Türk kültüründe iyice yer etmiş bir soy ağa­
cı yaratıyor gibidir.
Bütün bunlara koşut olarak, adı anlamlı bir dergi. Cem
("Birlik"), 1966'dan itibaren Aleviliği tanıtmayı ve savunmayı
üstlenir. Dinlerini romanlaştırarak ya da başka biçimlerde
açıklama kaygısı duyan Alevi kalemlerinden çıkan çok sayıda
eser geniş kitlelere sunulur. Göç halkasının bitiminde, yerel
temel üzerine kurulmuş çok sayıda Alevi topluluklarını içine
alan diaspora. Alevi kültürünün en iyi serpildigi mekân olmuş­
tur. Bütün Avrupa'da adları anlamlı, seçkin semtlerde dernek­
ler kurulur. Örneğin Almanya Alevi Federasyonu, 1700 üyesi
olan yirmi derneği kapsar. "Konser / cem ayinleri", Alevi aydın­
lar ya da yabancı Alevilik uzmanlarının katıldığı uluslararası
sempozyumlar sayesinde, etkinliklerini sadece gurbetçi Alevi-
lerin dinsel ve kültürel haklannı genişletmekle sınırlandırma­
mışlar; aynca Alevilerin Diyanet İşleri Başkanlığı'nda temsili
gibi açık anayasal hakların kabul edilmesini sağlamak için
Türkiye'deki siyasi iktidan etkilemeyi de amaç edinmişlerdir.
"Alevilik bir hümanizmadır." Bu defalarca öne sürülmüş
savda, Aleviliğin çelişkili başarısının nedenlerinin yanısıra bu
başarıya bağlı riskler de bulunabilir.
Nitekim, Alevi öğretisinde her şey, çağdaş ve "Batılı" an­
lamda bir modernlik etiğini kutlama üzerine odaklanır: G erçe­
ğin dini, bireyin yüce doğası, hoşgörü ve eleştirel akıl değer­
leri, kadın erkek eşitliği ve toplumsalın önemi, dayanışma ve
sorumluluk anlayışı... gerçekten Weberei anlamda bir Alevi
etiği vardır.
Alevi bilincinde ve tarihselliğinde paylaşılan, her şeyden
önce bireysel insani bir deney olarak yaşanmış acı bir sır ola­
rak kalan şey, siyasal, ideolojik, entelektüel bir programa d ö ­
nüşebilir mi? Aleviler, 1966'da dinsel bir parti, Birlik Parti-
si'ni, kurmayı denediler; seçmen kitlesinin toplumbilimsel g e ­
lişimine ilişkin nedenlerden dolayı bu girişim patırtılı bir başa­
rısızlıkla son buldu.
Alevilerin şimdiki eylemciliğinin derin nedenlerinden bi­
ri de siyasal niteliklidir. Anayasal Kemalist kadro, 1991'd e İs­
lamcı faaliyetleri yasaklayan maddeyi kaldırınca -sadece top­
lumbilimsel bir gelişmeyi doğrulamış oluyordu- dağıldı. O za­
mandan beri, Aleviler ortaya çıkmak için yasal haklannı isti­
yorlar. Her şeyden önce, diaspora içindeki uzantılarıyla birlik­
te, azınlık haklarının siyasal olarak tanınmasına yönelik bir ça­
ba söz konusudur: Örgütlü köktenci İslam'ın karşısında, ör­
gütlenelim, gücümüzü bilelim." Avrupa'da ya da "sol halk” için­
de, Türkiye Kemalistlerinden gördükleri açık sempati serma­
yesine dayanarak. Bugün benimsedikleri strateji böyle gibi gö­
rünüyor.
Alevilik, her şeyden önce bir inanç topluluğunun bütün
karmaşık dokusuna işlemiş geleneksel bir etiktir. Toplumsal
kültürel temellerinin gelişimi göz önünde tutulacak olursa, bu
geleneksel dinin kendisi de tehlikededir, lcıgını cıcığını çıkar­
mak ve kabul görmenin meyvelerini toplamak için onu "nor­
malleştirmek" istemek, dağılmasını hızlandırmayacak mıdır?
Soru ortada duruyor.
Bugün Türk İslamcılarının ikilemi şudur: "İslam'ı m o­
dernleştirmek gerekir mi? Yoksa modernliği mi İslamlaştır­
mak gerekir? Türk ve Müslüman olunabilir mi?” Alevilere gö ­
re, onların dini, Türk kültürü içindeki tekilliği ile zaten bir “m o­
dernlik gelenegidir.” Bu durumda, çevreyi betonla çevirmek­
ten vazgeçip herkesin “kendi bahçesini ekip biçmesi” gerek­
m ez mi?
İslam'ın Demokratik
Hak Davası
n ilü fer Göle

Son on yılda devlet ve sivil toplum arasındaki ilişkiler derin


bir değişime uğradı. Demokrat, Müslüman ve modern bir gelenekle
bir bağ oluştu. Otoriter modernleşmeyi tanıyan b ü tü n ülkelerde ol­
duğu gibi, laiklik ve din arasındaki gerilmeler toplumu derinden hır­
palıyor.

17 nisan 1993'te Cumhurbaşkanı Turgut Özal'ın Türkle-


rin dilini ve heyecanını alevlendiren ani ölümü 83-93 yılları
arasında, devlet ve sivil toplum ilişkilerinin derin değişimini
gün ışığına çıkardı. 4 slogan; "inanan cumhurbaşkanı" (impa­
ratorluğun düşüşünden bu yana ilk defa cumhurbaşkanı için
yapılan dua devlet televizyonunda yayınlandı), "demokrat
cumhurbaşkanı" liberaller ve Müslümanlar, Türkler ve Kürtler,
sol ve sag arasındaki fikir birliğini yeğliyordu. “Sivil cumhur­
başkanı" (askerî iktidara karşı siyasî iktidarın güçlü bir savunu­
cusuydu) ve "halkın cumhurbaşkanı" (halk onunla ve ailesiyle
kolaylıkla özdeşleşebiliyordu), milyonlarca Türk'ün katıldığı
cenaze törenlerinde söylenen sloganlar yeni Türkiye'yi ve halk
ile cumhurbaşkanı arasında oluşmuş olan ortak yaşarlılık iliş­
kisini çok iyi anlatıyordu.
Reformculuğu dolayısıyla modern Türkiye nin Atatürk ü
olarak kabul edilen Turgut Özal, modernliğe can atan Müslü­
man kimlikleriyle, Osmanlı geçmişleriyle Türkleri birbirleriyle
ve devletleriyle barıştırıyordu.
Yüzyılın başında yerinden yönetim ve bireysel inisiyatifi
-1950 den Kemalist bir devrimde Başbakan Menderes in infaz
tarihi olan 1960 a kadar ikdidarda kalan, siyasal çoğulculuğa
geçişin temsilcisi Demokrat Parti tarafından tekrar ele alınan
gelenek- savunan Prens Sabahattin'e uzanan liberal gelenek
çizgisinde bulunuyordu.1 Bugün Özal'ın (kimileri için bir türbe
halini alan) isteği üzerine başkent Ankara'da değil ama İstan­
bul'da Menderes'inkinin yanında bulunan anıt mezarı, bu sivil
ve demokrat, Müslüman ve modern gelenekle aralarındaki ba­
ğı doğruluyor. Böylece onun kişiliğinde, modern Türkiye'nin
merkez enjeux expressionlanni buluyordu. Çünkü, otoriter
modernleşmeyi tanıyan her müslüman ülkede olduğu gibi. Ba­
tı ve Dogu arasındaki, evrensel modernlik ve özerk kimlik ara­
sındaki, laiklik ve din arasındaki gerilimler Türk toplumunu da
derinden hırpalıyor.

Batı Sorunu, Uygarlık Sorunu


Batının etkisini, siyasi iktidar şekilleri ve ekonomik geli­
şim terimleriyle inceleme alışkanlığımız vardır. Ancak Türk ta­
rihi, Müslüman birey ve yaşam tarzı üzerindeki modernleşme­
nin (Batılılaşma) yeniden yapıcı gücü açısından bir örnektir.
"Batılı uygarlaşma" yı gerçekleştirmek için Kemalist elit Müslü­
man ve Osmanlı kimlikleriyle arasını açmaya kadar gidecektir.
Jön Türklerden biri, kültürü ve uygarlaşmayı birbirinden ayıra­
rak, kültür ve kimliği korumak isteyenlere uygarlaşma bir bü­
tündür, her yönüyle uygulanmalıdır" diyecektir.
Sonuç olarak, Kemalizm elitin bir uygarlıktan diğerine
geçm e siyasi istekleri anlamına geiir; İslam uygarlığından o za­
man evrensel kabul edilen Batı uygarlığına yönelen elit görevi­
ni Müslüman ve cahil halkı uygarlaştırmak olarak belirlemiştir.

1 I. K ü çü k ö m er tarafınd an siyasi partilerin b ö y le bir k a teg orileş tirilm esi yap ılm ış­
tır v e "Etat et s o c ié t é et partis p o litiq u e s d e p u s 1902", REMMM, no 50 , 1988,
sy. 91-93
Modernleştiricilerin gözünde, yerel, kendine özgü ve
özellikle dini kültürün, geleneksel, gerici ve kaybolmaya yüz
tutmuş güçlerinin dışavurumu olarak veriliyor.
Nobert Elias'ın yazdığı gibi, "uygarlık” sözcüğü ilk önce
"Batılı bilinç" "Batılı ulusal bilinç" anlamına geliyor. İnsanın
kendini tanıtma ve hareket etme tarzına (...) uyuyor, insanoğ­
lunun toplumsal niteliğini, barınma şeklini, şehirciliğini, dilini,
giyim alışkanlıklarını gösteriyor“.2 Atatürk'ün reformları dışsal
şekillere verilen simgesel önemi açığa vurur. Türkler Batılıla-
şırken sert bir deneyimden geçeceklerdir. Giysilerinden, tür­
bandan, festen, şalvardan, çokeşlilikten, ikamet şekillerinden
ve düşünce tarzlarından vazgeçeceklerdir.3
Bu belleğe, toplumsal yapıya, geleneksel bağlılıklara ve
değerlere ters düşen bir modernleşm e tasarısıdır. Bu, siyasal
ve ekonomik sınıflandırmalardan öte, Pierre Bourdieu’nün
"habitus" dediği, beslenme alışkanlıklarını, ifade şeklini, be­
den hareketlerini kapsayan alana bilinç ve dilin ötesinde çalı­
şan her şeye, kişinin denetiminden uzak ve iradesi dışında
açıldı.
Toplumun merkezi değerleri uygar adamı batılı adamla
özdeşleştirecek şekilde üretilince. Batı uygarlığının kurucu il­
keleri Türklerin ortak düşselliğine girecek ve aynı zamanda
Müslüman bilinci yaralayacaktır. Seçkinler ve halkın arasında­
ki kültürel devamlılık zinciri kopacaktır. Tarihin bellek yeri be­
den olduğunda "yeni adam" yaratma tasarısı, "kültürsüzleşme"
ve "yeniden kültürlenme "4 ereğiyle giysi, sakal, konuşma tarzı
gibi değersiz ayrıntılar üzerinde durur.
Uygar kişi ile “Müslüman" kişi ve modern seçkinler ile
halk arasındaki fark, ilk ayrımların, ilk toplumsal katmanlaş­
manın oluştuğu bu örtük bedensel alandadır.

2 M orbert Elias, La C iv ilis a tio n de s M o eurs , C alm a n n -Lévy, 1973, sy. 1 1-13
3 Paul D u m ont, M ustafa K em al, Paris, C o m p le x e , 19 83 , sy. 156
4 Pierre B ou rdieu , Esqu isse d'u n e th é o rie d e le pra tiq u e, p r é c é d é e d e rois é tu ­
d e s d 'e th n o lo g ie kabyle, C en e vre, 1972, sy t 9 4
Yurttaş Kadın
Öte yandan Kemalist reformculuğun "yeni adam'ı, daha
çok kadındır. Batılı değerler daha çok cumhuriyet kadınları ta­
rafından getirilecektir. Reformcular için esas kazanılması ge­
reken Müslüman kadının siyasal, toplumsal ve bedensel
olarak görünülebilirligidir. Seçme ve seçilme hakkı, kız ve er­
kek öğrencilerin beraber okuyabilmeleri, çarşafın kaldırılma­
sı, kadınların toplumsal alana çıkışlarını hazırlıyor. Demokrasi
ilkelerinden çok, cinsiyet eşitsizliği ilkeleri değişimlerin kayna­
ğı olmuştur. Marcel Ahano'nun belirttiği gibi "yurttaşın tarzı
üzerine halkın sevdiği bir kahramanın anayasası” olmayacak;
cumhuriyetçi seçkinler “halkın temsili ve kamu oylaması soru­
nunda" yan çizecekler.5 Buna karşılık, kadının toplumdaki gö­
rünüşü Batı uygarlığına aitligi gösterecektir. Uygarlık değişimi­
nin mihenk taşı, yurttaştan çok kadındır. Çünkü, toplumsal
katmanlardaki düzenleme kadının konumu etrafında belirle­
nip, derecelenir. Müslüman bir uygarlıkta, kadının yeri yasağın
eşiğini, iç ve dış alanın sınırlarını gösterir. Müslüman kadın ör­
tünerek bakıştan kaçar, bu davranış ahlaksal yasağı ve iç ala­
nın dokunulmazlığını hatırlatır.6 Doğu ya özgü harem, hamam
gibi yerler dişi birliğine ve Müslüman bir toplumda cinsiyet ay­
rımcılığına neden olur.
Çarşafı atarak ve bu kapalı dişi alanı terk ederek, Batılı­
laşma sürecinde, kadınlar bir uygarlık değişimine yol açarlar.
Aslında Atatürk'ün reformculuğu da, amacı haremin simgesel
ve gerçek yıkımı ve "homo-sosyal" yaşam tarzından “hetero-
sosyal" yaşam tarzına geçişti diyebiliriz. Qenç Türkiye Cumhu-
riyeti'ni kutlamak için düzenlenen balolar yeni alafranga (Av­
rupalI) yerleri simgelerler. Bu balolar sırasında Atatürk, insan­
lara vals yapmalarını emretmeye kadar gitmiştir. Kadın ve er­
keğin bir arada olmaları böylece bütün toplumsal örgütlerin
cinsiyet ayrımına dayandığı bir Müslüman ülkede siyasal bir
tasarı haline gelmiştir.

5 M arcel A h an o "L im a g e d e le rév o lu tio n fra n ça ise lors d e le m o d e rn isa tio n d e


I I e t d e le T u rqu ie c o n te m p o r a in e ’, CEMOTi, (C a h iers D 'é tu d e s sur la Méditer*
ra n n èe o rien ta le e t le m o n d e tu rco-iranien), no 12. 1991, sy. 14
6 F atim a M em issi, Le H arem p o litiq u e (le p ro p h è te e t les fe m m e s). A lbin M ichel,
1987, sy. 1 19-120
Bu arada, kadınların özgürlüklerine kavuşmaları ve Ba­
tılılaşmanın özdeşleşm esi yalnızca Kemalizmin eseri değildir.
OsmanlI reformcularının gözünde, modern ailenin ortaya çık­
ması, imparatorluğun "yenilenmesi“ için gerekli bir koşuldu.
Birlik ve İlerleme Komitesinin kurucularından biri olan, Abdul­
lah Cevdet sadece çarşaf, kadınlann ayrılması ve çokeşlilik gi­
bi dinî kuralları reddetmekle kalmıyor, imparatorluğun sona
ermesinden bunlan sorumlu tutmaya kadar gidiyordu. Ve kök­
ten Batı yanlısı Salahaddin Asim, Türk Kadınının Yozlaşmışlı­
ğı" adlı kitabında, eleştiriyi Müslüman kadınları "uygar ha­
yattan ayırdığını düşündüğü dinî gelen ek lere kadar
vardınyordu. Batı yanlısı akım, toplumsal ilerlemeyi, kadın ve
erkek arasındaki hakların eşitlik derecesiyle ölçüyordu.
O halde Batılılaşma fikirlerde olduğu kadar olgularda
da başlamış bir süreçti. Kemalist reformlardan önceki dö­
nem de kız liselerinin, ve kadın kuruluşlarının çoğaldığını g ö ­
rüyoruz. Giyim alanındaki alışkanlıkların değişimini gözlem ­
liyoruz; AvrupalI modaya göre giyinen eşleriyle birlikte tiyat­
roya giden kadınlar İstanbul'un manzarasının bir bölümünü
oluşturuyorlar.
Tanzimat döneminden, yani reformlardan itibaren Batılı
yaşam tarzı sarayda, dişi seçkinlerde, başkentte başlayarak
çoğalıyor. Batı dünyası kozmopolit bir İstanbul'a baskın yapı­
yor. Museviler, Rumlar, Ermeniler ve dönm eler (İslam'a geç­
miş Museviler) gibi gayn Müslim halklar Batılı alışkanlıkların
girmesini kolaylaştıracaklardır.
Cumhuriyetçi devrim, doğrudan Batı akımın çizgisinde
olsa da Türk ulusçuluğunun uyanışını ve Osmanlıcılığın çok
etnikli karakterinden kopuşunu gösterir. OsmanlI kimliğinden
aynlma kaygısıyla, Türk ulusçuluğu temellerini Anadolu kültü­
ründe arar. Ama Batılılaşma tasansında, bir kere dinsel kökle­
rinden kopmuş olan bu kültür, sadece öyküsel bir temsildir.
Çünkü Türk ulusçuluğu, ortak bellek için Osmanlı ve Müslü­
man kimliğe karşıt Türk kimliğini tekrar fethetmek ve buradan
Türklük ile Batılı dünyanın arasında bir ortaklık olabileceğini
göstermek amacıyla İslam öncesi geçm işte bir Anadolu
kültürü arar.
Yani kadının görünümü bu Anadolulu ve halkçı ulusçu­
luğu iyi yürütür. Kemalist kadın İslam dininin yasaklarından
kurtulur; İstanbul kadınlarının süs merakına yaklaşmadan ör­
tüden vazgeçer. Modayı izlemez, bir "ideali vardır, kendinin-
kilerin yani halkın yanında ulusu için çalışır.
Yakup Kadri Karaosmanoglunun Ankara adlı romanı
halkı ve Batılılaşma tasarısını karşılaştıran bu yeni düşü anla­
tır. Yeni başkent, yeni bir ütopyanın hazırlanmasını sağlamak­
tadır. Kahraman, Selma (halk için telaffuzu zor bir isim) "Batı­
lılaşmış" ve bunun sonucunda halka yabancı bir İstanbul ka­
dınıdır. Romanın ilk bölümü İstanbul'dan Ankara'ya giderken
çektiği güçlükleri anlatır. Alışkanlıkları, özellikle onun ve kom­
şularının dış görünüşlerinde inanılmaz bir fark vardır. "Sağlık­
lı" halk kadınlan arasında onun, "ne kalça ne de gögsü olan bir
erkek çocuk" gibi kibar bir görünümü vardır.
Batılılaşma, yaşam tarzını olduğu kadar, estetik ölçütle­
ri de etkiler. Batılı tarzda yaşayan, İsviçreli mürebbiyeler tara­
fından eğitilmiş, erkeklerle aynı masada yem ek yiyen, ata bi­
nen, danslı yemekler düzenleyen Selma, Ankara'yı kendi zev­
ki için fazla taşralı bulacaktır.
Ama yavaş yavaş bu alafranga varoluşun Batının yüzey­
sel bir taklidi ve yabancılaşmanın kaynağından başka bir şey
olmadığını keşfedecektir. Kimliğini ve kişiliğini yalnızca Türk
halkına giderek bulacaktır. Yazara göre, Türk kadını örtüsünü
ülkesinin tekrar yapılanmasına katılmak ve bunun için çalış­
mak üzere terk etmeliydi, şımarık ve kibirli olmak için değil.
Özgürlüğünü ulusal nedenin hizmetine koymalıydı. Böylece
Selma, yeni başkent Ankara'yı seçerek ulusal ideali ama ayrı­
ca Anadolulu köklerini de bulacaktır.
Ankara bir yandan, sadece öyküsel bir tarzda, Anadolu
halkına bağlanarak kendine Osmanlı kozmopolitizmi süsü ve­
riyor öte yandan meclis, ulusal tiyatro ve opera gibi yine mi­
mari eserlerle Batılılaşma tasarısını görsel anlamda somutlaş-
tınyor. İstanbul giderek daha çok zevk ve tüketimin kozm opo­
lit merkezi olurken, konserler ve klasik (Batılı) ayırımlarla ye­
tinen Ankara cumhuriyetçi idealin somut örneği oluyor. İstan­
bul'dan vazgeçilmesi böylece, Osmanlı geçmişiyle kopuş an­
lamına gelir. Türkler, İstanbul'un çöküşü ile ortak belleklerini
yitirir, OsmanlI kültürü ile göbek bağlarını koparırlar. Bundan
böyle daha vurgulu bir Batılılaşma ama karşıt hareketleri,
özellikle İslamcıları besleyecek yaralı bir bilinç söz konusu
olacaktır.

Demokratikleşme ve İslamlaşma
Tek partili dönem, Türk modernleşmesinin özünde bu­
lunan ikilemi açıkça gösterir. Kemalist seçkinler için ilerleme
her şeyden önce, adına demokratik onaylamanın kurban edi­
lebileceği son amaç olan laikliğin getirilmesidir. Çünkü eger
halkın egem enligi kabul ediliyorsa, bu halkın özellikle dinsel
değerler sistemine yenik düşürülmesi anlamına gelebilir.7
Böylece, cumhuriyetçi devletin yapılanmasından itibaren bu
tek partili sistem sayesinde toplum üzerinde soyunu korurken
ilerlemenin ve laikliğin garantisi tanımlanıyor. Ayrıca, belirt­
meliyiz ki Cumhuriyet Halk Partisi nin altı ilkesi için de (ki bun­
lar; devrimcilik, laiklik, cumhuriyetçilik, ulusçuluk, halkçılık
ve devletçiliktir) demokrasi bulunmuyor. Başka bir deyişle,
kendi kurucu ideolojisinin temelinde bile demokratik onayla­
ma ve laiklik ilkesi arasında bir gerilim olduğunu belirtebiliriz.
Batılı modernliğin bu çift gerekliliğinin Türkiye gibi Müslüman
bir ülkede yapabileceği tek şey kendi içinde ters düşmektir.
Böylelikle, demokratikleşmenin her kademesi "İslâmî değerle­
rin" yenileşmesini hazırlar. Daha sonra laik ilkelere bir tehdit
olarak alınan bu yeniden dogmayı demokrasinin kesintiye uğ­
raması izleyecektir. Dışavurumları gerici olarak kabul edilen
bir toplumun özerkleşmesi ve kendini gelişimin tek adamı
olarak niteleyen bir devlet arasındaki bu ikilik, cumhuriyet bo­
yunca, Türk siyaset hayatının kokuşmuş çemberini (demokra­
tikleşme ile tekrar İslamlaşma arasında) oluşturacaktır. Böyle­
ce, toplu durum farklı bulunsa da, şu ya da bu şekilde birbi­
rini izleyen darbelerin (1960, 1971, 1980), hepsi neo-Kema-
list bir egemenlik ve 50'Ii yıllardan beri sivil toplumun elinden
kaçırdığı özerklik arayışındadır.

7 İlkay Sunar, "Siyasi v e E k on om ik A n tro p o lo ji: O sm a n lı İm p a ra torlu ğu v e D e ğ i­


şim i", A nna le s, no. 3-4, 1980
1980'deki son askeri darbe, amacına karşıt olarak, 20'li
yıllann konuyla ilgili sonunu gösterir. İstemeyerek, toplumun
merkezî değerlerinin derin bir değişim geçirdigi bu dönemde
katarsis, değişim rolü oynamıştır. Müslüman kültürünü içine
sindirip siyaset alanına girenler, yükselen sınıflann değerleri ve
yeni şehirleşmiş grupiannkiler, seçkinler ve halk, ilericiler ve
gericiler, modernler ve İslamcılar gibi alışılagelmiş zıtlık kate­
gorilerini dağıttılar. Geçtiğimiz on beş yıl boyunca, İslamcı ha­
reketler Müslüman ülkelerin yaşadığı daha derin ekonomik,
toplumsal ve kimliksel bir belirti gibi açıklanıp, incelendi. Eko­
nomik durgunluk, hızla ilerleyen enflasyon, seçkinlerin moder­
nist taşanlarının başarısızlığı, şehre göç, kitlelerin uyuşmazlığı,
üçüncü dünya ülkelerinin karşılaştığı tüm sorunlar, dinin bu
yeniden doğuşu içinde açılan toplumsal durumu açıklayacak­
tır. O halde İslamcılık, karanlığın ve dincinin dönüşü ve daha
çok çağdaş dünyaya oranla bir pataloji olarak beliriyor. Ancak,
İslamcılık kriz durumuna karşı basit bir tepki değil, bu siyasi
alanın sahiplenilme tarzıdır; aynca, modernliğin tekrar sahiple-
nilmesinin iradesi ve yoksunluğu anlamındadır. İslamcı hare­
ketin siyasi yükselişi, şu halde Türkiye'deki çoğulculuğa ve si­
vil toplumun gelişmesine bir gerekçedir. Çünkü gerici bir bo­
yutta olsa bile, yeni bir simgesel alan ve kelime hâzinesinin
oluşumuna katılıyorlar. Karşı çıkma hareketlerinin ardında, ye­
ni İslam seçkinleri yeni görünümler kuruyorlar.

Yeni İslam Seçkinlerinin Oluşumu


İslamcı hareket modernlik tarafından belleklerden sili­
nen Müslüman kimliğini yeniden yaratıyor ve onu toplumsal
aktör olarak yeniden ortaya çıkanyor. 80'li yıllardan itibaren
hızlanan bu süreç, 501i yıllarda sivil toplumun görece gelişi­
miyle başladı. İslamcı hareketin siyasi yükselişini toplumsal
merdivendeki yeni gruplar izledi. Bu yüzden İslamcı akımda
yalnız eğitimsiz ve geleceksiz olan, toplumun reddettiği top­
lumsal gruplann, işsizlerin başkaldırmalarını görmek sadeleş­
tirici olur. Kökten İslamcı hareketle beraber, şehirli ve eğitim­
li Müslümanın yeni çehresi çizilmeye başlandı. Söz konusu
olan öğretimle toplumsal değişimi yönlendiren İslamcı olu­
şumlar İslamcı seçkinlerdir. Eger, uygarlaşma tasarısı çerçeve­
sinde, “kültürlü“ adam Batılı davranmalı ve (Avrupalı) yaşam
kurallarını gözlemlemeiiyse, bir anlamda, İslamcı entelektüel­
lerin, "kültürlü” kişi ile "uygar" (Batılılaşmış) kişi arasındaki
farkın özümsenmesini delerek tarihi konunun tanımını değiş­
tirdiklerini söyleyebiliriz. Bu soy toplumsal sınıfların toplum­
sal stratejilerini belirlemek için İslâmî aynlık simgelerine baş­
vurmaları dikkat çekicidir. İslamcı hareketin aldığı karşı çıkan
şekiller Kemalist modernleşme m odeline meydan okuyarak
geleneksel İslâmî kökten ayrılıyor. Bu karşı çıkma hareketleri
İslam'ın siyasi dili etrafında örgütlenseler de militanlan çoğun­
lukla modern ve laik öğretimin ürünleridir. Köktencilikleri, en
azından Türklerde her zaman siyasi ayrılık mantığından gel­
m ez ancak dini gelenekçiliğin kökten bir eleştirisine götürür.
Aktörleri modernleşme sürecinin ürünleridir ve sonuç olarak
onlar da modernliğin değerlerine sahipler.
Çelişkili bir şekilde bu İslamcı modernlik daha kökten
bir tarzda tekrar örtüye dönen kadında simgeleşecektir. Bir
uygarlığa aitlik isteğini bir kez daha kadın vücudu sergileye­
cektir. Bu kesinlikle azınlıkta ancak dikkat çeken bir olaydır
çünkü geleneksel dünyayı temsilden uzak bu örtülü kadınlar,
onlara istenen, eğitimli ve kentli bir profil çizen yepyeni bir
doğrultuda ilerleyecekler. İslamcılık modernliğin kalesinde ya­
ni şehirli alanlarda ve özellikle o zamana kadar modernlik
yanlısı seçkinlere aynlmış üniversitelerde yatınm yapıyor.
Tam da bu üniversiteler gibi "laik bilim in değerlerinin savunu­
cusu din dışı bu yerin İslamlaştınlma” kaygısı laik aydınlarda
önemli endişeler doğurdu.8
Bu yeni Müslüman kadınlar, siyasi bir ifadeyle donana­
rak yüksek öğrenime katılarak, modernliği sahiplenerek, örtü­
nün altında da olsa yeni bir görünüm kazanacaklar. İslam'a ai­
diyetlerini ortaya koyarak toplumsal uygulamalarda beklen­
medik bir süreç başlatacaklar: İçi dıştan ayıran eşiği atlamaya
daha çok itildikçe mesleki esinleri üzerine yasaklar koyan, er­
keklerin ve kadınlann yaşamları arasındaki kapanmaları yara­

8 Bu terim i Yann Richard’ın 1979 Iran D e v rim in d e n sonra. Tahran Ü niversitesi n d e


cu m a nam azının Kılınmasıyla ilgili yazısın dan alıyorum . Yann Richard, "C le rcs e t
Intellectu els dan s la R épu bliqu e Islam iqu e d 'Ira n " (Iran Islam Cum huriyeti n d e
Ruhbanlar v e E ntelektüeller), In te lle c tu e lle s e t m ilita n ts d e l'Islam c o n te m p o ra ­
ine. G illes K epe] v e Yann Richardïn y ön e tim in d e, Paris, Le Seuil, 1990
tan dinî kuralların tekrar yorumlanmasına ve soruşturulma­
sına daha çok engel olacaklar. Örtüleri etkin bir şekilde İslam­
lığı taşıyacak. Ancak bu, hem bir fark olarak kimliklerini hem
de toplumda modernliğin getirdiklerini daha iyi kullanmaya
yarayan kişi haklarının istendiği bir İslamcılıktır.9
İslam'ın siyasi dili Müslüman gelenekte yeni alt sınıfların
çıkışını, öğretim ile toplumsal statü arayışını, özgür teşebbüs
ve toplumsal değerlerin üretiminin denetimini görülebilir kılı­
yor. İslam'ın yeniden doğuşu Türk modernleşmesinin gölgede
kalan yüzünün doğumu, (türbanlı öğrencilerin söylediği gibi)
"karanlık güçlerin gün ışığına çıkması" anlamına geliyor. Böy-
lece bu hareketlerin başkaldırısının anlamı bir başkasını sak­
lıyor: Modernliğin meşruiyeti, katılımı ve yönetimi arzusu.10
1983-1990 yıllan arasında iktidarda olan Turgut Özal ta­
rafından kurulan Anavatan Partisi, bu toplumsal dalganın üze­
rine çıkmanın, Müslüman kültüre aitligin meşruiyetinin ve ge­
leneksel ortamlardan doğan sınıflann yükselişinin önünü aç­
ma arayışındadır.
Batı ve İslam arasındaki kültürel sermayeye sahip ol­
makla Batılı uygarlığa açılan seçkinler ve Müslüman kültürü
içine sindirmiş halk arasındaki ikilik yeni bir siyasetçi katego­
risiyle aşılma eğilimindedir: İslamcı mühendisler." Bunların
teknik akılcılığın yayılmasında önemli bir etken olan teknik
yetenekleri yadsınamaz. Ancak İslamcı olarak kültürel özellik­
lerin karşısında değil onlarla beraber oluşan başka bir mo­
dernlik kavramı arayışındalar. Bu siyasî kültürde geleneksel
değerlere ilişkin bir eğitim aracılığıyla İslam ahlâkçılığından Ai­
le Bakanlığı nın kurulmasına ya da pornografik yayınlann satı­
şını düzenleyen bir yasaya (muzır yasası) kadar gidiyor. Başka
bir deyişle " ilerici muhafazakar” diye tanımlanan Anavatan
Partisi 1980 lerde piyasa ekonomisinin özgürlükçü değerleriy­
le İslam ahlâkı arasında bir bag oldu.

9 Milüfer G ö le , Musulm anes et Modernes, ( Voile et Civilisation en Turquie), Pa­


ris, La D éc o u v e rte , 1993
10 G illes K e p e l, Les Banlieues d'Islam . Paris, Le Seuil, 1987
1 1 Yann Richard v e G illes K e p e l in hazırladığı In tellectuels e t m ilitants de l'islam
contem poraine. N ilü fer G ö le nin yazısı "In g é n ie u rs Isla m istes e t É tu diantes V o ­
ilé e s en T u rq u ie e n tre le to ta litarism e e t l'in d iv id u a lis m e ", Paris, L e Seuil,
1 9 90 ft
Kadınlar ve mühendislerin yanında İslamcı okumuşlar
da yeni seçkinlerin bir bölümünü oluşturdular. Simgesel mal­
ların üreticisi olarak, İslam cı düşünceyi" kitap dergi ve gaze­
telerle şekillendiriyorlar. Birçok düşünür sık sık farklı alanlar­
da ve taraflarda bulunarak İslam'ın "özgüllüğünün" altını çiz­
meyi deniyorlar.
Paradoksal olarak bir yandan İslamcı görüşün doğruluğu­
na diğer yandan ise daha belirgin şekilde Batılı anlamda bir ge­
lişmeye göndermede bulunurlar. Böylece yazılan hem Müslü­
man düşünürlerle hem de Batılılarla beslenmiş oluyor. Aralann-
dan bir tanesi kendini şöyle anlatıyor: "Sazlanmızı akord eder­
ken, yani en doğru kavramsal tonu bulmayı denerken, istesek
de istemesek de farkına vanyoruz ki (Batılılarla) aynı oktavlar
üzerinde çalıyoruz."12 Bir başkası, lllich, Feyerabend, Marcuse,
Popper, Hayek ve daha birçoklan gibi Batılı yazarlara gönder­
meleri onaylamak amacıyla ekliyor: "Bilimin ülkesi yoktur.”
İslam seçkinlerinin bu üç görünümü İslamcı harekette­
ki en büyük kavgalan çıkarıyor: Akılcılık ve vicdan (mühendis­
ler) arasındaki kadınlann siyasi ve toplumsal yaşama katılım­
ları üzerinde yasaklar koyan dini kurallar (örtülü kadınlar), İs­
lam ahlâkı ve eleştirel düşünce (okumuşlar) arasındaki çeliş­
ki. Çağdaşlaşma süreci akılcılığın vicdandan ayrıldığı, topluma
karşı bireyci bilincin özerkleştigi ve eleştirel düşüncenin İs­
lamcı ideolojiden uzaklaştığı bir ölçüde çoktan başladı. Bu üç
görünümün doğuşu İslamcı hareketin yolunu değiştiriyor gibi
görünüyor. Eğitim sistemiyle, seçkinlerin dolaşımı arasında
yükselen toplumsal hareketlilik ve demokratik katılım için ola­
bilirlik bulunduğu ölçüde, İslamcı hareketler dışlanma, bölm e
ve şiddet mantığından çok katılım mantığına doğru ilerlerler.
Türkler, evrensel eşitlik ve akılcılık değerlerinin belirlen­
diği "modernleşme" döneminden sonra, demokratik yolla "mo­
dernlik" alanına kültürel bir buluş, toplumsal bir praksis gibi gi­
riyorlar. Dünya modernliğinden kendileriyle, OsmanlI'ya daya­
nan geçmişleriyle, Müslüman kimlikleriyle barışarak esinleni­
yorlar. Türk gencinin geleceği aynı zamanda laik, demokrat,
Müslüman ve modern olma kapasitelerine çok bağlı olacaktır.

12 N ecati Polat, "Nabi A vcı ile S ö y le ş i” G erged an , n. 1 1, O ca k 1988


Modernleşmenin
Yöneyi Kadınlar
Şirin Tekeli

Kadının aile içindeki rolüyle buna koşut giden kapanması İs­


lam ve aynı zamanda Akdeniz kültüründen geliyorsa da modernleş­
meye bağlı kavgalarda kadın merkezi bir yer tutar. Bu yüzden ka­
dın, değişim halindeki bir toplumun simgesel görüntüsü olma eği­
limindedir.

Sanki hiç yaşamamış gibi ölen


Ve soframızdaki yeri
Öküzümüzden sonra gelen
Ve dağlara kaçmp, uğrunda hapis yattığımız
Ve ekinde, tütünde, odunda ve pazardaki
Ve karasabana koşulan
Ve ağıllarda
Işıltısında yere saplı bıçakların
Oynak ağır kalçaları ve zilleriyle bizim olan
Kadınlar
Bizim kadmlanmız

Büyük Türk şairi Nazım Hikmet, ülkesinin 20ii-30'lu yıl­


lardaki yaşamını anlatan büyük şiiri İnsan Manzaralarında,
kadınlardan işte böyle dokunaklı ve sahiplenici şekilde bahse­
diyor. Peki üç çeyrek asır sonra biz neredeyiz?
Bugün Türkiye artık, karasabanla tarım yapılan bir ülke
değil. Nüfusun yarısından fazlası şehirleşmiştir. Bunun dörtte
biri nüfusu bir milyonu aşan büyük kentlerde, neredeyse beş­
te biri ise sekiz milyon ruhla dev bir insan kalabalığına dönü­
şen İstanbul'da yaşamaktadır. Modernleşme, siyasi, ekono­
mik ve toplumsal tüm alanlarda görülür. O halde kadınların
şehirleşme derecelerine, eğitim seviyelerine, toplumsal sını­
flarına, bölgelerine, etnik kökenlerine, dinî inanışlarına ya da
dişilik kavramını anlamlandırmalarına ve düşüncelerine göre
çok farklı biçimlerde ortaya çıkar. Bununla birlikte şairin ka­
dınlan anlatan "soframızdaki yeri öküzümüzden sonra gelen"
ve sanki hiç yaşamamış gibi ölen" sözcüklerinin hâlâ günü­
müz toplumundaki kadınlann konumlarının anlaşılması için
geçerli benzetm eler olup olmadığını merak edebiliriz.
1991'de İstanbul'daki kadınlar üzerine yapılan öncü bir
ankette, Türkiye'nin en modern şehrinde yaşayan kadınların
çoğunluğunun "geleneksel" hatta "ataerkil" denebilecek ilişki­
lerle hapsoldukları ortaya çıkmıştır. Yazar, özellikle ataerkil
değerleri mükemmel bir şekilde benimseyen kadınlann bu
değerleri tekrar ürettiklerini ispatlamayı denedi. Ancak, bu
araştırmanın sonuçlarına daha yakından bakmadan önce ka­
dınların toplumdaki yerlerine küreselleşme doğrultusunda bir
göz atalım.
Günümüz Türk toplumu, özellikle kadınların dahil oldu­
ğu toplumsal ilişkiler açısından gerçek bir mozaik oluşturu­
yor. Böylece, Anadolulu göçebe kabilelerde, kadınlar görücü
usûlü evliliğe mahkum edildikleri toplumsal ilişkiler içinde ya­
şamaya devam ediyorlar. Bu evlilik; mülkiyet hakkını kısıtladı­
ğı, kadınları çokeşliliğe mahkum ettiği gibi, gelinin babasına
yüklü bir meblağ kazandırıyor ve erkekler her şeyden önce
cinselliği -üreme gücünü- toplumsal grubun ve aile onurunun
katı değerleri adına kontrol ediyor. Aynı şekilde, kendi yaşıtı
kız ve erkeklerle dolaşırken görüldüğü bahanesiyle, lise mü­
dürünün isteği üzerine bekaret testine tabi tutulan bir genç kı­
zın intiharının da gösterdigi üzere, Anadolu'nun muhafazakar
küçük şehirlerinde - toplumsal yapının orada çok farklı olm a­
sına karşın- dişi cinselliği ciddi bir şekilde kontrol edilm ekte­
dir. Yakın zamanda kamuoyunu çalkalayan bu dram, kuşku­
suz, aile onurunun geleneksel değerleri ile kadının özgürleş­
mesi ve modern değerler arasında bir konumda yer alamayan
bir genç kızın kafasındaki derin karmaşanın sonucudur.
Öteki uçta, İstanbul ya da Ankara gibi büyük şehirlerde,
birçok kadın, büyük şirketlerin idarelerinde ya da önemli ku­
ruluşlarda görev alıyor ve toplumun geleneksel olarak onlara
yüklediği tek rol olan evli kadın rolünü reddediyor. Birkaç yıl
önce yıkıcı ve dine karşı bir konum olan, bir erkekle evlilik dı­
şı yaşamayı hatta evlilik dışı çocuk sahibi olmayı ya da daha
çok cesaret gerektiren metres hayatını seçebiliyorlar.
Ayrıca, sanatçı, entelektüel, yaratıcı kadınlar Türk toplu-
munda gittikçe daha büyük yer tutuyorlar. "Kadın yazarlar" en
çok okunan, en çok alkışlanan ve günümüzde en çok basılan
kitaplarıyla, kimileri bu adlandırmayı reddetse de özel bir dişi
duyarlılığıyla yazına yeni bir katkı getiriyorlar. Bu ressam, fo­
toğrafçı, sinemacı kadınların durmadan başarı' kazandığı plas­
tik sanatlar dalında da geçerlidir. Bunun yanında, daha az ün­
lü olan diğerleri yayın, medya ve promosyon gibi gelişm ekte
olan sektörlerde kendilerini gösteriyorlar. Yeni olan artık bu
durumların istisnai olmamasıdır. Tersine, kadınlar nicelikleriy­
le olduğu kadar nitelikleriyle de saygıya değer sektörlerde be­
lirleyici konumlarda bulunuyorlar.
Bu iki uç arasında, sadece öğretmen, hemşire, sekreter
gibi geleneksel "kadın mesleği"' olarak kabul edilen m eslekler­
de değil, bankalar ve sigortalar gibi daha az geleneksel m es­
leklerde de etkin konumlarda olan çok kadın vardır ve bazı er­
kek mesleği denen mesleklerde özellikle Batıya oranla onurlu
bir yer kazanmışlardır: Kadınlar hekimlerin yüzde yirmisini,
avukatların yüzde yirmi beşini, üniversite ortamının yüzde el­

1 İstan bu l’da kadınlara ö z g ü yayınlar yap an kuruluşlar "R essa m K adın lar" "F o to g -
r a fa Kadınlar" v e "S in em a cı Kadınlar" ü zerin e katalog v e a jan d alar yayınlarlar.
lisinden fazlasını oluşturmaktadır. Bunlar, Türkiye'de kadınla­
rın modern sektörde yerlerini geri dönülmez bir şekilde aldık­
larını gösteren rakamlardır.
Günümüz Türk toplumunda, kadmlann çoğunluğu gele­
neksel rollerini değişiklik olmaksızın kabul eden temizlikçi,
evli kadın ve aile annesidir, hatta yukarıda anlatılan gelişimin
tersine bir "temizlikçi" olma sürecini gözlemliyoruz.
Aslında, istatistikler, 50'lerde başlayan ekonomik m o­
dernleşmenin çalışan nüfusta kadınların payının düşmesini
beraberinde getirdiğini göstermektedir. 1955'te on beş yaşın
üstündeki çalışanların yüzdesi kadınlar için yüzde 72.1, er­
kekler için yüzde 95.4 iken bu yüzde 1985'te yüzde 44.2 'ye
ve yüzde 83.1 'e düşmüştür. Erkekleri kadınlardan daha çok
etkileyen eğitim uzunluğunu bir kenara atarsak kadın etkinli­
ğinin düşüşünü tarımın modernleşmesiyle açıklayabiliriz. Tarı­
mın mekanikleşmesi, aslında, şehre göçe yol açarak kadın el
emeğini "özgürleştirmiştir". Şehre gelince, kadınlar aile yapıla­
rı yüzünden iş bulamadılar ya da bulduklarına alışamadılar ve
temizlikçi oldular. Kadın çalışmasının toplam yüzdesi aslında
tarım işinin önemini açıklamaktadır. Eger bugün çalışan er­
keklerin yüzde 41'i tanm sektöründe çalışıyorsa, bu oran ka­
dınlar için yüzde 85'dir. Yedi milyon çalışan kadının büyük ço­
ğunluğu ya tarım maaşlısı ya da aile için karşılıksız yardım ola­
rak çalıştırılıyordu.
Kentlerde, evli olduklarında bile, kişisel ve ekonomik
bağımsızlığı garantileyen gelirleriyle modern sektörün kapıla­
rını zorlayan kadınların başarısı önemli bir oluşumdur. Ancak,
istatistiklerin ortaya koyduğu üzere bu genel durumlarını sak-
layamamaktadırlar. Çünkü bu başarılı kadınlar, kadın nüfusu­
nun yalnız küçük bir azınlığını temsil ediyor: 1985'te bilim ve
teknik sektöründe bulunan çalışan kadınların yüzdesi yüzde
4.4'tü, şirket müdürleri yüzde 0.1, memur kadınlar ise yüzde
3.5'ti. Tüccar kadınlar yüzde 0.8'i geçmiyordu ki bu liberal
mesleklerde, sanayi ve ticaret patronlarında, toplamda yüzde
9'dan az bir yer tutuyordu. Tarım harici üretici sektörde çalı­
şan kadınlara gelince bu yalnız yüzde 4.6 idi.
İstanbul Kadınlan
Kadınların toplumsal statülerinin, uzun zamandır Türk
toplumunun kültürel kimliği üzerine yapılan tartışmalarda ay­
rıcalıklı bir yere sahip olmasına karşın, toplumsal grup olarak
kadınların üzerine çok az araştırma yapılmıştır. Konusu kadın
düşünceleri, değerleri, davranış biçimleri konulu bir öncü
araştırma yakın zaman önce İstanbul'da yapıldı. Bu bizim,
Türkiye'nin en modern ve en büyük kentinde oturan kadınla­
rın eşitlik, aile yaşamı, (otorite ilişkileri, cinsellik, iş bölümü,
aile içi şiddet), siyasi iktidar, din, çalışma yaşamı gibi konular
üzerine neler düşündüklerini anlamamızı sağlıyor.
En çarpıcı sonuçlardan biri, kadınların çok muhafaza­
kar, pek arzulanmayacak statülerine baş kaldırmak için çok
az hevesli bir grup oluşturmalarını getiren "geleneksel" değer­
leri benimsemeleri eğilimiydi. Aynı derecede önemli bir baş­
ka sonuç ise kadınların tutumlannda değişiklik yaratan öğre­
nimin, özellikle yüksek öğrenimin rolüydü.
Örneğin, kadınların önemli bir çoğunluğu (4/5) cinsiyet
eşitliği ilkesini savunuyorsa da bir seri basmakalıp gönüllü atı­
lıyorlar: "Kadınlar temizliğe, sanata, duygulara daha çok önem
verir" oysa ki erkekler "daha cesur, matematiğe daha yatkın,
zeki ve el işlerinde daha yetenekliler."
Otorite ve aile içi işbölümü üzerine düşüncelere gelin­
ce, farklı düşünenlerin arasında düşüncelerini uygulayabilen
çok seyrek sayıda olanlan saymazsak, kadınların üçte ikisi ai­
lenin geçim sorumluluğunun erkeklerde olduğunu, kadınların
ev ve çocuklarla ilgilenmesi gerektiğini düşünüyor. "Çift ara­
sında bir düşünce aynlıgı olduğu zaman son sözü kim söyler?"
sorusuna bunun koca olmadığı yanıtını veren yalnız yüzde
beşti. Aynı şekilde yüzde elli altısı kadının sessizliğinin, kavga­
yı bitirmenin en iyi yolu olduğunu düşünüyor. Yüzde yetmiş
dördü kocayı aile reisi olarak tanıyor ve yüzde yetmiş ikisi dı­
şarıda çalışmak için kocanın iznini almak gerektigini düşünü­
yor. Öğrenim seviyesi tabii ki yanıtlan değiştiriyor: Eger koca,
ögrenimsiz kadınlarda tartışmasız aile reisiyse ( yüzde 91),
ona bu ayrıcalığı üniversiteli kadınların yüzde 36'sı veriyor.
Ögrenimsizlerin yüzde 91 oranına karşı, öğrenimlilerin yüzde
24'ü çalışmak için izin istiyorlar.
Son olarak aile içi şiddetle ilgili, kadınlann yüzde 49'u
kocanın kansını dövm ek için meşru bir nedeni olabileceğini
düşünüyor. Yüzde 27'si bunu boşanma nedeni olarak görmü­
yor. Yüzde 41 'i en az bir kere dövüldüğünü itiraf ediyor. Yüz­
de 28'i bunu hak ettiğini söylüyor. Bir kocanın karısını döve­
bilmesine her durumda karşı çıkan kadınlar yalnız yüzde 16
oranında kalıyor. Öğren imsiz kadınlarda koca şiddetinin meş­
ruiyeti yüzde 8 0'e çıkarken yüksek öğrenim diplomalı kadın­
larda bu oran yüzde 10'a düşüyor.
Din ve uygulaması bu meşruiyete bir açıklama getirebi­
lir. Soru sorulan kadınlann yüzde doksan üçü ramazanda
oruç tuttuğunu ve yüzde elli beşi namaz kıldığını söylüyor. An­
cak onlar ibadet ediyorlar, köktendinci değiller. Kuran'da bu­
lunan, mirasın erkeğe kalanın yarısını kadınlann alması ya da
bir erkek şahite iki kadın şahitin denk olması kurallarını kabul
edenler yalnızca yüzde 20.
İstanbul kadınlan ailelerinden daha çok öğrenimli olsa­
lar da eşlerinden daha az öğrenimliler. Üniversite ya da yük­
sek teknik okul mezunu kadınlar yüzde 8 iken bu durumda­
ki erkekler yüzde 17 oranında. Oysa ilkokul diploması olm a­
yan kadınlann oranı yüzde 18 iken bu durumdaki erkekler
yüzde 6 seviyesinde. Kalan için, kadınların yüzde ellisinin
diplomaları var, bunların yüzde 10'u ortaokulu, yüzde 14'ü
liseyi bitirmiş.
İstanbul kadınlarının kökeni ise tutuculuklarını açıklı­
yor. Bu kadınların yüzde 55'i köylerde doğmuş ve üçte biri ise
en fazla yedi yıl önce İstanbul'a gelmiş. O halde, art arda göç
dalgaları sonucu "büyük köy" dedikleri İstanbul üzerine yapı­
lan bir anketin sonuçlarına şaşırabilir miyiz? Onları geleneksel
kültürden çıkarabilecek öğretimi almamış, vücutlan ve kimlik­
leri aile onurunu kaybetmenin büyük korkusu içinde ciddi bir
şekilde babalan ve kocalannın kontrolü altında olan, gelenek­
sel zorunluluklara her uymayışında şiddetle bastınlan kadınla­
rın genel tutumlarının ezilm ek ve tutuculuktan başka bir şey
olmasını bekleyebilir miydik?
Toplumsal Değişimin Etkeni Kadınlar
Bu anketin sonuçlan, ataerkil otorite altına giren iki gru­
bun, kadınlann ve gençlerin toplumsal değişimin ana etkeni
olduğunu gösteren başka araştırmalarla teyit edilmiştir. Böyle-
ce, tüm piyasa araştırmalan, kadınlann ve gençlerin "daha iyi
yaşama“ arzusuyla daha yüksek tüketim seviyesi için hareket
ettiklerini gösteriyor. Kadınlar, işlerinde enerji ve zaman tasar­
rufunu garantileyen beyaz eşya gibi dayanıklı tüketim eşyala­
rının alışverişi için ayrıcalıklı bir grup oluşturuyorlar. Genel
olarak söz konusu mallan edinebilmek amacıyla aile bütçesi­
ne katkıda bulunmak için çalışmak istediklerini ifade ediyor­
lar. Çok ilginç olaylann gelişimine tanık olduk; kadınlar arka­
daş gruplarında bu gereksinimlerini tatmin edebilm ek için
yardımlaşma gruplan kuruyorlar.
Aynca birçok anket, daha hoşgörülü bir toplum arzula-
nnı ifade edenlerin, toplumsal kontrolün sertliğinden yakınan­
ların arasında kadınlann ve gençlerin diğer toplumsal grupla-
nn önünde olduğunu gösterdi. Öğretime verilen önem de bu
arzuyla ilgili. Bir önceki bölümde sözü geçen anket gösteriyor
ki kadınlar daha iyi bir gelecek umuyorlar. Bunu kendileri ve
en azından kızlan için umuyorlar. Çünkü yüzde 72'si kızlann
yüksek öğrenimde erkeklerle eşit şansa sahip olması gerekti­
ğini düşünüyor, bununla birlikte, kabul ediyorlar ki “işsizliğin
bu seviyede olduğu bir toplumda, iş öncelikle erkeklere ayrıl­
mış olmalı.“
Bu, kadınlann kendi nesilleri söz konusu olduğunda ge­
leneksel ancak kızlannın kaderi için ilerici olduklarını gösteri­
yor. Aile planlaması ve doğum kontrolü ile ilgili tüm araştırma­
lar gösteriyor ki ikiden fazla çocuk istemeyenler kadınlardır.
Şehre gelir gelm ez doğum kontrolünün modern yollannı öğre­
nen ve çoğu zaman kocalan farkında olmadan uygulayanlar
da yine kadınlardır.
Diğer eğilimler, günlük yaşamlarını daha iyi kılma çaba­
larıyla, kadınlann tüm toplumun modernleşmesini hazırlayan
toplumsal hareketliliğin temel iticisini oluşturduktan düşünce­
sini geliştirmemizi sağlıyor. Bunlar eğitimli, hali vakti yerinde
olan kadınlardan çok, geçiş dönemindeki köy kökenli yeni
kentli, göçm en aileyi kente geldiğinde içinde bulunduğu iğre­
ti durumdan özellikle kalacak yer sorunundan kurtarma çaba­
larında bu dinamiği taşıyan kadınlardır.
Yazarlar yerleşimini değiştirmeyi yani toplumsal sınıf at­
lamayı arzulayan kadın için " apartman" ın, odanın ve "sa­
lon'un önemi üzerinde durdular. "Salon" kadının kent kuralla­
rına göre sahneye çıkabileceğini ve böylece kentli bir yerleşi­
m e taşınarak sınıf atlamanın imgesel bir rolünü oynayabilece­
ğini düşündüğü ayrıcalıklı bir yerdir. Diğer araştırmacılar, ge­
cekondulara yeni göçmenlerin yerleşmesi aynı kökten grupla­
rın toplumsal kontrolü güçlendiriyormuş gibi göründükçe ka­
dınların daha anonim toplumsal ilişkiler kurulan çevrelere git­
m e istekleri üzerinde durdular. O halde bu kontrolden kurtul­
mak ve daha çok bireysel özgürlük sağlayan alanlar edinmek
isteği kadınlar için hem kişisel bir güdülenme hem de aileyi
toplumsal katmanlaşmada yükseğe iten bir etmen oluyor.
Bu düşüncelerin toplamı kadınların geleneksel ataerkil
toplumun değerlerini benimseyerek kendi ezilmişliklerinin ilk
sorumluları olduklarını gösteriyor. Onlar daha çok hem tekrar
üretimin ve tutuculuğun hem de toplumsal değişimin ve mo­
dernleşmenin etmeni oluyorlar.

Feminist Hareket
Bu hareket, Türk toplumunda, 801i yıllarda yani Batı ül­
kelerine oranla on yıl gecikmeli, anlaması kolay nedenler yü­
zünden görece zayıf ve daha az örgütlü bir şekilde belirmiştir.
Kadınların ve onların özgürlüklerinin özleminin sözcüsü hali­
ne gelerek sivil toplumun modernleştiricisi rolünü oynamıştır.
Çoğunluğu İstanbul'dan gelen kadın örgütlerinin 1988
Şubatında Ankara'da kabul edilen bildirisi, aile, devlet, din,
öğretim, ordu ve medya gibi tüm toplumsal ve siyasî kuram­
ların kadınların “vücut, iş gücü ve kimlik sahipliğiyle" erkekle­
rin onlar üzerinde egemenliğini garanti altına almak için yarış­
tıklarını ileri sürerek ataerkil toplumun eleştirel analizini yapı­
yordu. Bu sorunların her biri için düzenlenen özel kampanya­
larla sorunlann net bir şekilde çözümlenmesinde kadınların
belirleyici rolü anlatılıyordu.
Bu yaklaşım Türkiye'deki toplumsal gerçeğin analizinde
büyük bir yeniliği sunuyor ve kadın hareketlerinin Türk toplu-
munda var olan tüm ideolojilerden kendini farklılaştırmasını
ve mesafelendirmesini sağlıyordu. Aslında, tarihî olarak kadı­
nın rolü ve kimliğinin her zaman ayrıcalıklı bir yeri olması ve
simgesel bir rol oynamasına karşın çoğu zaman farklı siyasî
eğilim sahiplerinin şiddetli tartışmalarında kadınlar kendileri­
ni hiçbir zaman tarihin bütün haklara sahip bir unsuru olarak
görmediler.
Türkiye'de kadınların ve hareketlerinin üç belirgin d ön e­
mi vardır: Osmanlı imparatorluğu nun son yıllan, cumhuriye­
tin kuruluş yıllan ve Kemalist dönem, 70’li yıllann başı.
Osmanlı reformlan dönem inde (1839'dan itibaren) o
güne kadar İslam kanunuyla (Şeriat) belirlenmiş olan kadmla-
nn rolü tartışması, aynı zamanda İslam ve Batı arasında fark­
lılaşmayı dile getiren modernlik ve gelenek arasındaki tartış­
malarda merkezî bir yer almıştır. Bu bağlamda, 1870 lerden
itibaren cinsiyetlerin eşitliği sorunu önemli bir konu haline
gelmiştir. Tartışma özellikle kadmlann giyimleri konusuna
odaklanmıştır. Çünkü bu gelenek ve modernlik arasındaki ko­
pukluğu somutlaştırmaktadır. O halde, tekrar keşfi, bugün fe­
minist hareket için önemli bir ipucu oluşturan gazeteleri, ku-
ruluşlan ve cesur eylemleri üreten kadın hareketinin gelişimi­
ne katılıyordu. Kadınlar o halde, öğretim ve iş haklannın hat­
ta siyasî haklannın tanınması için savaşmışlardı. Çokeşliliği ve
ataerkil aile içi yönetim ilişkilerini eleştirip reddetmişlerdi. Bu­
nunla birlikte, bu dönemin özgürleşme kavgalan ulusal Röne­
sans ya da imparatorluğun himayesi için siyasî kavgalar tara­
fından doldurulmuştur ve kadının rolü esas olarak ülkenin
ekonomik ve toplumsal gelişimine ve yeni nesillerin öğretimi­
ne katkısıyla algılanmıştır.
Cumhuriyetin ilk yıllan büyük reformların gerçekleştiril­
diği yıllar olmuştur. Bir önceki dönemin kadın hareketlerinin
isteklerinin en azından bir kısmının bile dikkate alınmaması­
nın olası olmadığı yeni bir rejim kurulmuştu. İşte böylece, İs­
viçre'den alman ve 1926 da Şeriatın yerine gelen Medeni Ka­
nun hukukî "kişilik olarak kadın erkek eşitliğini tanımıştır. Ay­
nı şekilde kadınlara seçm e seçilme hakkını tanıyan 1934 ana­
yasa reformu siyasa ve vatandaşlıkta eşitlik kuruyordu. İşte
bu önemli reformların ardından kadınların özgürleşmesinde
devletin rolünü yücelterek devleti feminist olduğuna inandır­
ma noktasında yeni bir söylev gelişmiştir. Kadın hakları, mo­
dernleşmenin, Batılılaşmanın simgeleri olarak devletin laik ve
demokratik doğasını başa koyarak anahtar bir rol oynuyordu.
Aslında demokratik ilkelerden uzak, tek partili bir rejim vardı.
Öte yandan yüzyılın başındaki hareketlerde çok aktif olan pek
çok kadın yazgıya boyun eğerek ya da cahillikle 1935 te aslın­
da yalnızca baskıcı bir ölçü olan, Türk Kadınlan Derneği nin
yasaklanmasından sonra, rejimin ideolojisi, "Kemalizm'i be­
nimsemek zorunda kaldı. Yanm yüzyıla yakın zaman boyunca
yatıştıncı bir söylev devletin feministliğini öne çıkardı. Bu, cin­
siyetlerin eşitliğinin ülkede bir kazanım olduğunu ve Türki­
ye'nin bu konuda Batılı ülkeleri geçtiğini ileri sürüyordu. Bu
söylev kadınlann üzerinde cesaret kinci ve caydıncı etkiler do­
ğurdu. 70'li yıllann önemi, 50-60'U yıllardaki görece demokra­
tikleşme, yavaş ekonomik gelişim ve toplumsal çeşitlenmenin
ardından Türk toplumunun bölgelerarası, toplumsal sınıflarara-
sı gelişmeme sorunlannı keşfetmesinden doğar. Bu sol siyasî
akımlar sayesinde gerçekleşmiştir. Böyle bir durumda cinsiyet-
lerarası eşitsizliğin keşfi de doğaldır. O zamanlar " kadın soru­
nu" olarak adlandmlan sorun yalnız kapitalizmin eleştirisine ve
sınıf çatışmalanna önem veren zamanın entelektüel ortamlan-
na hükmeden Marksist çerçevede konuşuluyordu. Onlar da ka­
dınların hareketliliğine yalnız sosyalizm savaşında yer veriyor­
lardı. Feminizm, "burjuva ve gerici" bir ideoloji olarak bir tabu
olmaya devam ediyordu ki bu bir kerede kadınlann kendi du-
rumlanna kendi gözleriyle bakmalannı engelliyordu.
İşte bu yüzden çağdaş feminist hareket Avrupa ülkeleri­
ne oranla on yıl gecikti ve görünüşte çelişkili bir şekilde ön si­
yasî hareketi yasaklayan 1980 darbesinden sonra belirdi.

Eylemler ve Kazanımlar
Feminist bilinçli ilk gruplar 1981 "in sonunda İstanbul'da
kuruldu. Kadınlar, ilk defa ulusçuluk, gelişmecilik ya da sos­
yalizm gibi erkekler tarafından kadın nedenini kendi amaçları
için kullanarak belirlenmiş yabancı sorunsalların dışında cin­
siyetlerin eşitliği, özgürlük ve kadınların 'kardeşliği" gibi so­
runları tartışmaya başladılar.
Feministler 1983'te haftalık "Somut” dergisindeki köşele­
ri aracılığıyla kendi düşünceleri ve yeni analizleriyle topluma
açılmaya başladılar. 1984'te kendi yayımevlerini kurdular. Ka­
dınların oluşturduğu grup bazı feminist klasikleri yayınlamala­
rını sağladı. Bunun yanında yayınevi çerçevesinde kurdukları
kitap kulübünde feminist konularda tartışmalar düzenlediler.
Feministlerin 1986'da yaptıkları ilk kamu eylemi, Türkiye'nin
1985'te onayladığı. Birleşmiş Milletler in Kadınlara Karşı Ayrım­
cılığın Kaldırılması Üzerine Sözleşme'nin yürürlüğe girmesini
talep etme amacıyfa açılan imza kampanyası şeklinde oldu.
1987'de dövülen kadınların durumunu protesto ama­
cıyla ilk sokak gösterisini yaptılar. Aile içinde kadına karşı şid­
dete duyarlılık ve bilgilendirme kampanyası başlattılar. Femi­
nist ve Kaktüs gibi gazeteler yayımladılar. Diğer kadın dergile­
rini ve tüm basını da birkaç yıl sonunda medyayı tipik cinsi­
yetçi yaklaşımın gözle görülür değişimini başlatacak şekilde
etkilediler.
1989'da kamuya açık yerlerde, iş yerlerinde ve aile için­
de cinsel örselenmeye karşı yeni bir kampanya başlattılar. Bu
kampanyanın zirvesi Antalya'da meydana gelen bir tecavüz
olayıyla ilgili olarak TCK'nın 438. Maddesine karşı bir eylem e
yol açmıştır, ilgili madde cezanın tecavüze uğrayan kişinin bir
fahişe olması durumunda üçte iki azaltılmasını öngörüyordu.
Çok etkin bir kampanya sonrasında açıkça ayrımcı olan bu
maddenin kaldırılmasıyla ilk hukuki başarılarını kazandılar.
Sonuç olarak feministler aile kanununun ayrımcı mad­
delerini ortaya koydular ve - aralannda köktenci ya da yıkıcı
olarak yargılanan gruplarla mesafeli olanların da bulundugu-
tüm kadın örgütlerini, 1926 Medeni Kanunuyla ortaya konan
sistemin 30'lu yıllardan itibaren özellikle Kemalistlerin savun­
dukları gibi cinsiyetlerarası eşitlik getirmediğine ikna etmeyi
başardılar. Medeni Kanunun, tam tersine, 152'den 159'a ka­
dar olan maddelerin kocanın "aile reisi" olarak karısı üzerin­
de ataerkil baskısının olduğu mükemmel bir sistem oluştur-
duklannı kabul ettirdiler. Tartışma kadının çalışmak için eşin­
den izin alması gerektigini söyleyen 159. Maddede yoğunlaştı
ve sonunda 1990'da Anayasa Mahkemesi, anayasanın kanun­
lar önünde cinsiyetlerin eşitliğini öngören 10. Maddesine ay-
kın olduğu yargısıyla bu maddeyi kaldırma kararı aldı. Ancak
mahkemenin bu karan tartışmayı yatıştıracağına daha yüksek
bir seviyeye itti; aile kanunun tamamının yenilenmesi talebin­
de birleşen kadın örgütleri bir imza kampanyası başlattılar ve
17 Şubat 1993'te Medeni Kanun un altmış yedinci yıldönü­
münde yüz bin kişinin imzasını taşıyan toplu dilekçe TBMM'ye
sunuldu.
Öte yandan, kadmlann hareketi, yerel mercilerin dayak
yiyen kadınlar için ilk sığmak evlerini, kadmlann kendi tarih­
lerine sahip çıkmalan amacıyla kurulan İstanbul Kadın Kütüp­
hanesi gibi başka kurumlan desteklemeleri için yaptıklan bas­
kılarda başanlı oldular.
Bu son başanlar, siyasi partilerin, Türkiye'de kadmlann
geleneksel oy kullanma tutumlarının değiştiğini fark etm ele­
riyle açıklanabilir. Kadınlar o zamana kadar eşlerinden ve ai­
lelerinden ayn bir siyasi ilgileri olduğunu sanmıyor, sonuç ola­
rak eşlerinden farklı birine oy atmıyorlardı. Bu davranış son
yıllarda değişm eye başladı ve siyasi partiler için bu yeni seç­
menin oylannı kapmak çok önemli hale geldi. Bu nedenle par­
tiler vitrinlerini, söylevlerini ve programlannı değiştirmek için
hızlı bir yanşa girdiler. İşte böylece, 1991 seçimlerinden son­
ra kurulan koalisyon hükümetinde ilk kez kadından sorumlu
devlet bakanının - bir kadın - değiştirilmesi öngörüldü ve
önemli bir bakanlık olan ekonomiden sorumlu bakanlığa,
1993 Haziran ında başbakan olacak olan başka bir kadın,
Tansu Çiller atandı. Kadınların siyasanın en üst derecesine
yaptıkları bu baskın, tabanda, kadrolarda ve partilerin adayla­
rında buna koşut olarak mecliste kadınlara konmuş yüzde iki
kotayı kaldırabilecek bir genişlemenin umudu oldu.
E g e r ş u a n d a d ü n y a d a y a l n ız d o k u z ü l k e d e b a ş b a k a n l ı k
k o l t u ğ u n d a b i r k a d ı n ı n o t u r d u ğ u n u v e elli yıllık p a r l a m e n t e r
y a ş a m d a t e m s i l e d i l e n k a d ı n l a r ı n a s l a y ü z d e ikiyi g e ç m e d i g i
Türkiye'nin bu alanda hiçbir özel performans göstermediğini
düşünürsek "Tansu Çiller olayı" daha yakından incelenmeyi
hak ediyor.
Tansu Çiller kendini toplumun yerleşik değerlerine bağ­
lı hissetmeyen ve onları değiştirmeye uğraşan modern kadın­
ların bir örneğini oluşturuyor. Yüksek bürokrasiden bir ailenin
tek çocuğu olarak dünyaya gelen Çiller Türk demokrasisi ya­
şında ve ABD'de ekonomi doktorasını içeren mükemmel bir
üniversite eğitimine sahip. Çok genç yaşında profesör oldu,
normların dışında olduğunu, öğrencilik yıllarında, eşinin soya­
dını almayıp - Medeni Kanundaki kural böyle - eşine mahke­
me kararıyla kendi soyadını vermesiyle kanıtladı. Ancak ken­
dini feminist olarak nitelendirmiyor. O ve işadamı olan eşi
toprak rantından elde ettikleri büyük bir servete sahip. Çiller,
siyasaya girdiğinde Türk siyasa dünyasında "şeffaflık" için
önemli bir adım atarak mal varlığını kamu oyuna beyan etti.
Siyasi geçmişi uzun değil. Doğru Yol Partisi'ne 1991 se­
çimlerinden az önce girdi ve İstanbul milletvekilliği adaylığı
DYP lideri Süleyman Demirel tarafından partisinin "vitrin"i ola­
rak gösterildi. DYP'nin Sosyal Demokrat Halkçı Parti (SHP) ile
koalisyonundaki ekonomi bakanlığındaki performansı çok
parlak değildi. Süleyman Demirel'i kınayarak istediği gibi dav­
ranamadığını ileri sürdü.
Cumhurbaşkanı Özal'ın ölümünden sonra hızlanan siya­
si değişim sürecinde delegelerinin yalnız yüzde altısı kadın
olan muhafazakar bir partinin başına olan adaylığı önce "folk­
lorik" olarak görüldü. Ancak Tansu Ç iller, neslinin birçok ka­
dını gibi cesur, gözü pek ve inatçı bir kişiliğe sahip. Medyayı
en iyi şekilde kullanmayı biliyor. Siyasadaki bıyıklı "m aço'ia-
rın arasında, sarışın güzelligi ve zarafetiyle medyatik bir olay
yaratıyor. Ancak bu imajın üzerinde durmak yerine, özellikle
televizyondaki açıklamalarında "Anadolu insanın gelenekleri­
ne bağlılığını ve saygısını" tekrarlamayı tercih ediyor. Ticaret
Odaları Birliği aracılığıyla Anadolu'nun küçük kentlerinin önde
gelenlerinden oluşan tabanıyla sağlam ilişkiler kurmayı başar­
dı. Basın, DYP'nin yeni genel başkanın seçimi için Ankara'ya
gelen "eşlerine Tansu Çiller'e oy atmak için söz verdiklerini"
anlatan taşralı delegelerin öykülerini yansıttı. Aslında, herkes
bir sonraki seçim süresinde -1994 yerel seçimleri -iktidardaki
partinin oylannın yükselmesinin - en azından sabit kalması­
nın- kadınların ve gençlerin oylarına bağlı olduğunu biliyordu.
Tüm bu nedenler yüzünden, diğer güvenilir adaylarla savaş­
mak zorunda kalmadan delegelerin oylarının üçte ikisini aldı­
ğı, 13 Haziran zaferi bir sürpriz olmadı. Ancak yine de son er­
kek kalesi olan siyasa dünyasında bir şok yarattı ve ataerkil
düzende zor kapanacak bir gedik açtı.
Tansu Çiller ve Margaret Thatcher arasında o sırada or­
tak liberal ekonom i anlayışı savıyla oluşan koşutluğa karşın
Türk başbakanı özgün bir siyasa izleyecektir ve önemli re­
formlar gerçekleştirecektir. Bunlardan ilki devlet tekelini kal­
dıran görsel-işitsel alanda çoğunluk kuran kanundur. Her so­
runa sivil toplumun, iktidar ve muhalefet partilerinin temsil­
cilerinin diyaloglarıyla bir fikir birliği arayan yönetim tarzıyla
önemli bir yenilik gerçekleştirdi. Ne olursa olsun başbakanlı­
ğı başarmış ya da yüksek enflasyon, iç ve dış borç, işsizlik ve
özelleştirm e gibi büyük ekonomik sorunlara rağmen ya da
Kürt kimliği ve kökten dincilik ya da siyasi kadrolara yenik
düşerek yerini terk etmek zorunda kalmışsa da siyasi felsefe­
sini ister paylaşsınlar ister paylaşmasınlar modernliğe adım
atan kadınlar için Tansu Çiller'in etkisi m odel olarak devam
edecektir.
Bugün özellikle iyi örgütlenmiş, yeni bir dişi bilinci olan
ve tarihte ilk kez yalnız kendi özgürlükleri için savaşan kadın­
ların Türkiye'de sivil toplumun modernleşmesinin önemli yö-
neylerinden biri olduğunu söylem ek herhalde abartılı olmaz.
Arabesk
Tan Oral

Her yıl yüz kırk bin trafik kazası, sekiz bin ölü, elli milyon do­
lar maddi zarar. Aynı zamanda yılda satılan iki yüz milyon kasetin yüz
elli milyonu fiyatları elli milyon dolan geçen arabesk müzik kayıtlı.
Ortak kültürün benzerlikleri ve çelişkileri.

Dar bir virajda hızla giden tekerleklerin ince sesi duyu­


luyor. Otomobil öne arkaya sallanıyor. Yolcular kenara dizil­
mişler. Yolun değişm ez kavisi, tekerleklerin çalkantısı, sürü­
cünün direksiyona yapışmış elleri ve gaza basan ayaklarında
maddeleşmiş iradesi... Bu öğelerin tamamı viraj boyunca sü­
ren çığlığın temel nedenini oluşturuyor.
Otuz ya da kırk yıldan bu yana Türkiye'nin büyük yolla­
rında duyulan bu ince viraj sesi arabaların radyolarında sus­
mak bilmiyor.
Türk sürücüsü kapıya yaslanarak, sol dirseğini pencere­
den çıkararak koltuğuna oturur, virajdaki mantarı ezerek ka­
set çaların sesini sonuna kadar açmaktan sınırsız bir zevk alır.
İşinde bir başarıyı ahlatmak için de 'köşeyi dönm ek' deyimini
kullanmaz mı?
İçi, köyden gelmiş kuzu postu, renkli incik boncuk ve
nazar boncuklarıyla kaplı son model arabasını ölüme kafa tu­
tarak ve trafik kurallarını hiçe sayarak kullanır. Bu sırada köy­
lü - kentli, arabesk - Batılı, piç bir kanşım olan seçm eci müzi­
ği dört hoparlörlü kaset çalarından dinler.
İşte tüm tartışmaların konusu olan ülkenin sosyo-eko-
nomik ve sosyo-kültürel değişim sürecini en iyi anlatan imge:
Trafik ve arabesk müzik.
Türkiye yollarında yılda sekiz bin kişinin ölümüne ve el­
li milyon dolar maddi zarara yol açan yüz kırk bin kaza oluyor.
Aynı zamanda yılda satılan iki yüz milyon kasetin yüz elli mil­
yonu arabesk müzik kayıtlı ve fiyatları yine elli milyon doları
geçiyor.

Bu dünyada huzur yok


Ölüm kaçış olur mu?
Öldür beni de Allah 'ım
Dinsin acım
diyor kasetlerden biri.
Acılarım dünyadan büyük

diyor başka ünlü bir şarkı. Nedir bu müziği dinleyen ve


üretenlerin bu kadar büyük acısı?
4 5 ierd e, ülkeye demokrasiyle aynı zamanda traktörün
de girmesinin ardından on iki bin yıllık eski köylülük sarsıldı
ve şehirlere doğru savrulmaya başladı. Qöç bugün hâlâ de­
vam ediyor. Eskiden nüfusun yüzde on beşinin yaşadığı kent­
lerde bugün ülkenin kadın ve erkeklerinin yarısı yaşıyor. Bu
binlerce kadın ve erkek kentlere kendi yaşam tarzları, kültür­
leri ve müzikleriyle geldiler. Gecekondular kurdular ancak
çağdaş kent kültürüyle karşı karşıya kaldılar. Bu keskin virajı
büyük şikayetlerle almak zorunda kaldılar. İtildiler, dışlandı­
lar, aşağılandılar ve yalnızlıktan çektiler. Geleneğin ve mo­
dernliğin, köy ve kentin hatta Dogu ve Batının bütün uyumla
ilgili çatışmalarıyla yıpranarak yaşadılar. Beraberlerinde getir­
dikleri müzik kentte buldukları acılarını ne dindiriyor ne de
onları teselli edebiliyordu. Acılar dünyadan büyüktü. Bu acıla­
rın, bu sorunların sanatsal ifadelere yansımaması, tekrar üre-
tilmemesi olanaksızdı.
Hayatım karardı
Şikayetimi dinler misin?
Bilinmeyende kayboldum
Elimden tutar mısın?

Bu gibi sözcükler kolay söylenemezler. Arabesk müziğin


en ünlülerinden biri olan Orhan Gencebay arabesk müziği
şöyle tanımlıyor: "Arabesk müzik, Batının tüm olanaklarının
ve özgün bir yorumun eklendiği çok ustalıklı müzik ile Türk
halk müziğinden yapılan yeni bir tarzdır."
İlk başlarda, bu yeni müzik eski kent kültürünü tutanla­
rı şaşırttı ve tepki topladı. Çünkü bu müzikte ustalıklı müziğin
ve Türk Halk Müziğinin yapısal tutarlılığı ve belirliliği yoktu.
Hem de Arap müziğinin izlerini taşıyordu ki bu yüzden basın
ona arabesk' adını verdi. Bu terim gittikçe kötü bir anlamda
zevksizin eşanlamlısı olarak kullanıldı. Buna karşın, halkçılar
için bu sözcüğün olumlu bir anlamı vardı. Arabesk şarkıcılar
halktan doğduklarını söylemiyorlar mıydı?
'Arabesk' sözcüğüne yüklenen anlam zamanla gelişti ve
varoş insanlarının, yeni kentlilerin kültür ve yaşam tarzlarını
nitelemek için kullanılır hale geldi. Geleneksel kent kül­
türünün beslenme, içki, giyim, iletişim, mizah, zaman ve m e­
kan kullanımı alanındaki değişimine katkıda bulunan tüm
özellikler bu terimle nitelendirilmeye başlandı. Köyden gelen
kültür büyük kentte kuruldukça onu öylesine değiştiriyordu ki
bir kitle kültürünün oluşumundan konuşulmaya başlandı.
Peki arabesk özgün şeklini nereden alıyor? Bu müziğe
Arap etkisi nereden giriyor?
Batılılaşma isteğindeki bir Türkiye'de, Batı etkisi yaşam
tarzı kadar müzikte de bir ikilem yaratıyor. Bu ikilem eski te­
rimlerde alaturka' ve alafranga' olarak ifade ediliyordu. Genç
cumhuriyetin baskın sınıfları düşmüş Osmanlı İmparatorlu­
ğunun mirasını, alaturka deyimiyle gerici kabul edilen her şe­
yin simgesi anlamını yükleyerek, küçümseyip, reddediyordu.
O kadar güçlü bir kanı vardı ki 1934'te Devlet Radyosunda
Türk müziği yasaklandı. Bunun üzerine, makam müziğine alış­
mış kulaklar çok geçm eden Arap radyolannı dinlemeye başla-
di. Bu yasak çok uzun zaman sürmedi ancak 5Q'li yıllardan iti­
baren Türk toplumu tarafından çok beğenilen Mısır filmlerinin
temel malzemesi olan Arap müziği Türk bestecilerini etkile­
meye devam etti. Böylece Arap müziğinin temaları Türk kulak­
larında iz bırakmış oldu.
İstanbul'da alaturka müzik yapan ya da dinleyenlerin
arasında kendi halk müziklerini, operetlerini ve daha sonra
tangolarını ve rumbayı karıştıran Türklerin, Rumların ve Erme-
nilerin bulunduğunu anımsayalım. Mülteci topraklan olan
Anadolu'nun halk müziğinde görülen bölgesel değişikliklere
koşut olarak Arap müziklerinin olduğu kadar Azeri, Gürcü,
Acem, Hintli, Yunan ve Balkan müziklerinin de izlerinin oldu­
ğunu bilelim. Ancak o zaman, binlercesi yollara atılmış, yan
feodal bir hayattan kapitalist topluma doğru giden, toprakla-
nndan vazgeçmiş, hareketli hayatlanyla kentleri sallayan bu
insanların acılarını, umutlannı, yoksulluklannı, yoksunlukları­
nı anlayabiliriz. Bunun yanında toplumsal başkaldırılannı an­
latan böyle bir müziğe ne kadar büyük gereksinimleri olduğu­
nu kavrayabiliriz. Arabesk, bir şekilde bu gereksinime bir ya­
nıt oldu.
İlginç olan kentli eski baskın sınıfların uzun süre arabes­
ki reddetmiş olmalandır. Onlar bu müziğin ritimlerini ve söz­
lerini küçümsediler, uzun yıllar boyunca ulusal radyoda yayın­
lanmasını engellediler. Bir Kültür Bakanı arabesk müziğin
üzüntülü ifadesinin topluma zararlı olduğu kanısını bile dile
getirdi. Acısız arabesk bestelem eye koyuldu ve bu yüzden
alay konusu oldu.
Günümüzde özel televizyon kanallannın ve radyoların,
elektronik dinleti yollannın, kaset sanayisinin hızla çoğalması,
her türlü müziğin üreticilerini, yaymcılannı ve dinleyicilerini
hareketlendiriyor. Kavise giren tekerleklerin tiz sesi, kendi
ekonomik koşullan kadar ülkeninkini de iyileştirmeye çalışa­
rak yavaşça virajı dönen seyyar satıcılann işlevsel sesinde yer
ediyor. Oto radyolarında avazı çıktığı kadar bağıran arabesk
müziğe koşut olarak sebze, meyve ve tüp gaz satmak için ara­
besk melodili bağırışlar da duyuluyor. Bunlar büyük kentlerin
bütün sokaklannda çınlıyor ve bugün bu müzik macerasının
sentezini ya da geçici çözümlenmesini simgeliyor.
DEĞİŞEN
TARİH
Tarih Yaratma
Étienne Copeaux

İslam ve İmparatorluk geçmişi ile bağlarım koparmaya kararlı,


kendine bir meşruluk yaratma zorunda olan Kemalizm, kafasında Or­
ta Asya'dan gelen Türklerin evrensel uygarlığın atalan olduğu şeklin­
deki mitsel bir geçmiş kurdu.

Cumhuriyetin yüksek kişiliklerini ve görüşmelerin nere­


deyse tümünü izleyen Mustafa Kemal'in hazır bulunduğu bi­
rinci Türk Tarih Konferansı 1932 Temmuz unda Ankara'da, tö­
renle toplanıyordu. Bir devlet başkanının bir kongreyi açması
olağansa da bütün bir hafta orada hazır bulunması sıradan d e­
ğildir ve bu basit olay Türkiye'de cumhuriyetin ilk yıllarında ta­
rihsel olaylara ne kadar önem verildiğini gösterir.
Deredeyse tümüyle tarih öncesine ve eski tarihe aynlan
bu kongre, Türk tarih yazımına getirilen köklü değişimi gözler
önüne serer.
XX. yüzyılın başlarına kadar, bir Türk kendini Müslüman
olarak tanımlardı: "Allah'a şükür, Müslüman'ım. " Bu kimliksel
öge, Osmanlı döneminde sultan, aynı zamanda Müslüman
topluluğun halifesi, dinsel başkanı olduğundan, çok daha güç-
lüydü. Osmanlı İmparatorlugu'nun çok budunlu olması, günü­
müzdeki anlamıyla "bir ulus" tanımına hiçbir şekilde uymuyor­
du ve geçmiş Türklerin değil, ama Müslümanların, yani kaba­
ca Arapların geçmişi olarak algılanıyordu.
1923'te ilan edilen cumhuriyet rejiminde, tarih öğreti­
mi, birçok zorunluluğa uyarlanmak ve cevap vermek zorun­
daydı. İlk olarak 1918 galiplerinin yerdiği Türk kültürünün de­
ğerini arttırması ve Türkiye'nin dışarıdaki kötü imajının incitti­
ği Türk onurunu uyandırması gerekiyordu. AvrupalI ussallığın
ve pozitivizmin bir mirasçısı olarak sunulan modern, cumhu­
riyetçi ve laik Kemal'in reformları sayesinde bu imaj 20'li yıl­
larda düzelmeye başlıyordu.

Sonra bir ulus kurulduğuna göre, yabancı bir tarihi, İs­


lam ya da Avrupa tarihini öğretmeye devam edilmesi kabul
edilemezdi. Ulusal geçmişi yeniden bulmak gerekiyordu, ama
hangi geçmişi? Türkler, dokuz yüz yıldır Anadolu'da yerleş­
mişlerdi; halk olarak kendi tarihleri vardı ve kendi tarihi olan
topraklar üstünde yaşıyorlardı. Orta Asya'dan gelmişler, orada
yerleşip kalıcı olmuşlar, Anadolu'yla evlenmişlerdi. Bu evlilik­
ten doğan çocukların (Günümüz Türkleri) yiğit olması için, o
topraklardaki ailelerin de öyle olması gerekiyordu. Dolayısıy­
la, Asya geçmişinin değerini yükseltmeye, yeni keşfedilen
İyonya, Urartu, Acheens ve özellikle Hitit Anadolu eski uygar­
lıkları için yapılana benzer bir işlem eşlik etmeliydi.

Asya'nın Keşfi1
Bu tarih yazımını yeniden keşfetme hareketi, Rus faktö­
rünün çok önemli olduğu bir koşullar demetinin bir sonucu­
dur.
İlk olarak, Orta Asya hanlıklarının (özellikle, 1873'te,
Aral Denizi nin güneyindeki Hiva) Ruslar tarafından alınması,
XIX. yüzyılda, Konstantinopolis halife sultanına Müslüman da­
yanışması çağrıları yapılmasına yol açtı. Türk aydınlar Karade­
niz'in kuzeyindeki ve Hazar ötesi ırkdaşlarının" varlığının bi­
lincine varırlar. Müslüman ümmetine değil, ama alanı hiç de
Osmanlı İmparatorluğunun içinde olmayan bir buduna aidiyet

1 V.V. B arth old 'u n bir eserin in adı: La D é c o u v e rte d e l'A sie , H is to ire d e l'o r ie n ­
ta lis m e en E u ro p e e t en Russie, (A sy a 'n ın K eşfi, Avrupa v e R u sya'd a Şarkiyat
T arihi.) B asile d ik itin e tarafınd an R u sç a 'd a n çe v rilm iş v e açık la m ala r ko yu l­
m uştur. Paris, Payot, 1947. sy. 3 6 7
duygusu olarak Pantürk duygunun hareket noktası budur. Bu
duygunun ilk ifadelerinden biri, Ali Suavi'nin Hiva hanlığının
durumu üstüne bir eserinde görülür.2

Yine 1873'te, Paris'te yapılan ilk Uluslararası Şarkiyatçı­


lar Kongresi'nde, bir yazar ve gezgin olan Leon Cahun "Turan­
lI Denilen Tarih Öncesi Irkların Yerleşimleri ve Göçleri" başlık­
lı bir bildiri sunar. Avrasya'nın ortasında bir içdenizin yer aldı­
ğı bir harita gösterir. Buradan değişik yönlere çıkan büyük ok­
lar, TuranlIların kıtanın çevresine yaptıkları göçleri gösterir.
Altmış yıl sonra, Ankara Kongresi'nde tartışmanın asıl konusu
bu olacaktır. Büyük bir Türksever olan Leon Cahun, Paris'teki
Osmanlı aydınlarıyla dostluklar kurar; onların sayesinde Türk
tarihi üstüne düşüncelerinin etkisi olağanüstü uzun olacaktır:
O haritanın değişik biçimleri okul kitaplarında hâlâ vardır.

Sömürge fetihlerinin tamamlanmasıyla birlikte, Rus Tür-


kolojisi gelişmiş ve bu Türklerin geçmişlerinin bilincine var­
masında kesinlikle bir atılım sağlamıştır. Bu Rus ve Osmanlı
İmparatorlukları arasındaki sınırlan aşan bir ağın oluştuğu dö­
nemdir. (Özellikle Kazan, Kınm ve Bakû bir yanda, İstanbul
öte yanda). Aydınlardan, Abdülhamit rejiminden kaçan siyasî
mültecilerden ya da Saint Petersbourg, Berlin, Paris'teki üni­
versite öğrencilerinden oluşur. Türk alanıyla ilgili XIX. yüzyılın
arkeolojik ve dilbilimsel buluşlarını çok benimserler ve hatta
bazılan çok başarılı araştırmacılardır. Rus, Finli, Fransız, Al­
man bilginlerle... ve Türk dünyasının başka bölgelerinden
araştırmacılar ve üniversite öğrencileriyle bağlantılar kurarlar.
Bu genç OsmanlIlar ve aralarında Leon Cahun'un da bulundu­
ğu çoğunlukla Türksever Türkologlar arasında verimli buluş­
malar olur.

Orhun Anıtları: Türklerin Belleği


Moğolistan'da Baykal Oölü'nün güneyindeki Orhun böl­
gesinde, çok sayıda taş yazıtların bulunmasının ve deşifre
edilmesinin önemini kavramak için bu bağlamı bilmek gere­

2 Ali Süavi, H ive t i M u h a rre m 1 2 9 0 ("M art 1873 H iva "), Paris, 1 8 73
kir. 1893'te bulunan bu metinler, VIII. yüzyılın başlarından
kalmadır ve yazılı Türk Dili'nin bilinen ilk örnekleri olarak sap­
tanırlar. Birçok Türk'ün coşku içinde ulusal duygu gibi bir şey
görmek istedikleri gelişmiş edebî bir dilde, Türk hanlarının tö­
renlerde halklarına bildirdiklerinden oluşmaktadır. Türklerin
edebî dillerinin eskiliğinin, devlet biçiminde örgütlenmeleri­
nin, tek tanrılı inançlarının ve özellikle Orta Asya kökenli ol­
duklarının kanıtı olarak görülen Orhun Amtları'nm içeriğinin
yayılmasına ve tez yorumlanmasına devir çok uygundu. Türk-
ler, tarihlerinin çok önemli bir döneminde, birdenbire gerçek
geçmişleri, kültürel kişilikleri, kökenleri, kısacası ö z kimlikle­
riyle karşılaşırlar.
Ondan beri işler hızla ilerler: Thomsen'in3 çalışmaları
Cahun'un4 hemen Türkçe'ye çevrilen5 bir tarih eserine temel
olur. XIX. yüzyıl sonu, Türkiye'de, Türk tarih yazınında bir açı­
lım dönemi olmuştur. Necip Asım, Süleyman Paşa ve ünlü
toplumbilimci Ziya Gökalp Cahun'un eserine büyük ilgi duyar­
lar. 1910-1914'e doğru, Gökalp bu "yeni geçmişten" esinle­
nen çok sayıda şiirler yayımlar.

Rus siyasetindeki çalkantılar (1905-1907) genellikle de


Rus Türkoloji bilgilerinin yayılmasında vektör görevi gören Ta­
tar ve Azeri aydınların ve Türkçe konuşan yeni siyasî sürgün­
lerin, İstanbul'a gelmesine yol açar. Azerbaycan, Kınm, Ka­
zan, Başkırı, Türkistan geçici cumhuriyetlerinin sabık yönetici­
leri olarak, İslam'da ilerici, reform yanlışıdırlar ve güçlü bir
Türk ulus bilincinin6 taşıyıcısıdırlar. Bunlar içinde Başkır Sadri
Maksadov (Arsal)7, Tatar Zeki Velidov (Togan), 20'li yıllarda ge­
len Kemalist kültür devriminin aktörleri, tarihçiler sayılabilir.

3 V ilh elm T h o m s e n , Inscriptions de l'O rkhon déchiffrées (Deşifre Edilmiş Orhun


Anıtları), H els in g fo rs , Fin E d eb iya t D ern e ğ i B asım evi, 1896, sy. 22 4
4 L é o n C ah un, Introduction à l'histoire de l ’Asie. Turcs e t Mongols des origines
à 1 4 0 5 (Asya Tarihine Oiriş. K ökenlerinden 1 4 0 5 'e Kadar Türkler ve Moğollar),
Paris, A rm a n d C olin , 1896 xııı- s y .5 1 9 A tatü rk'ü n d e n otlar düştü ğü eser.
5 İlk Türk T ü rk olo gu N ec ip A sım ın ( 1 8 6 1 -1 9 3 5 ) 1 8 9 9 'd a yap tığı çeviri.
6 XIX. yüzyılın ikinci yarısında, K a za n 'd a k i ayd ınların yaşam ı ile ilgili ola ra k bakı­
nız A le x a n d r e B en n igsen , C hantai L em e rc ier- Q u e lq u e ja y , Sultan Galiev, le p è ­
re de la révolution tiersm ondiste (Sultan Q a liev, Ü çüncü Dünyacı D evrim in Ba­
b a sı), Paris, Fayard, 1986, sy. 3 0 5
7 Sözünü ettiğim iz kişiler bugün daha ç o k p aran tez içindeki soyadlarıyla tanınırlar
1908 Genç Türk Devrimi, Türklük bilincini güçlendirdi.
1918 bozgununun utancı, Almanya'da olduğu gibi bir onur
canlanmasına yol açacaktır. Birkaç yıl sonra, olağanüstü aske­
rî canlanma ve cumhuriyetin kurulmasından sonra, Mustafa
Kemal'in tek isteği, Türkiye'ye yeni bir tarih, bir Türk tarihi,
Arapça ve Farsça'dan kurtulmuş yeni bir dil vermektir. Halife­
liğin kaldırılması, cumhuriyetin laikleştirilmesi, baasçı daha
sonra Masırcı8 tipte Arap ülkelerinde olduğu gibi, artık Müslü­
man değil ulusal kimlikçi bir söylemin benimsenmesini doğur­
muştur.

Biraz benzer bir kültürel süreç Rusya'da yaşanır; belki


Batı Avrupa'nın kısmen dışlayıcı tavnndan, Asyalı değerlere
bir kapanma görülür: Söylemiyle Rus tarihinde Asyalı geçm i­
şin ağırlığını üstlenen "Avrasyacı"9 denilen bir hareketin yeni­
den doğuşudur bu. Zaten, bu hareket, önceki yılların tama­
men tarih yazımıyla ilgili kaygılarıyla birleşir ve "Avrasyacılık"
gücünü "Asya'nın keşfinden" alır. Bütün bu hareketler bir ama­
ca yönelik olsa da Bakû ile Ankara arasında bir rekabet do­
gmasını önleyemez.

Ankara mı Bakû mü?


Türkiye'de yaşayan Ayaz İshaki adında bir Tatar mülte­
ci, Ocak 1926'da Türk ve Tatar halkları için ortak bir kültürü,
dillerin birleştirilmesini ve "Türkçülüğün merkezinin Angora,
Sivas ya da Erzurum'a taşınmasını"10 salık veriyordu. Ama As­
y a l I geçm işe ilgi, Mart 1926'da ilk Bakû Türkoloji Kongre-

si'nde“ somutlaşır. Amaç, Bakû'yü Türkçe konuşanlar dünya­


sının entelektüel başkenti yapmaktır ve bu kongrenin Ba-
kû'de toplanması, Türk Türkologlar için ve İstanbul'daki etki­

8 Bkz. G a d a S ilb erm an n , "N a tio n a l Id en tity in N a s se ris t Id e o lo g y ", A sia n a n d A f­


ric a n S tu d ie s , cilt:8 , sayı: 1, 1972, sy. 4 9 -85
9 Bkz. G. n iv a t "P a n m og olcu lu k ta n A vrasya H a re k e tin e E d eb î b ir T e m a n ın T a ri­
hi", Rus ve S o v y e t D ünyası D e fte rle ri, VII, 3. 19 66 , sy. 4 6 0 -4 7 8
10 Bkz. J o s e p h C asta gn e, L e c o n g re s d e T u r c o lo g ie d e B akas e n Mars 1 9 2 6 "
"M art 1 9 26 Bakû T ü rk olo ji K o n g re si RMM. LXU1, 1926, sy. 15-126
1 1 A .g.e.
li Kazan Tatarları için bir başarısızlıktır: Türkçülüğün entelek­
tüel merkezi artık Anadolu dışında bulunmaktadır. Bakû'de
30'lu yıllarda Kemalist kültür reformlarının gündeminin ne
olacağı tartışılır. Orhun Anıtları için bir sergi açılır. Kolaylıkla
anlaşılır bir dilde, eski Türk tarihinin kaynaklannı yayınlama
önerisi yapılır ve Baku bir incelem eler müzesini somutlaştıra­
cak büyük bir Türkoloji ve etnoloji merkezi haline gelmelidir.
Elbette, katılımcılar Mustafa Kemal şerefine kadeh kaldırırlar,
ama Stalin onu açık bir şekilde arkada bırakmıştır: Bakû'de,
bütün Türk dillerinin çeviri yazı dizgesi geliştirilir. Türkiye'de
kongreye katılanlann (F. Köprülü ve Hüseyinzade Ali) dönme­
leri dört gözle beklenmektedir ve sunacakları raporun hükü­
metin kararlarında ağırlığı olacağı hissedilmektedir.
Bir kültürel Türkçülük şevki, geçmişi yeniden bulma coş­
kusu, "gerçek Türk diline” ulaşmak için "halka dönüş" istenci,
hasılı Ankara'nın 1928'den 1932'ye kadar yaşayacağı her şey
Bakû'de hüküm sürer. Aynı sorular sorulur. Hangi alfabe be­
nimsenmeli? Bunun kültürel sonuçları ne olur?12 Daha
1863'te, alfabe sorunu ilk defa Türkiye'de değil, Azerbay­
can'da görüşülür. Daha kongreden önce, Bakû'de, bir Latin al­
fabesini yayma komitesi çalışmaktadır. Kongre tarafından bir
alfabe önerilmesi, Bakû'nün 1928'de Latin alfabesini benim­
seyecek olan Ankara'dan önde olduğunun somut bir örneğidir.

Kemalizm, daha sonra, Türkiye'nin ilk laik Müslüman


cumhuriyet olduğuna inandırmayı başarır. Ama Kazan Baku,
Kırım Aydınlan çok öndeydiler ve bu düşünceleri Türkiye'ye it­
hal eden onlar olmuştur. Kaldı ki Azerbaycan bu öncülük ro­
lünde yalnız değildi: Geçici Kınm Tatar Cumhuriyeti Anayasası
(1918), kadın ve erkek oylannın eşitliğini ön görüyordu.13 Do­
layısıyla, Bakû kongresi, Türkiye'ye bir meydan okumadır ve
Sovyet Devleti Türkolojiye verdiği destek planında ileridedir.

12 Başkırlar. Latin a lfa b es in i h e m e n b e n im s e d ik le ri h a ld e. K azan Tatarları, haklı


o la ra k b eş yüzyıllık e d e b î m irası k a y b e tm e korkusuyla d a h a sa kın ım lı d a vra n ­
dılar; bu halklar Tü rk iye'n in yak ında y aşaya ca ğı soru nları d ah a ö n c e yaşarlar
Bkz. J. C asta gn e, anılan m ak ale.
13 Kırım Tatarları A nayasası ( 16 Aralık 1917) C a fer S e y id a m e t'in kitabı la C rim ée,
passé, p ré s e n t R e v e n d ic a tio n s d e s Totars d e C rim é e (Kırım , G e ç m iş v e Şim di
Kırım Tatarlarının T a lep leri), Lausann e, 1921, sy. 114-117, Fransızca ola rak
yayım landı.
Adem Türk müydü?
Kemalist dönem Türkleri, sadece Batılı bilginlerden nö­
beti devralabilir, araştırmaları ilerletebilir ve Türkolojiye - bu
yeni - ve gerçek kimlik arayışı döneminde pekala anlaşılabilir
'ulusal" bir nitelik kazandırabilirlerdi. Baku ile rekabetin bir
sonucu mu? Yoksa Türkler açısından bir vaat furyası mı oldu?
Kemalistler arkeoloji ve tarihin sonuçlan ve vaatleriyle yetin­
meyi bilmediler. Baku Kongresini izleyen yıllarda, Türkiye'de
bir yandan resmi bir tarihsel araştırma kurumu, öte yandan,
Cahun'un kitaplarından beslenen Ziya Gökalp'in romantik ha­
yallerinin etkisinde bir artış görülür.
Türk tarih yazımı buluntulan, bilineni (Orhun Anıtları gi­
bi) işlemekle yetinmeyecektir. Bilinmeyeni, arkeolojinin ve ta­
rihin kararsızlıklannı ustalıkla işleyecektir. Sümerler, Etrüsk-
ler, Giritliler, Hititler gibi yeni keşfedilen bazı uygarlıklann kö­
keni sorun çıkarmaktadır. Daha genel anlatımla "neolotik dev­
rimin" nasıl yapıldığı, insanın Hindistan'da Mezopotamya'da
İÖ 400 0'e doğru Mısır'da ve Avrupa'da gerçekleştirdiği kesin
gelişm eler doğru dürüst açıklanmaz.

Büyük oğul Rosny'nin basitleştirici romanlannın göster­


diği gibi, bilimsel çevrelerde je o lo ji ile tarih öncesi sınınnda-
ki konulara karşı ilgi çok artar. Leon Cahun'un izinde, son buz
tutma sonrası Orta Asya'yı kaplayan engin bir iç denizin sınır­
ları belirlenmeye çalışılır. Çeşitli basitleştiriciler bunun kartla­
rını çıkanriar ve ünlü H. G. Wells, Evrensel Tarih Taslakla-
r/'nda (1925) bundan söz eder. Bu eser, daha 1927'de Milli
Eğitim Bakanlığınca Türkçe'ye çevrilir.

Nitekim, Türk Türkologlar, bu göl kıyısında diğerlerin­


den çok ileride, gelişmiş özgün bir uygarlık hayal ederler. Türk
halklarının çok geniş ölçekteki göçlerini bu gölün binlerce yıl
önce kuruması açıklardı. Böylece, Kemalist tarihçiler bir tür
kumdan Atlantis düşlemeye başlarlar. Ulusal coşku hayal gü­
cünü aklın dışına taşır. Leon Cahun'un 1873'te yayılan düşün­
celeri yeniden kullanılacaktır. Brakisefal (kısa kafalı) ırktan
olan Türkler, dillerini ve kültürlerini çok uzaklara, kıtanın sı­
nırlarına kadar taşıdılar. Bu tarih tezleriyle, Sümerlerin kökeni
sorununun çözüldüğünü düşünürler ve Çinlilerin, Hintlilerin,
Mısırlıların ve neolitik devir AvrupalIlarının gerçekleştirdiği ge­
lişmelere bir açıklama getirildiğine inanırlar.

Cahun buna çoktan dilbilimsel kanıtlar getirdiğine inanı­


yordu. Türkler onun fikirlerini yeniden ele alırlar ve daha ileri­
ye götürmek isterler. Dolayısıyla, Türk dillerinin ve Hint Avru­
pa dillerinin ortak bir gövdenin dallan olduğunu kanıtlamak
ve Türkçe'den yola çıkarak, dünyadaki bütün dillerin kökeni­
ni açıklamak gerekecektir: Bu, 30'lu yıllann ortalannda dile
getirilen Güneş - Dil kuramıdır. Tarih Tezleri ve Güneş- Dil ku­
ramı bu dönemin Kemalist aydınlarını seferber edecektir: İlk­
çağ tarihi, eski tarih, dilbilim, antropoloji başat bilimler hali­
ne gelir.

Dünyayı Türk kökeniyle açıklama, Anadolu tarihi, "soru­


nuna dünürlük, (belle-famüle)" da çözer. Dokuz yüzyıldan be­
ri Türkler orada yaşamaktadır, ama Ermeni sorunu bilinen
hoyratlıkla halledilmişti. Yunanlılar toprak talep ediyordu ve
1919'da Batı'ya yönelik askeri işgal girişimini başlattı. 1922
askeri zaferi, arkasından mübadele Atatürk'e yetmiyordu.
Ezeli düşmanı yendikten, püskürttükten, dışarı attıktan sonra
Anadolu'nun Yunanlılar gelm eden önce Türk olduğunu kanıt­
lamak için Yunanlılann elinden ulusal taleplerinin tarihsel te­
mellerini almak gerekiyordu.

Türk ulusçuluğu arkeolojiden yarar sağlayacaktır:


1930'da, Hititler iyi tanınmaya başlar (Boğazköy Kazılan
1906'da başlar). Ama dil sorunu hala karanlıktadır ve döne­
min bilginleri, bilinen eski dillerle hiçbir tutarlık bulamazlar.
Türk dilbilimciler bu gediği dolduracaklardır. Hititlerin Orta
Asya'dan göçle gelmiş eski Türkler olduğunu ilan etmek doğ­
rusu imrendiricidir. Dilbilimin Hititlerin Hint-Avrupalı oldukla­
rını kanıtlamak üzere oldukları hiç de önemli değildir; nasıl ol­
sa, 1936-1937 arasında Güneş - Dil kuramı bütün dillerin
Türkçe'den çıktığını açıklayacaktı.

Kemalist tarihçiler, bilimsel bilginin hem ilerlemelerini,


hem karanlık noktalannı kullanarak, artık OsmanlIlara değil,
Türklere şanlı bir geçmiş verme zorunluluğuna cevap veren
"yeni bir geçmiş" uydururlar. İslâmî geçmişten kopma, kuşku­
suz tamamlanmıştır.

Tarihe Hükümet Darbesi


Kemalistler neolitik göçleri kanıtlamak için, dönemin
başlıca paradigmalarından biri olan ırk kavramına başvurur­
lar. Avrupa'da çok moda olan sonuçlarını bildiğimiz ırkçı ant­
ropoloji Türk aydınlarını büyüler. Türk Derneği (1908), arka­
sından amacı ulusal eğitimi ve İslam'ın en ileri halkı Türklerin
toplumsal ve bilimsel düzeyini ilerletmek ve Türk ırkını ve di­
lini iyileştirmeye çalışmak olan Türk Ocakları (1912), bu
"Türkçü" düşünceleri yayacaklardır. Reşit Saffet (Atabinen)'in
küçük yapıtı Türk Ocakları Fransızca olarak okunabilir. Tama­
men Cahun'un etkisinde kalmıştır ve Türklük bilinci üstüne
odaklanmıştır. Köken onuru, ırk onuru, kimlik kaybından ko­
ruyan dilin yetkinliği. Hareketin kuramcısı Ziya Gökalp 1924
yılında ölür, am a Türk Ocaklılar savaşın ve imparatorluğun çö­
küşünün ötesinde, Kemalist devrime kadar bu fikirlerin d e­
vamlılığını sağlarlar. 1930'larda kırk ya da altmış yaşlannda-
dırlar ve 1900'lere doğru doğmuş genç Kemalist kuşaklar ta­
rafından silinmişlerdir. Genç bir hanım tarihçi olan Afet İnan
(1908-1985) Türklük bilincinin oluşmasında önemli bir rol oy­
nayacaktır. Atatürk'ün manevi kızı, serbest aydın kadının ilk
örneği olduğu gibi yeni Türkiye'nin de gerçek temsilcisidir.
Tarihsel konularda Atatürk'ün sözcüsü olarak kabul
edebileceğim iz Afet İnan, 1930'da tarihsel araştırmalar için
bir Türk Ocakları komisyonu kurulmasını sağlar. Bu komisyon
sıkı bir şekilde cumhurbaşkanlığınca denetlenir ve bütün Ke­
malist aydınlar, özellikle "Ruslar" (1932 Tarih Kongresine baş­
kanlık eden) Akçura ve Sadri Maksudi (Arsal) orada bulunur­
lar. Bu ekip rekor bir sürede, azımsanmayacak bir eseri, altı
yüz sayfada Tarih Tezleri'ni açımlayan Türk Tarihinin Genel
Hatları'm kaleme alır.

Ama Kemalist aydınlar bu fikirleri zaten paylaşıyordu;


şimdi büyük görev bunları en geniş halk katmanlarına benim­
setmektir. Bunun tek yolu eğitimdir. Genel Hatlar'm bir bölü­
mü öğretmenler için ince bir broşür halinde yayımlanır. Oku­
yanlar şok geçirmiş olmalıydı, çünkü Türk geçmişinde ilk kez
İslam konusu hiç geçmemektedir. Burada ayrıca Leon Ca-
hun'un 1873'te, bir konferansta Avrupa'da Türk dillerinin ek­
sikliği üzerine yaptığı konuşmanın çevirisine de yer verilir.

Nisan 1931'de, tarih denetiminde bir adım daha atılır.


Kemalizm dışında ve ondan önce kurulmuş olan Türk Ocakla­
rı kaldırılır ve yerine daha kolay yönlendirilebilir Türk Tarihini
Tetkik Cemiyeti (TTTC) kurulur. İlk iş olarak, yine büyük bir
ivedilikle, liseler için dört ciltlik bir kitap kaleme alınıp daha
Haziran 1931'de kitabın bazı bölümleri Atatürk'e sunulur. Ge­
rekli düzenlem eler Atatürk tarafından yapılır. Dört cilt 1931
sonbaharında hazır olur. Böylece, ilk Türk Tarih Kongresi'nin
toplanmasından bir yıl kadar önce kitaplar çıkar. Katılımcılar
bir oldu bitti ile karşı karşıya bırakılır: "Tarihi hükümet darbe­
si“ tamamlanmış olur.

1931-1934 Arası Türklerin


Dünya Tarihine Bakışı
Uzun süre kullanılan bu okul kitapları, 1931 ve 1945
yılları arasında 15 ile 20 yaşlarında olan 60-80 yıllarının Türk
aydınlarını oluşturan kuşağa bu düşünceleri aktarır. Okul ve
üniversite eğitiminin kişilik gelişiminde önemli bir rol oynadı­
ğı kabul edilirse, günümüz Türkiye'sinin egem en siyasal ve ta­
rihsel kültürünün anahtarlanndan birini buluruz.
Bu kitaplar köklü bir kopuşu gösterir: Genel Matlar'm
neredeyse aynı olan tarih öncesi ve eski tarih üzerine başlık­
ları burada ayrıcalıklı önem e sahiptir. Söylem hissedilir biçim­
de laikleştirilirken, Türklerin İslam tarihindeki rolüne geniş
yer verilmiştir. Burada, her şey genel olarak eski Türk kültürü­
nü yüceltmek ve daha ince bir şekilde Kemalizmi gerçek Türk
kültürünün mirasçısı olarak sunmak için yapılmıştır. Söylem­
leri, yukarıda incelediğimiz tüm etkilerin bir bileşkesidir. Eski­
den Cahun, Oökalp ve Atabinen'in yaptıkları gibi, Türk kişiliği
kuvvetle vurgulanmıştır.
Tarihin en büyük akım larının yaratıcısı Türk ırkı,
kişiliğini en iyi korumuş olan ırktır. (...) Başka ül­
kelerdeki ya da sınırlarındaki komşu ırklar içinde
dağılmışlar ve onlarla karışmışlardır. Bununla bir­
likte, (...) Türk ırkı özellikleriniyitirm em iştir. Tarih
öncesinde ve tarih boyunca, büyük topluluklar,
uygarlıklar, devletler kurmuş olan bu büyük ırkın
çocukları, dil birliğini ve ortak kültürü her zaman
etkin bir biçim de korum uşlardır.14

Artık kullanılmayan "ırk" sözcüğünü saymazsak, bu m e­


tin 1980'in bir okul kitabında pekâlâ yer alabilirdi. Yüzyıllar
boyunca Türklük karakterlerini koruma teması, onlarca yıl
sürmüştür. Bu temaya okul dışında siyasal söylem de, ulusalcı
basında ve hatta camilerde sıkça rastlanır.

İkinci güçlü tema, Orta Asya kökenlilik ve göçlerdir; Ta­


rih Tezleri'ni açımlayan başlık, birlikte bir dünya haritasına
bakan iki yetişkin ve bir çocuğun eşlik ettiği Atatürk fotoğrafı­
na açılır. Gözler belirgin bir biçimde Orta Asya'ya, Türk Ana­
yurdu 'na çevrilmiştir. Devamındaki sayfalarda, Orta Asya De­
nizi, tarih öncesinde parlak bir Türk uygarlığı, bütün dünyayı
uygarlaştıracak olan göçler tartışılmaz tarihsel bir gerçek ola­
rak kabul edilirler. Tam sayfa bir harita, ortasında anavatan ile
Çin'e, Hindistan'a, Yakındoğu'ya, Mısır'a, Avrupa'ya, ta İrlan­
da'ya kadar Türk göçlerini gösteren karmaşık bir oklar âgı ile
Avrasya Kıtası'nı gösterir. Aslı Cahun'da bulunan bu haritanın,
sonradan çeşitleri türedi.

Eski uygarlıklarla ilgili bölümler tekrarlarla doludur: Yer­


leşik halkların (Çinli, Hintli, Mısırlı, AvrupalI...) nasıl geri ve se­
fil bir yaşam sürdükleri; uygarlık tekniklerinin (sulama, tarım,
hayvanlan evcilleştirme, kent yaşamı) ve ileri bir kültürün (ör­
gütlü devlet sistemi düşüncesi, yazı, edebiyat...) taşıyıcısı
Türk göçmenlerin gelişleri betimlenir. Türk mayası sayesinde,
yerli halklar uygarlığa geçerler.

14 Bu alıntılar O rta M e k te p İç in T a rih \e n yapılm ıştır, cilt: 1, A nkara, 1934.


Türkier Mezopotamya'ya geldiklerinde, (ırmak) kı­
yılan tamamen bataklıktı; (. . . ) küçük arklarla sula­
mayı geliştirerek parlak b ir uygarlık kuran onlardır.
Bu teknikleri Anavatan'dan getirmişlerdi. ( . . . )

Mısır'a gelen Türkier, o zam anlar boş olan nil del­


tasına yerleşirler, n il kıyılarında yaşayan yerliler
henüz Yontma Taş devrindeydiler. Türklerin gel­
mesinden sonra, Mısır'da yaşamın bir hamlede
dem ir devrinden uygarlığa geçtiği görülür. ( . . . )

Oirit ve Truva'nın en eski kalıntıları ile Hazar'ın


doğusundaki Türk halklarının kalıntıları arasındaki
benzerlik, Ege uygarlığını kurmuş olan kaynakları
tanıtlamaya yeter. ( . . . ]

Türkier, AvrupalIlara tarımı, yabanî hayvanlan ev­


cilleştirmeyi, çömlekçiliği öğrettiler. Düşünce, sa­
nat, bilgi konulannda AvrupalIlardan çok üstün
olan istilacılar, onları mağara çağından çıkardılar
ve uygarlık yoluna koydular.

Bu tarihsel söylemin amacı sadece Türklere onurlarını


verm ek değildir; aynı zamanda Kemalist devrimi meşrulaştır­
maktır. Nitekim XIX. yüzyıl Avrupa'sının pozitivist düşüncele­
rinden geniş biçimde esinlenen, Kemalist devrimi Türk deha­
sının bir ifadesi olarak sunmak gerekir. Laiklik, kadın erkek
eşitliği, cumhuriyetçi parlamenter rejim, bu söylem içinde,
kökenlerini Orta Asya ve Hitit uygarlıklarında bulmalıdır. Ayrı­
ca, dönüşlü bir uslamlama ile günümüz Türklerinin ilan ettiği
erdemlerle donatılmışlardır ve toplumsal örgütlenmeleri yü­
celtilmiştir. Bu, özellikle kadının durumu için doğrudur; Hitit-
ler söyleminde, kadının erkekle eşit olması gerekir. Çünkü,
1934'te, kadın erkek eşitliği eski bir Türk geleneğine dönüş
olarak sunulmalıdır:
Hitit halkı ( . . . ] b ir Türk halkıdır, tlititler, Süm erler
ve Elam halkı gibi brakisefaldirler (kısa kafalı) ve
dilleri Türkçe kökenlidir ( . . . ) .

Kadın ve erkek eşittir. Kadınlar yönetim işlerine


karışırlar, erkekler g ibi savaşa giderler.( ... ) Bize
kalan Hitit eserleri arasında b ir kadın kom utanın
heykeli vardır.15

Bütün bu abartılar, bizzat kabalıklarından ötürü, zarar­


sız görünürler. Ama bu söylemin zaten okul dışında bu türden
yoğun bir propagandaya maruz kalan, yoğrulabilir genç beyin­
lere hitap ettiğini unutmayalım. Yukarıda verdiğimiz örnekler
Atatürk'ün Türk onuruna ne denli önem verdiğini gösterir. Bu
ilginç tarih yorumu sonradan bırakıldı, ama bu yorumun gün­
cel bazı eserlerde çok önemli izleri vardır: En göze çarpanı ha­
len kullanılmakta olan bazı eserlerde (okul kitapları ve tarih
atlasları) bulunan Türklerin Tarih öncesi göçlerinin haritasıdır.

Antropoloji, Dilbilim ve Kemalizm


Daha 1931'de okul kitaplarında ve 1932 kongresinde
somutlaşan bu Tarih Tezleri "bilimsel araştırma” ile pekiştiril-
meliydi. 1932 Kongresinde söz alanların çoğu, konuşmalarını
Türk ırkı kavramı üzerinde yoğunlaştırıyor ve bunun antropo­
lojik, "bilimsel“ tanımını verm eye çalışıyorlardı. Qobineau ve
Deniker gibi AvrupalI kuramcılardan ve özellikle Deniker'in İn ­
san Irklarını Sınıflandırma D enem esi'nden ( 1889) alıntılar ya­
pılır. Afet İnan, sonradan antisemitizmin hizmetine giren Ge­
orges Montandon'un eserleriyle ilgilenir. Ama o dönem de
kendini Türk "ırkı" uzmanı olarak kabul ettiren kişi Cenevreli
Eugène Fittard olur. Pittard, Balkanlar ve Anadolu üstüne araş­
tırmalar yaptı ve 1İnsanlığın Evrimi“ dizisinde yer alan Irklar ve

15 Ş im dik i ok u l kitaplarında Hititlerin Türk old u ğu artık s ö y le n m iy o r , a m a Kasım


1 9 9 2 'd e Ankara A n ad olu M e d e n iy etleri M ü zesi nin bir reh b eri yin e d e Hititlile-
ri O rta Asya köken li yapıyordu .
Tarih adlı eseriyle büyük saygınlık kazandı. Cenevre Üniversi­
tesin d e önce profesör, sonra rektör oldu; ırkçı antropolojinin
bilim gettosundan çıkması ve diğer bilim dallan gibi okutul­
ması için mücadele verdi. Tanıtlamalan oldukça kaygılandırı-
cıdır: Antropolojinin soy antımcı bir siyasetin temeli olmasını
diler. İrkçılık kuramcısı olmamasına rağmen, yazılarında ırkçı
kuramlan desteklemek için tek tek almtılanabilecek bölümler
bolca bulunabilir.
Eugène Pittard ve Tarih Tezleri yandaşlarının karşılaş­
maları kaçınılmazdı. Afet İnan la ilk temasları 1935 yılında
olur. 1937 Türk Tarih Kongresi'nin onursal başkanı olduğun­
dan, kısa zamanda üstat olur. Afet İnan, 1939'da Cenevre'de
verdiği tezi Anadolu, Türk Irkının M em leketi'ni onun yönetimi
altında hazırlar.

Daha 1928'de, Türk Antropoloji Dergisi'nde E. Pittard,


araştırmacıları Etrüsklerin Türk kökenli olduklannı kanıtlama­
ları için teşvik ediyordu. (Aynı yöntemle, Sümerlerin ve Hitit-
lerin de...) 1932 Tarih Kongresi'nin coşkusuyla, manevi baba­
sının ve devletin güçlü desteğini gören Afet İnan, 1937-1939
yılları arasında, E. Pittard'ın geliştirdiği çalışma yöntemlerine
dayanarak 64.000 vaka ile ilgili geniş bir kafatası ölçm e anke­
ti gerçekleştirecektir. Afet İnan'ın araştırmalarından bilimsel
hiçbir sonuç çıkmayacağı besbellidir. Ama dönemin gebe kal­
dığı bu ırkçı söylemin başka alıcılan olacaktır.

Cahun, daha 1873'te dilbilimle tarih öncesi Türk istilala-


nnı kanıtlamanın olanaklı olduğunu anıştınyordu. 1935'te, bü­
tün dillerin Türkçe'den kaynaklandığını ileri süren Güneş - Dil
kuramı, Tarih Tezleri ni gelip tamamlar. Bu kuram, XIX. yüzyı­
lın ortalarında Avrupa'da büyük ilgi uyandıran dilin kökeni tar­
tışmasına, geç de olsa, sızar. Resmi Türkoloji, yöntemleri ve
buluştan Tarih Tezleri'ninkilerden çok daha tartışmalı yeni bir
araçla donanır. Güneş - Dil kuramı, eserlere, makalelere, ko­
lokyumlara konu olur ve Atatürk'ün ölümü ile (1938) resmen
terk edilinceye kadar Türk dilbilimcilerini seferber eder.
Kalıntılar
1938'den sonra, Türk bilim dünyasının bir bölümü Ke­
malist yöntemlere ve söyleme mesafeli dururlar. Ama Ata­
türk'ün ölümünden sonra, Türkiye'de gittikçe göze batar hale
gelen sagm ve milliyetçi, Pantürkçü aşırı sagm, özellikle Avru­
pa'ya sığınmış S.S.C.B.'li Türkçe konuşan göçm enler aracılı­
ğıyla, Almanya ile ilişkileri vardır. Yayınları ve sloganlarının ba­
zıları açıkça ırkçıdır. En genç militanları arasında, milliyetçile­
rin şimdiki lideri A. Türkeş* bulunur. Kemalistler, antropoloji
ile ırkçılığın ele geçirdigi Pandora'mn kutusunu açmış oldu ve
milliyetçi sag ideoloji çok doğal bir şekilde Kemalist söylem
içinde kök saldı.
Üstünlüğü doğrulanmış Türk ırkı üstüne antropolojik
söylem, arka arkaya gelen Türk hükümetlerinin etnik sorunlar
anlayışını nasıl kasmaz, dondurmazdı? Bu ırkçı söylem dos­
doğru Türkiye'nin etnik birliği (bütünlüğü) dogmasına, dolayı­
sıyla bir Kürt varlığını yadsımaya götürüyordu. Bugün, ırkçı söy­
lem terk edilmişse de, bir uzantısı kalmıştır: Altmış yıldır Kült­
lerin Türk oldukları kanıtlanmaya çalışılmıştır. Ve 1982'ye doğ­
ru Tarih Tezleri'nin yeniden ortaya çıkmasına şaşmamalı. Arka
arkaya çıkan bir yıgm kitap Kültlerin Orta Asya'dan gelmiş bir
Türk halkı olduğunu özellikle de, dillerinin bir Türk diyalekti ol­
duğunu ileri sürer. Güneş - Dil kuramı burada da işe yarayabi­
lir. Aralarında akrabalık olduğu sonucuna varmak için, sözcük­
leri, hatta çeşitli dillerin ses birimlerini karşılaştırmaktan, iba­
ret olan yöntem, Kürt dili olmadığını kanıtlamak için en azın­
dan 1985'e kadar hep kullanılmıştır.16 Eski araçlar bu kez de
Kürt sorunu olmadığını kanıtlamakla yararlı olmuştur. Söz ko­
nusu kitaplar, bu kitapları okuyan çok değilse de, bazı etkili
çevrelerde 30'lu yılların fikirlerinin hâlâ yaşadığını gösterirler.
Türk Kültürünü Araştırma Enstitüsü (TKAE) gibi yarı resmi ku­
ruluşlar ve doğudaki bazı üniversiteler bu tür söylemde uz­
manlaşmışlardır. Dolayısıyla, Tarih Tezleri ölmemiştir.

M akale k a le m e a lın d ığın d a A lparslan Tü rkeş hayatta idi.


16 Bu arada, eski y ö n te m le r d e (Türk Dil Kurum unun (TDK) 1 9 9 0 'd a k i yayınları)
S ü m erlerin Türk old u k larını ya d a A m e rik a K ızıld erililerin in Türk d illerin i k o ­
nuştuklarını kan ıtlam akta kullanılır.
En azından 1985 e kadar Kürt kimliğini yadsımaya hiz­
met eden tarih söyleminde, bu kalıntıların yanında. Tarih Tez­
lerinin etkilerinin çok daha derin ve sürekli olduğunu kabul
etmek gerekir.

Atatürk'ten beri bütün tarih kitaplarında Orta Asya, Türk


tarihinin tarihsel ve mitsel köken noktasıdır. Türk tarihi, ortak
bellekte tem el olan çift merkezli bir karakter kazanmıştır.
Okul kitabı yazanların çoğu, Kemalist dönemden beri, Orta
Asya'yı belirtmek için "anavatan“ ya da “anayurt" deyimini kul­
lanırlar. Bu görüş içinde, anavatan şimdiki vatandan ayrıdır.
Kitaplardaki temsili Orta Asya haritaları sayıca temsili Anado­
lu haritalarıyla kıyaslanabilir.17

Orta Asya geçmişi ülküleştirilmekle kalmaz: Kemalist


ideolojinin de geçmişi haline gelir, çünkü resmi tarihsel söy­
lem e göre, büyük reformlar Batıyı taklitten gelmezler, ama Or­
ta Asya Türklerinin yazılı olmayan yasalarından (Töre) ve ikin­
ci olarak Hitit kurallarından kaynaklanırlar. Laiklik, kadın er­
kek eşitliği, parlamenter demokrasi, bütün bunlar VIII. yüzyıl­
da Orhun kıyılarında çok önceden vardı; ayrıca "Avrupa dille­
rinin çoğu daha yokken" kullanışlı bir alfabesi olan bir edebî
dile sahip olduklarını da unutmamak gerekir. Dolayısıyla,
Arap alfabesini atarak, Mustafa Kemal'in bir tür kaynaklara
dönüş yaptığı ileri sürülebilir. Nihayet, kitaplarda eski Türkle-
rin dini ile onların dinlerinden dönmelerini yazgısal bir olay
yapan ve bugün Müslüman olmadan gerçek Türk olunamaya­
cağını belirten İslam arasındaki benzerlikler üstünde büyük ıs­
rarla durulur.

Gerçek olguların değerlendirilmesi, Orta Asya'ya çok


güçlü duygusal bir değer verme gibi bazı çarpıtmalar pahası­
na başarıldı. Bugün, Orhun metinleri, tarihsel söylemin, Türk-
lere Anadolu'yu açan en önemli Türk Selçuklu hükümdar Al­

17 O Kadar ki, 1991 so n u n d a n beri, Tü rk iye'yi b eiirtm eK için İKiz bir terim in o rta ­
ya çıKtıgını g ö z le m liy o r u z : Atayurt. Y ab an cı bir ü lke için "an ayu rt" sö zcü ğü n ü
ku llanm anın Tü rkiye için d e ğ e r düşürücü bir ş e y old u ğu du ygusun a kapılm ış
v e "Atayu rt" kavram ını uydurarak d e n g e sa ğ la m a g e r e ğ i du yulm u ş o lm a lı. Ka­
sım 1 9 9 2 'd e n beri, Türk Kültür B akanlığı, alt başlığı "Anayurttan Atayurda"
ola n TürK Dünyası a d ın d a bir d e rgi yayınlam aK tadır.
parslan'ın BizanslIlara karşı kazandığı zaferle eşdeğer unsurla-
nnın en önemlilerinden biridir. Okul kitaplarında bu iki unsur,
bozkır kültürünü yüceltmeyi, Alparslan'ın askeri eserini sür­
dürmeyi çok iyi bilen Atatürk'le her zaman doğrudan ilişki-
lendirilmiştir. Sadece siyasal söyleminin, yayınlarının teması­
nın değil, aynı zamanda bozkurt gibi simgelerin de gösterdi­
ği gibi, bu geçmişin Orta Asya yamacını özellikle milliyetçi
sag üstlenmiş, ilan etmiş, sahiplenmiştir. Türk milliyetçileri
için kahramanlıklarla dolu şanlı geçmiş, Orta Asya geçm işi­
dir. Buna karşılık, parlak Hitit geçm işi onların söylemlerinde
pek geçm ez.

Dolayısıyla, bugün Orta Asya'nın yeniden keşfinin ilk


başta SSCB ve Çin'deki Türklerin geçmişini ve durumunu tek
ve kesintisiz incelemeyi sürdürmüş olan milliyetçi Türk sağını
ilgilendirmesi şaşırtıcı değildir. Sol, Anadolu geçmişine daha
fazla önem vererek, bu Asya geçmişini çok erken itti. Orta As­
ya Türkleri ile ilgilenmek, uzun süre bir ölçüde milliyetçi ya da
Fantürkçü olma anlamına geldi. Kısmen Sovyet ya da Çin etki
alanındaki sol, bu Asya halkları üstüne bir söylem üretemiyor­
du, üretmek de istemiyordu. Böyle olunca da, Türkiye'de,
SSCB ve Çin'den gelen Türkçe konuşan sürgünler arasında,
anti emperyalist söylem sağın tekeline geçer. Türk solunun,
yeni bağımsız Türk Cumhuriyetleri ile ilgili olarak bir siyaset,
bir söylem belirlemesi için zamana gereksinimi varmış gibi
görünüyor.

Tarih Tezleri'ni basit bir merak olarak görmemeli. Kültü­


rel Kemalizm'in bu yanı, milliyetçiliğin tarihi nereye kadar kul­
lanabileceğini ve tarihte -hâlâ bugün de- Türk kavramının Rus
tmparatorlugu'nun Türkçe konuşan milliyetçileri tarafından
ne derece belirlendiğini saptama olanağı verir. Türk bilinci,
geniş ölçüde dışarıdan getirilmiştir. Coşku ve bir an önce yap­
ma istenci, dönemin aşırılıklarını açıklar; elbette bunları göre­
celeştirmek gerekir: 111. Cumhuriyet döneminde, Fransız okul
kitaplanndaki milliyetçi söylem, benzer şeyler içerir.
Yaralı Bellek
Olivier Abel

Türk ulus devleti, Osmanh Imparatorluğu'nun diğer halklarıy­


la mücadeleden geçerek kurulmuştur. Bu tarih çoğunlukla gizlenmiş­
ti. Herkesin belleğine kazınmış olsa da, resmi gerçek karşısında ken­
dini ifade etmeyi göze alamaz. Ama tarihle hesaplaşmadan, bu ulus
devleti yerli yerine oturtmak mümkün müdür?

Uzman sayılmayacak bir yabancının gözünde, (kendimi


kastediyorum) çağdaş Türk tarihi hem korkunç bir yıkım, hem
muhteşem bir destan gibidir. Türk toplumunun geçmişiyle
sürdürdüğü ilişkilerin neredeyse efsanesi, anıtsal, resmi bir
versiyonunun her yerde hazır ve nazır olmasıyla uzun süre ba­
sitleştirildiğini söylem ek gerekir. 80'li yılların başında, İstan­
bul'da Galatasaray Lisesi'nde felsefe okuturken, buna tanık
oldum. Oysa, blokların ve tasanmlann gezegen ölçeğinde da­
ğılması (çözülmesi dem ek istiyorum) her şeyi degiştirmekte-
sadece Türkiye'de değil, bölge ülkelerinin bütününde (eski
Osmanlı ya da Türkçe konuşulan ülkeler)- bölük pörçük, yan­
lışlarla dolu, acılı ya da sadece şaşkın anılan su yüzüne çıkar­
maktadır: Burada bu değişimin, bu zorlu anımsamanın, başka
tarihsel olasılıklara açılmanın koşullarına ilişkin bazı gözlem ­
lerimi sunmak isterim.
Birincisi şu: Yaşlar piramidinin pek genç kuşaklar üstün­
de böylesine yoğunlaştığı, nüfus artışının fazla olduğu bir
memlekette, hafıza uzun süre zayıf, çoğunlukla da hayali ka­
lacaktır. Hafıza ile oynamanın dinamitle oynamak olduğu bir
çag vardır. Ulusal anıların dönüşünün belki tahmin edilm ez ve
korkutan bir gelecek kaygısına denk düştüğü bir noktada ol­
duğumuzdan, bu anmanın hangi koşullarda, elbette daha ye­
ni bir tarih yazmaya -ama dahası geçmişin gerçek kurtuluşuna
ve açığa çıkmasına- el verdiğini görmemiz mümkün olacaktır.
İlk şoku araştınrken, "Osmanlı belleğinin yası" bakış
açısıyla "Cumhuriyet tarihinin doğuşu" bakış açısını birleştire­
ceğim. İçten olduğuna inandığım ama öznel olduğunu bildi­
ğim bir tarzda, bunlan hızlı bir şekilde anlatacağım. Benim
amacım tarih değil, daha ziyade geçmişin tasarımlarının o şa­
şırtıcı "valsini" yeniden kurmaktır. Bu metnin ikinci yansında,
bugün yapılan anmanın tarihsel tasan yeteneğine sahip ama
son derece basitleştirici bir cumhuriyet tarihi ile gerçek tarih­
sel çeşitliliği yerine getiren ama artık hiçbir tasan kurmayan
demokratik bir bellek arasında nasıl bocalayıp durduğunu
gösterm eye çalışacağım.

Yara: İmparatorluğu Yitirme


Sözünü etmeye çalıştığım; benim olmayan bellek, han­
gi şiddetle, hangi şokla, hangi yasla yaralanmıştı? Belki de im­
paratorluğu yitirmeden hemen söz etmek gerekiyor. Sömürge
imparatorluklan kurmuş Avrupa ulusları (sonunculan Rusya
ile büyük olasılıkla parçalanmak üzeredir) kendi tarihlerini ta­
nır gibi olacaklardır. Ama başka şey söz konusu. Çünkü Os­
manlI İmparatorluğu deyimin klasik anlamıyla. Roma anlamın­
da son imparatorluktu. 1914 - 1918 Birinci Dünya Savaşı so­
nunda yıkılanın Roma İmparatorluğu olduğunu söylemek tam
olarak yalan değildir; Bizans ve Osmanlı İmparatorlukları, sa­
dece bir meşrulaştırma manevrası olmayan derin bir devamlı­
lık duygusuyla, aynı tarihsel, coğrafî, hukukî, yönetimsel, stra­
tejik hareket içinde buraya kadar kaymışlardı.
Zaten Avusturya - Macaristan İmparatorluğu ile aynı za­
manda çöken imparatorluk Macaristan'ı, Romanya'yı, Kırım'ı,
Gürcistan'ı, Mısır'ı, Cezayir'i, Yunanistan'ı vb. çoktan kaybet­
mişti. Ama şimdi Irak'tan Yem en'e kadar Arap dünyasının ge­
ri kalanını, yani pek yakında boş bir zarf olacak olan halifeli-
gin temel direği Mekke'yi kaybeder. İmparatorluk, egretileme-
li olarak bile artık İslam ümmetiyle çakıştığını ileri sürem eye­
cektir: Böylece kendisi için asıl olan birlik ilkesini yitirir.
Daha vahimi, Bosna'nın, Sırbistan'ın, Arnavutluk'un,
Bulgaristan'ın, Makedonya'nın, Trakya'nın büyük bir kısmın­
dan sonra, Balkanlan tamamen yitirir. Kısaca, Konstantinopo-
lis'i fethetmek için yola çıktığı şeyi, Avrupa Türkiye'si denilen
şeyi, "Öteki Avrupa" ile, Hıristiyanlık Avrupa'sı ile onca zaman
sınırdaş olan şeyi yitirmiştir. İmparatorluğun kendini ona göre
tanımladığı, sımsıkı sarıldığı sının, gerçek psikolojik odağı,
herhalde yüreği haline gelmiş olan bu sının yitirmiştir. Osman­
l I mimarisi, özellikle de evlerin coğrafyası bunu iyi gösterir.

Toroslar'ın güneyinde çok az Osmanlı evi vardır. Oysa Avrupa


Türkiye'si bunlann doğal mekanı gibidir.
1880'lere doğru doğan kuşaktan Türk ideologlann Bal-
kanlar'dan vazgeçişlerinde, ulusal topraklan Anadolu ve Asya
kaidesi üzerinde yeniden tanımlayışlannda öyle hırslı bir yad­
sıma vardır ki insan birden kuşkuya düşer. Gerçekten de, sa­
vaş bittikten sonraki yaşlılık mektuplan, çoğu zaman bir yitik
ev özlemini yansıtır. Çok büyük bir özlem. Bakü'ye kadar gi­
den, Kafkaslar'ı geçen, Enver Paşa'nın arkasında "ata" toprak-
lanna dönmeyi hayal eden muzaffer ve şaşkın Osmanlı ordu­
sunun Doğuya saldırmasında, sanki esrik bir unutma istenci
vardır. Balkanlar'ın yitirilmesi sadece askerî bir felaket değil­
dir; bir belleğin ölümcül bir yara alması, evinden yurdundan
ayn düşmesi, başka yerlerde başka şeyler doğurmaya mah­
kûm olmasıdır.
Kaldı ki Osmanlı İmparatorluğu nun parçalanması, ö zel­
likle şok edici bir senaryoya göre gerçekleştirildi. Ortodoks Hı­
ristiyan halklarını Türk'e karşı ayaklandırmayı gerçekten başa­
ramayan güçlü Avrupa devletleri, imparatorluk içinde ulusal
devrim fikrini ortaya attılar ve bu sonuncu düşünce çok daha
güçlü çıktı. Yunanlılarla Byron'dan, Araplarla Lavvrence'a ka­
dar, sömürge stratejisi geliştirmek için ulusal özgürlük götür­
mekten daha iyisi olur mu? Bu (1821-1829, 1832-1837,
1853-1855, 1876-1878 vb.) kopma savaşları, 1912'den
1923'e kadar milyonlarca ölü bırakan nihai savaşta doruk
noktasına ulaşır. Bu bir belleği yaralamaya yeter!
"İç savaş"' şeklinde başlayan ulusal savaşların topyekûn
savaşlar olduklarını unutmayalım. Bir imparatorluğun dona­
nımlı olmadığı bu "modern" savaşlarda, bir kabile intikamı çıl­
gınlığı ve nüfusların kamu sağlığı yönetiminin yöntemli ussal­
lığı vardır. Bu toplu kıyımlar çağıdır. Ve kaybolan, bu savaşlar­
la batan imparatorluktan çok imparatorsallıktır. "Ulusallık" der
gibi imparatorsallık diyorum. Osmanlı yönetimlerinde Arna-
vut'u, Ermeni'yi, Yunan'ı, Arap'ı, vb. yan yana getiren eski bir
yurttaşlık biçimi. O zamanlar, Türklerden pek söz edilmezdi
ve Bab-ı Ali hala göçer Türk aşiretlerine karşı hep çok sert ol­
muştur.
Ama bütün bu insanlar, buraya kadar imparatorluğun
büyüklüğü için birlikte çalışırlardı. (Ulus) “topluluk"lann özel­
likle mahalleler halinde örgütlemeleri, karşılıklı ilişkileri, ba­
zen karışmaları, Osmanlı hukukunun yansıması olan bir sürü
ince eklemlenmeyi engellemiyordu. Dolayısıyla, her yerde ol­
duğu gibi Türkiye'de de yitme, bellekte kalan yara, kırsal ve
sanayi öncesi kentsel genel görünümün kesinlikle kaybolma­
sıdır; her ikisi de çeşitliliğin, o zamana kadar birlikte yaşama­
yı başarmış halkların aynşmışlıgınm izlerini taşırlar. Birbirleri­
ni manevi çöküntüyü kolaylaştırmakla ya da ilerlemeyi engel­
lemekle vb. suçlayan toplulukları karşı karşıya getiren belki
de bozgunun kendisidir. Çoğu zaman olduğu gibi burada da,
dış bozgun bu iç bozguna yol açabildi.
Yine de, o zamana kadar iç içe ve karışmış olan şeyi
ayırmak için sivil toplumun hazır olmadığı bir şiddet gerekti;
Anadolu Türkiye'si ile Yunanistan arasında 1923'te yapılan
zorunlu mübadelenin (1.350.000 Anadolulu Yunan'a karşılık
430.000 Balkan Türk'ü) gözler önüne serdiği bir çılgınlık ge­
rekti. Bugün bizi dehşete düşüren Bosna'daki "etnik arındır­
ma", 1912'den 1921'e kadar bölgenin tümünü kasıp kavuran,
az çok Avrupa'nın güçlü devletlerinin düzenlediği bu yer de­
ğiştirme nüfusun ölçeği bakımından önemli görülmemiştir. Bu
ayırma, sözünü ettiğimiz yıkımı olası belleği olmayan bir şey
haline getirir.
İmparatorluktan, Osmanlılıktan vazgeçmenin ne kadar
zaman aldığı kolay hayal edilemez. Uzaktan bakınca, güçlü bir
devletin çöküşünde, bir başka şeyin motorunu harekete geçir­
mek için belli bir süre gerektiği rahatlıkla anlaşılır; öteki ma­
kinenin döküntüleri hareket alanını daraltır. Bu kadar unut­
ma, silme ihtiyacı duyulması belki bu yüzdendir. Konstantin
başkentin yerini değiştirirken, bunu çok iyi anlamıştı ve Mus­
tafa Kemal de öyle yapacaktı. Ama “Genç Türkler" -o zaman­
lar, Türkleri, Ermenileri, Arapları, Arnavutları, Rumları, Slavla­
rı ve imparatorluğun geri kalan uluslarını birbirine karıştırırlar­
dı- İmparatorluğun meşruluğu denklemini uluslann ve dinlerin
çeşitliliği içinde çözm ek için, İngiliz tarzında liberal ve toplu-
lukçu bir yol ile Fransız tarzında jakoben ve bütünleştirmeci
bir yol arasında tereddüt ediyorlardı.
Abdülmecit, 24 Haziran 1908 Anayasası'nı kabul ettiği
zaman, bütün herkes Konstantinopolis sokaklannda kucakla­
şır ve sandıktan çıkan milletvekilleri meclisi, imparatorluğun
ulusal, dinsel, kültürel, dilsel çeşitliliğini yansıtır. Farklılıklar
hâlâ başka ölçütlere göre yapılmaktadır; hatta 1909'da ulusal­
cı nitelikteki dem ekler feshedilir. İmparatorluk mâliyesi nere­
deyse Camando (Yahudi) ya da Dadian (Ermeni) ailelerinin te­
kelindedir. Dolayısıyla, Türk ulusal bilincinin oluşmasının
uzun zaman aldığı görülür.
Böylece, Osmanlı geleneğine dönüşle, sonra İslam'la,
nihayet Türk ulusal kimliğiyle, meşruluklar valsi birkaç kuşak
sürer. Dogu Anadolu'da Ermenilerle Kürtlerin gizlice anlaşma­
sından korkan Abdülhamit, potansiyel düşmanlarını bölm ek
için İslam - Hıristiyan rekabetini uyandırmıştı. İmparatorluğun
tümünün bu tür manevralarla çöküp gideceğini henüz bilmi­
yordu. Zaten, kısa bir zaman sonra, Sevr Antlaşması (1920)
ile paylaşılan Türkiye'den geriye kalanları kurtarmak amacıyla
Orta Asya düşü kuranlar için geriye bir tek Panturancı bir Türk
yurtseverliği kaldı.
Sık sık söylenmiştir: Yunanistan'ın Anadolu'nun bir kıs­
mını alması fazlaydı. Bütün İmparatorluklar, söm ürgeler ha­
yallerinin tam göbeğinde kalmış, ama sislerin (Türk ulusçula­
rın sıkça işledikleri tema) sert ve açık Anadolu gerçeğinden
kopardığı Konstantinopolis'ten henüz öyle algılanmayabilirdi.
Stephan Yerasimos'un "ölü yılan derisi" adını verdiği şeyden
çıkan Mustafa Kemal, 1919 Mayısının güzel bir gününde Ana­
dolu'ya ayak basar.
Bütün bunlan sadece hayatta kalmak için nasıl bir yıl­
mazlık gerektiğini açıklamak için anlatıyorum: "Kurtuluş Sava­
şı” destanı ve Kemalist devrim destanı buradan çıkmıştır. Bi­
rincisini püskürtmek için sanki daha güçlü bir şok gerekmişti.
Mahkûmların, unutmak istedikleri etraflannı saran duvarlar­
dan daha sert kurallar, daha acımasız davranış ilkeleri icat et­
meleri gibi.

Yara: Cumhuriyetin Doğuşu


Gerçekten de, imparatorluğun yasının şoku, bellek için
Türkiye'nin doğuşu şoku kadar büyük olmamıştır; bu doğuş
bir hükümdar öldürme olsa bile. Ben tarihçi değilim, ama ba­
na öyle geliyor ki ulusal Kurtuluş Savaşı biraz daha sürdürül­
müş olsaydı Kemalist devrim anlaşılmazdı. 1905'te Japon­
ya'nın Ruslara karşı yaptığı gibi, Türkiye işgalcilere karşı dur­
makla yetinmedi; böyle bir zaferin getirdigi saygınlık, Mustafa
Kemal'e cumhuriyetini kurması için yeterli olanağı sağlamış
olsa bile.
Daha köklü şeyler oldu. Ulusal mücadele zaferi, 1917
Bolşevik devriminden belki daha köktenci, daha şok edici, et­
kileri 20'Ii yıllarda ortaya çıkan bir devrimle eş zamanlıdır. Ön-
cedert Anadolu'da toplanan, Bab-ı-Ali'ye kafa tutacaklann ar­
kasından halifeliğin kaldırılmasıyla, hükümdar öldürmekle
suçlandıkları kesindir. Ama "Çar ı ortadan kaldırmakla ve borç
ekonomik sistemini (yani yabancı sermaye) kırmakla yetinme­
yen bir devrimdir: Alfabeyi, takvimi, ağırlık ve uzunluk ölçüle­
rini, Medeni Kanunu ve dolayısıyla töreleri (çokeşlilik vb.), kı­
yafetleri, hatta dili değiştirir. Örneği görülmemiş bir kültür
devrimidir.
Kuşkusuz, askerî kadrolann temrenini oluşturduğu bü­
yük reformların izinde askerî bir devrimdir. Ve bu devrim sö­
mürgelikten kurtulmuş ulusçu genç cumhuriyetler için bir ör­
nek haline gelir. Sınıfın sonuncusu (en geç geleni) birinci olur.
Ama yeni devletin bizzat kendisi öğretmendir, eğiticidir. Yurt-
taşlan çocuk muamelesi gören uçsuz bucaksız bir ilkokul gi­
bidir ülke. Ve 80'li yılların ortalanna kadar, gerçek öğretm en­
ler emeklerinin karşılığını yeterince alamasa da, bu ulus üze­
rinde "öğretmenlerinin" eli hep hissedildi.
Kemalizm denilen bu belirsiz bütün, bitmek bilm ez ulus
kitlesinin birliği törenlerinde, her türlü farkın uzun zaman si­
lindiği eğitsel ve askeri bir sistem olarak görünür. Ulusal bir­
lik her yerde Atatürk heykeliyle temsil edilir. Şunu söyleyelim:
Bayramlanyla, kutlama törenleriyle basbayağı laik bir din ol­
du; dinlerin saplantısal niteliği onda da vardır ve ortak bellek
bunun izlerini taşıyacaktır, uzun zaman bunun "eksikliğini" du­
yacaktır. Zamanla belli bir ortak ilişkisi olan, yitik imparator­
luk ya da İslam ümmeti düşünün taşıdığının yerini alabilecek
bir eksiklik. Bu nedenle, cılız da olsa, Kemalizm durmadan
kendi küllerinden yeniden doğacak bu birleştirici tasan işlevi­
ni başka bir şey sırtlanmadıkça durmadan büyüyecektir.
Çünkü ulusal destanda geçmişi tasarlama, ulus birliği­
nin bir anıtı, öteden beri Türk kahramanlık destanı, ulusların
kendilerini özdeşleştirdikleri bir kuruluş anlatısı gibi yeniden
kuruldu. Böylelikle, bu resmi tarihin etkisiyle, ortak bellek ay-
nşık öğelerinden arındmlmış oldu ve köklerinden tamamen
kopması, toplumu bellek yitimine uğratmış; sadece eleştirel
tarihle değil ama susmaya ya da gizli anılara mahkûm edilmiş,
kimi zaman boynu bükük ve neredeyse utanır, kimi zaman ta­
mamen duygusal bir itirazla dikilen eskilerin canlı anılarıyla
her türlü doğrudan ilişkiden yoksun bırakmıştır.
Türk belleğinin temel sorunlanndan biri, asgari bir kim­
lik olmadan, bu anlatıların etrafından farklı özdeşleşm e çizgi­
leri örebileceği, biriktirebilecegi sorunlu da olsa bir kimliksel
çekirdek olmadan bir bellek olmamasıdır. İlk şoka, Türk Ulu­
sunun “doğuşu" şokuna dönecek olursak, 1921 Türkiye'sinde
kim Türk'tür? Türk topraklarında doğmuş yurttaş mıdır? O za­
man azınlıklar ne adına sürülmüştür? Yoksa Türklerden yani
Türkmenlerden dem ek istiyorum inen etnik" Türk müdür?
AmaTürklerin çoğu, İslamlaşmış Anadolu halklarından (Rum,
Ermeni, "Romen", vb.) Osmanlı İmparatorluğu artıklarından
gelmedirler. Peki Kürtleri, Karadeniz Lazlarını, Müslüman ol­
mayan öteki Türkleri, Araplan ne yapacağız? Türkiyeli Müslü­
man mıdır? Ama bu laik genç Cumhuriyeti tatmin edebilecek
bir ölçüt değildir. Sünnîler ve Aleviler arasında ayırım yapmak
ve Dogudakinden daha az Sünni Batılı Kürtleri sürmek mi ge­
rekir? Farklı Müslüman uluslann ve İstanbul'da ve bazı bölge­
lerde gerçekten de uzun süre çoğunluk durumunda olan Hı­
ristiyan azınlıklarla karışımının oluşturduğu büyük nüfus kitle­
si ne olacak? Eger ölçüt Türk diliyse, Müslüman olmakla bir­
likte Türkçe konuşmayanları ne yapacağız? Yunan harfleriyle
yazılmış Türkçe İncil okuyan Türkçe konuşan Yunanlıları vb.
ne yapacağız?
En iyimser bakış açısıyla, azınlıkları da içine alan Türk
vatandaşlığından farklı olarak (ama onların bazı mesleklere,
özellikle orduya girmesini yasaklayan) Türk kimliği, bu farklı
unsurların çoğu için bir uzlaşma oldu. En kötümser görüş açı­
sıyla, çatışmalara ve anlık çıkarlara göre Ankara hiçbir kaygı
duymadan bir ölçütten ötekine kaymıştır.
Bütün bunları Kemalist Cumhuriyet destanına bir suçla­
ma olsun diye sıralamıyoruz. Nitekim, aslında ilk başlarda bir
hayatta kalma davranışı olan bu devrimin gücüne belki bir
hayranlık, hatta belli bir coşku duymaktan kendimi alamıyo­
rum. Batı Avrupa'nın güçlü devletlerinin mirasçılan olduğu­
muzu, ne olduğunu pek araştırma geregi bile duymadan Tür-
kiye'yi dışlamaya çalıştığımızı asla unutmamalıyız. Fransızlar
Sevr haritasında Suriye ve Kilikya'yı içine alan bölgeyi kendi­
ne mal ederken, gerçekten de halkların çıkarını mı düşünü­
yordu? Aynı petrollerde gözü olan Ruslar ve İngilizler 1914'te
Ermenileri silahlandırırken, ilk önce onlara yardım etmek ve
onlan yıkımdan kurtarmak mı istiyorlardı? Peki ya Almanlar?
Kendi jeostratejileri içine soktukları Osmanlı İmparatorluğu
ile sadece araç ilişkisi içinde değil miydi? Batı Avrupa'nın güç­
lü devletlerinin o zaman olan bitenlerde ezici bir sorumluluk­
ları vardır.
Her ne olursa olsun, Türk ulusunun köşeye çekilmesi
içeriden bir davranış olsun ya da kuşatmayla dışarıdan daya­
tılmış olsun, Türk belleğinin geçirdiği şok sonuçta sımsıkı ka­
palı sınırlar içine kapanma olarak yaşanmıştır. Üç cephede dü­
zenli olarak canlı tutulan gerilimlerle, Arap dünyasına, komü­
nist bloğun tümüne, Hıristiyan Avrupa'ya sımsıkı kapanmış
Türkiye'de, Türk toplumunun belleği suskunluğunun, yalıtıl-
mışlıgının, kuşatılmışlığının dışına çıkarmıyordu. Kendi ile baş
başa kalan bir bellek, sonunda ya çıldırır ya da ölür.

Yara: Farklılıkların Özgürleşmesi


Sınırsız tarih yoktur, yani uzamsal bir bakış açısı çoğul­
luğu olmadan, özgeligi, hatta birçok özgeligi kabul etm eden
tarih olmaz. Oysaki sınırlar yeniden hareketli hale geldi. Ko­
münist dünyanın dağılması, dünya pazarındaki hızlı dönüşüm­
ler, bu bağlamın olanaklı kıldığı Ankara'nın yeni diplomatik
yönelimleri, yeni bir nüfus akını (Rus ve Rumen tüccarları, fa-
hişeleri Urfa'da bile bulabilirsiniz), bütün bunlar, iyisiyle ve
kötüsüyle her şeyin olası göründügü bir belirsizlik sisine girdi­
ğimizi gösterir. İstanbul'un yeniden en büyük Balkan başken­
ti olm a tehlikesi vardır.
Baskı bu şekilde gevşeyince, kapak birazcık kaldırılınca,
uzun süre bastırılmış bellek, resmi belleğin yanında ortaya çı-
kıverir. Bu, apriori olarak daha eleştirel, daha "olgusal", daha
nesnel bir bellek değildir: Bundan hem daha az hem daha faz­
la. Bu insanların kendi geçmişlerinden, kendi geleceklerinden
edindiklerinin, takımadalar gibi sessizlik içinde su yüzüne çı­
kan öznel ve bölük pörçük ifadesidir.
Dedelerinin Balkanlarını keşfedenler var, yeniden Sara-
yova düşü görenler ya da Azeri kuzenlerine kavuşanlar var.
Eski Sovyetlerden, dillerinin nereden geldigini, eskiden Hıris­
tiyan olduklarını bilen, kendileri de Müslüman olan "kuzenle­
ri "ni keşfedenler var. Bundan böyle, Arnavut ya da Kürt ya da
Arap ya da karma kökenlerinden söz etm eye kararlı olanlar
var. İnançları ya da aile gelenekleriyle, Ankara tarafından
uzun süre bastırılmış, ama bugün belleklerinin tüm diriliği ile
ve olanaklarıyla gün ışığına çıkmış olan az ya da çok ayrışık
tarikatlara girenler var.
Bütün bunların ve daha nicelerinin arasında, Türk kim­
liğini reddetmemekle birlikte onu göreceleştiren, başka şeyle
ilişkilendiren, totolojik bir söylemin (Türk Türk'tür) boş tekra­
rından daha başka bir şeye doğru harekete geçirenler çoktur.
Rahmetli Cumhurbaşkanı Turgut Özal'ın imzasını taşı­
yan bir eser (o zaman başbakandı) Avrupa'daki Türkiye, bu
karışıklığın şaşırtıcı bir örneğidir. Türkiye'nin Avrupa ile bü­
tünleşmesinin uzun bir savunması olan kitapta Türkiye'yi ya
da daha çok Anadolu kavşağını öven resmi tarih anlatılır. Fa­
kat işte asıl bu Türkiye sorunsaldır. Bazen Türklerden çok da­
ha fazla Anadolululardan söz eder. Türkiye adını Haçlılar uy­
durmuşlarmış, Türkler yaşadıkları topraklardan hiçbiri için bu
adı asla kullanmamışlarmış (sy. 132). Aslında bu karışıklık bir
kere şanstır. Çünkü modern bir devlet meşruluğunu, sadece
uzun vadede etnik dışlanmışlık ya da dinsel bir kimlik üzeri­
ne kuramaz. Hele de bu devlet belli bir laiklik yerleştirmeye
çalışıyorsa. Dinsel, ulusal ya da ideolojik bir topluluklar çok­
luğunun tek başına yasa koyma iddiasından vazgeçip birlikte
yaşamanın kurallarına ulaşma ve uzlaşma gibi bir arayışa gir­
mesiyle gerçek laikliğin temeli kurulur.
Bu, sadece dini devletten değil, tarihi de devletten ayır­
mayı, anlatıların çokluğunun olanaklı olduğu tarihsel bir uzam
ve 'aidiyetlerin" artık ayıncı olmadığı tamamen siyasal bir
uzam yaratmayı gerektirir: Bu bakımdan, Türk nüfus cüzda­
nında din hanesi bulunması, bu insanları topluluklarının içine
hapsetmeye neden olur ki bu tarzı haklı görülemeyecek bir
ayrımcılıktır. Dinden dönme, başka bir dine geçm e, kendini
keşfetme, hatta kendine başka soyagaçları uydurma hakkı
yok mudur? Hem sonra, hiçbir ulus 'saf', katışıksız ve her ba­
kımdan (etnik, dilsel, dinsel, tarihsel, vb.) özdeş değildir. Bir
ulus çoktan karmaşık bir tarihin bileşkesidir. Modern bir dev­
let fazlasıyla bir uzlaşma, bir karmadır.
Dolayısıyla, Türk Cumhuriyetinin günün birinde tarihi
ile karşılaşması, kendi kendine tarihler anlatmadan, onun
hakkında konuşması, bu tarih üstüne bir tartışmaya yer açma­
sı ve artık onu resmi kararnamelere konu etmemesi gereki­
yordu. Ve işte burada Türkiye'deki gibi bizde de geçerli olan
çağdaş tarihin çelişkilerinden biri, üçüncü yara karşımıza diki­
lir: Sanki tarih yapmak, etkin bir tarih yapmak, ulus devletle­
rin gelişmesinin belli bir anında, devlet adamlarının resmi ta­
rihi "durdurma"lanna, bir tür tarihsel Karar almak ve artık ka­
zanılmış tarih mirasını çekip çevirmek durumuna, tarihi ger­
çekten yapan, anılan ve izleri sorgulayan herkesi tarihin dışı­
na atmak zorunda kalınmasına indirgenmiş gibidir. Aynca,
sanki gerçek geçm işe karşı sonsuz borçlu olmayı kabul etm ek
için, tarihçilerin siyasetten ve tarih eyleminden uzak durmak­
tan ve hatta bazen her türlü tarih yapma olasılığını yadsımak­
tan, durup durup geçmişi üretmekten daha başka bir şey yap­
maları gerekirmiş gibi.
Böylece tarihi, belleği olmayan bir gelecek vaadi üzeri­
ne veya sadece tasanlanna ve cumhuriyetlerine yaraşır bir
borç uydurma üzerine kuranlar ile kestirilemez bir gelecek
tehdidine büyük olasılıkla daha duyarlı olan ve tarihi, ölümün
bile bir araya getirem eyeceği geçmiş varlıklara karşı sınırsız
borçlardan, kesintili, kopuk bir uzam olarak değerlendirenler
çıkabilecektir. Geçmişle ikinci türden ilişki geliştiren toplum-
lan tanımlamak için ulusal sonrası demokrasi sözü kullanılır­
sa da, bu terim ulusal bağı zayıflatan, bölünmeleri ve koşut
ağlan arttıran eksik bir anma çalışması üzerine oturur.
Bu aşamada, şemalaştırırsak karşımıza karşıt iki tip çı­
kar: 1) Ulusal tarihin simgeleştirmek ya da anıtlaştırmakla gö ­
revli olduğu umudu üstüne kurulmuş ama gerçekte unutma
ya da daha çok "modernliğe giriş"' şoku belleği bastırdığı için
bellek yitimi üzerine oturan modern cumhuriyet tipi. 2) Hep
olası en beterinden korkma üzerine kurulmuş ve borç duygu­
sunu, geçmiş kurbanlara karşı borç, gelecek kuşaklara karşı
vb. borç duygusunu sürekli olarak işleyen çağdaş demokrasi
tipi. Entelektüel yaşamımızı bu karşıtlığın ufku sardı. Bu, aynı
zamanda hem geçmişimizin diri bir belleğine, hem bu geçm iş­
ten birazcık kurtulmuş bir şimdi üretecek yeteneğe sahip ola­
mayacak hale geldiğimiz anlamına gelir.
Ama Türk tarihine ve belleğine dönecek olursak bu,
Türkiye Cumhuriyeti "ulusal sonrası"' bir demokrasi olma yo­
lundadır mı demektir? Kısmî anmayı yani resmi ulusal geçm iş­
le daha gevşek, daha zayıf bağı kabul etmek mi demektir? Din
işlerine (özellikle İslam'a) karışmayı bırakacak ve dillerin, ta­
rihlerin, vb. çeşitliliğini köstekleyen çeşitli sansür kuramlarını
kaldıracak mıdır? Sadece oradaki Lazlan ya da Kürtleri veya
Zaza'lan (Şii Kürtler) değil, ama Orta Asya Türkmenlerini ya
da Bosnalı Müslümanları, iş aramaya gelen Arapları, mitleşti-
rilmiş toprak düşleyen Ermenileri, üretebildiklerini satmaya
gelen Bulgarları ya da Rumenleri ya da yazlıklarında yaşama­
ya kararlı Almanları kendi topraklarında kabul edecek güç ve
olanaklara sahip olacak mıdır?
Ve bütün bunları yaparsa, hâlâ "tarih yapabilecek", tarih­
sel kararlar alabilecek midir? Hâlâ cumhuriyetçi anlamda bir
"tasarısı", ortak ülkü ve eylem e önerebileceği bir şeyi olacak
mıdır? Cioran, Tarih ve Ütopya'da, ütopyasız eylem olmaz,
der. Umutlanamayacaksa, felaketlere dayanamayacaksa, Türk
halkının tarih yapma yeteneği olacak mıdır? Bellek yitimi ve
dışlama üzerine kurulmuş tarihsel bir eylem ve her şeyi kap­
sayan, tarihsel iktidarsızlığa açılan bir bellek arasındaki bu tu­
zaktan nasıl kurtulabilir?
Belki de anıtsal unutmanın ve bitmez tükenmez borcun
aynı sorunsala, yaralı bellek sorunsalına ait olduğunu kabul
etmek gerekir. Bir Ermeni tarihçi ile bir Türk üniversite öğren­
cisinin karşılıklı konuşmayı kabul ettikleri Autrement'ın bağış­
lama üzerine bir sayısında, bunu fark ettiğimi sanmıştım. Kuş­
kusuz, Ermeni kimliği, toplu kıyım etrafında (kimliksel ama ta­
rihsel olmayan bellek, ölülerini göm em eden yol kıyılarına bı­
rakanların belleği); Türk kimliği ise, bellek yitimi, silip atma et­
rafında (haritadan silinecek bir memleketin yaşamsal refleksi
olan geçmişi etkin bir biçimde silme) düğümlenmiş gibidir.
Ama biri suçlama diğeri tahliye kalıpları içinde taşlaşmış bu
iki bellek ilişkisi, birlikte malul bir hafıza, yaralı bir bellek
oluştururlar. Bu hasta bellek delidir: Artık öteki belleğe bir
tepkiden, bir belleğin diğerinde açtığı oyuktan başka bir şey
değildir.
Kuşa çevrilmiş bu iki bellek biçimi arasındaki bu karşıt­
lığın bitmediği, şiddetinin ileride yeni trajedilere yol açabilece­
ği görülmedikçe, yıkımın büyüklüğü anlaşılamaz. Sadece Er­
menilerle değil, örneğin Kürtlerle de. Onlar tarihsel dehaları­
nın ulus devletsiz varlıklarını sürdürmek olduğunu ve uzun va­
dede, ulus devletlerden daha umut vaat eden daha başka "si­
yasal yaşam biçimlerinin' potansiyel buluşçulan olduklarını
unuturlarsa, Türkler de, bu ulus devlet çerçevesini aşmayı ba­
şaramazlarsa, memlekette karma bir topluluk dokuyan binler­
ce evliliği unuturlarsa, iki ulus da farklılıklara boş verip kendi
cumhuriyetçi bütünlüklerini, hakkaniyete boş verip kendi de­
mokratik özgürlüklerini gerçekleştirmek ya da yeniden kur­
mak umudunu geliştirirlerse, işte o zaman, korkunç tarih ay­
nı sahneleri, hiçbir şeyin gelip kırmadığı ve aynı anıtsal unut­
mayı, aynı bitip tükenmez borcu doğuracak olan aynı sahneyi
tekrarlamaya devam edebilir.

Anlaşmazlığın Diri Belleği


Unutkan umut ile borç saplantısı arasındaki bu karşıtlık­
tan çıkılabilir mi? Yarasını tekrarlayacak bir belleğin tuzağın­
dan çıkılabilir mi? Konuyu kapatmak için bağışlamadan, "bor­
cu ve unutma"yı kırma yeteneğinden (A utrem entın bağışlama
üzerine sayısı için önerdiğim alt başlığa göre) söz edeceğim .
Çünkü bağışlama küçük bir ahlâk ve kişisel bir din meselesi
değildir. Bir “beyzadenin" belli koşullarda bir "soysuzu" bağışla­
dığı bir m esele de değildir. Bu başka bir şeydir; geçmişle, bel­
lekle, sadece utkularla değil, acılarla da dolu tarihle, telafi edil­
m ezle ilişkinin olduğu her yerde vardır. Belki sadece kuşaklar­
dan yola çıkarak tarihe bakabilmek demek olan bağışlama ye­
tisi olmadan, belki de ne tarihsel bellek, ne tarihsel eylem
olur; eskilerin yası ile çocukların dogmasının bir karışımı...
Yaralı belleğin simgesel yeri Ermeni-Türk anlaşmazlığın­
dan yola çıkarak, böylesi konularda bağışlamadan söz etm e­
ye karşı okuyucu, zihnindeki güçlügü ve direnci pekâlâ Arap-
Türk -zorlayacağım - Yunan-Türk, Kürt-Türk, vb. anlaşmazlıkla­
rında da yaşayabilirdi. Bu anlaşmazlıkların her biri özgün bir
yaraya tekabül eder. Ama tutulacak yol aynı olacaktır, tik ola­
rak, karşılıklı tavırların meşrulaştırmaları kabul edilebilir ve
bağdaşmaz olarak göstermesinden ileri gelen bir çatışma faci­
asıdır. Gerçekten de, unutma hakkı kabul edilebilir ve Türkler
anımsamaya zorlanırlarsa, onlara bütün yapılanları hatırla­
tmak gerekecektir; kuşkusuz, bellek hakkı da kabul edilebilir
ve Ermeniler unutmaya zorlanırlarsa, her şeyi silmek ve onla­
ra "memleketlerine" dönme izni vermek gerekecektir.
Böyle bir anlaşmazlıkta zor olan, belki de olanaksız
olan, görüldüğü gibi, hem işlenmiş haksızlığı ifade edebile­
cek, hem ona maruz kalanlann dinleyebileceği ya da uğranı­
lan haksızlığı dile getirebilecek ya da haksızlığı işleyenlerin
dinleyebileceği bir dil bulmaktır. İşleyenler kimlerdir? Uğra­
yanlar kimlerdir? Kim hangi kurbanlar adına konuşuyor? Bura­
da benim sorum bu değil. Benim sorum anlaşmazlıklann özü­
nü oluşturan güçlükte, görünüşte umarsız dil ayrışıklığında
yatmaktadır.
Bu umarsız durumun korkunçluğu bir dilin olanaksızlı­
ğından kaynaklanıyor. Denilebilir ki bağışlama, haksızlığı dile
getirmeye çalışan o söz ise, aynı zamanda başkasının onu
sözcelemesini, ondan caymasını sağlayan da sessizliktir. Bu
durumda, dehşet laflarından gına getiren Ermeni diasporası
içinde daha başka seslerin kendini duyurabilmesi için, Türk
topluluğunun kendini aklamaya yönelik resmi söylemi savun­
ma çabalannı bırakması gerekir. Ama Türk toplumu parçalan­
madan, kendi kimliğinin oturduğu kaideyi kaybetmeden bu
bellek yitimi söylemini kırabilir mi?
Öte yandan, Ermeni topluluğunun da toplu kıyım konu­
sunda biraz susması, bu sessizlik içinde Türk toplumunda
resmi versiyondan başka seslerin yükselebilmesi için suçla­
mayı ve konuşmayı kesmesi gerekir. Şimdiyi başkaca yönlen­
diren bu yeniden anmaya hayati bir gereksinim vardır. Kitap­
lıklardaki tarih yazılarının, yaşam öykülerinin, tarihsel tanıklık­
ların başansı bunun kanıtıdır. Ama Ermeni diasporası dağıl­
madan, ortadan kaybolmadan susabilir mi? Konuşmak onun
için hayati önem de değil midir? Kendi içinden başka anıların,
başka taşanların çıkmasını kendi kabul edebilir mi? Dram iş­
te budur.
Böylelikle görüş açılarının görece dağılmasına neden
olan ne resmi versiyonlar monologu, ne de atomculuk olacak,
ama uzlaşma olacak bir tarihi özgürleştirmek için belki faci­
aya kadar, birçok anlatıyı, birçok anlatımı karşı karşıya getiren
anlaşmazlığın canlı belleğine kadar gitmemiz gerekir. İçinde
anıların çoğulluğunu taşıyacak ve onları bu anıların sadece
kendi iddialarından bazılarını oluşturacak, bazılarını kaybet­
meyi kabullenmek zorunda kaldığı bir noktaya götürecek ka­
dar geniş ve çok merkezli bir anlatı dem ek istiyorum. Benim
burada bağışlama dediğim şey işte bu ve büyük olasılıkla ta­
lihsiz bir ifade. Ama söz konusu olan şeyi - kesinlikle tem el­
den çözmekten bir tür vazgeçmeyi, dolayısıyla iki tarafın nasıl
bir rol oynayacağını bilmeyen bir bağışlamayı, ne bağışlayanı
ne bağışlananı olan bir bağışlamayı - daha iyi anlatacak bir
başka deyim var.
Böyle yaparak, burada bağışlama dediğim şey, uzlaş­
mayı ve onun sonucunda kimliklerimizin değişime uğrayaca­
ğını kabullenme, ıstıraplı bir bellek yitimini hasta ve öç sap­
lantılı bir belleği silebilecek canlı bir belleğe dönüştürür. Ya­
ni zaman içinde geçmişin acılarının ortadan kaldırılmasını ya
da gelecekteki ilişkilerin kolaylaştırılması amacıyla geçm işin
acılarının da tümden göz ardı edilmesi, kırılan umutların çü­
rümüş umutlar olmasını da kabul etmez. Geçmişte ezilmiş ya
da derinlere gömülmüş olasılıkları yeniden açar, kısacası
unutmayı kırar. Ama borcu da kırar; usandırıcı yinelem eden
daha başka geleceklere yol açar; geçmiş, artık ölü bir üye o l­
mamalı, bize geri verilmelidir; böylece yeniden bütünüyle
şimdiye, içinde bir başka şeyin beklentisini taşıyan eylem e
ait olmalıyız.
Şunu söyleyelim: Bundan böyle olası gelen bu şaşkın
anma, acısız ve kayıpsız olmayacaktır; sadece Türk toplumu
için de değil. Göstermeye çalıştığım gibi, Türk tarihi söz konu­
su olduğunda, AvrupalI tarihçilere özgü kavramların titremeye
başlaması bir rastlantı değildir. Bizim AvrupalI kimliğimiz de
birkaç yüzyıllık süre içinde, Osmanlı kuşatmasının dayattığı
dar uzamda oluştu. Canlı anma ve bir tasarı uzamı açma ça­
lışması yapmak için iki tarafın da başka kimlikler olmak üze­
re biraz kimlik yitirmesi gerekiyor. Ama ne de olsa, gerçekten
önemli tek şey değildir kimlik.
Pantürk Düşü
François Qeorgeon

Sadece Araplar ile Balkanlann Hıristiyan halkianna egemen


olabilmiş OsmanlIların son düşü, Türk dünyasının tümünü birleştir­
mek oldu. Bu düşünce, SSCB'nin çöküşünün yarattığı boşluğu şaş­
kınlıkla izleyen Cumhuriyetin de içinden geçti.

Edirne'den, Orta Asya'ya ve oradan İpek Yolu'nun Çin


vahalarına dek, bütün Türk halklarının birliği...". Pantür-
kizm'in bu tanımını bize André Malraux veriyor. 1948'de ya­
yımlanan, Les noyers de l'Altenburg adlı bu alışılmadık otobi­
yografik yapıtında, İnsanlık Durum u'nun (La Condition Huma­
ine) yazan, özlü anlatımlı birkaç sayfayla "Turancılık" dediği
şeyden söz eder. Öykülemeci (André Malraux'nun kendisi mi
?), Alman ordusunda subay olan ve Balkan savaşları sırasında
geçici görevle Enver Paşa'nın yanma, İstanbul'a gönderilen,
aslen Alsace'Iı babası Vincent Berger'i sahneye koyar.
Bu dönemde. Jön Türk devriminin kahramanını "Turan­
cılık tutkusu yiyip bitirmiş"ti. Osmanlı İmparatorluğu'nun Bal­
kanları kaybettiğine kesin olarak inandığından, "Turancılık"
düşünü gerçekleştirmek, "başkenti Semerkand olacak Jön
Türk İmparator! ugu'nu kurmak için gözlerini Doğuya çevirmiş­
ti. Orta Asya Türkleriyle ilişki kurmak isteyen Enver Paşa, Al-
manlann da etkisiyle, kâşif olarak oraya Vincent Berger'i gön­
dermeye karar vermişti. Bu sırada Vincent, hiç beklemediği
bir gerçeği keşfediyordu: Kabilesel ve dinî kimlik, etnik Türk
uyruğundan daha üstün geliyordu. "Kuran yasasından başka
hiçbir şey, Pers'ten Semerkand'a uzanan göçebe ya da yerle­
şik toz kümesini birleştiremiyordu (...). Kemikleşmiş bir İslam,
kalıntıları arasında, dağlarının çıplaklığı ile beyaz gökyüzünün
debdebeli titremesi arasında, bu uyurgezer halkı ayakta tutan
tek iskeletti." Sonuç: "Türklerin yeni tutkularını canlandıran
ve belki Konstantinopolis'i kurtarmış olan Turan yoktu." An­
cak Enver Paşa silahlan indirmeyi reddediyordu; Turan zorun­
luydu, mutlaka olmalıydı: "Eger Turan henüz kendinin, bilin­
cinde değilse, ona bu bilinci verm ek bize düşüyor!"
Doğrusu tuhaf bir öykü. Malraux'nun uydurma konusun­
daki yeteneğini unutan bazıian, bu öyküye oldu gözüyle bak­
mıştır. Daha az çabuk kanan bazıian ise, yazann imgeleminin,
Orta Asya bozkırlannda dolaşmış olabileceğinden kuşkulanır.1
Son olarak diğerleri, bu bilmecede bir yer ve bağlam değişik­
liğinin farkına varmıştır: Alman-Sovyet paktıyla yüzüstü bırakıl­
mış İspanya'da iç savaşa katıldıktan sonra, devrimci güzergâ­
hını açıklamak amacıyla Malraux, bir başka "uluslararası" ha­
reketten, komünizmden özgürce söz edebilm ek için Pantür-
kizm hikayesinden yararlanacaktır. Lucien Goldmann, Les no­
yers de l'Altenburgîa ilgili olarak şöyle yazar: "Türkiye için
Rusya'yı, Abdülhamit için çarlık rejimini, Panislamizm için
Panslavizmi, Almanya tarafından desteklenen ilk Türk devrimi
için Batı güçleri tarafından desteklenen Şubat Devrimim, Tu­
rancılık için komünizmi ve son olarak belki Enver Paşa için
Stalin'i okumak gerek."2

1 M alrau x'nun öykü sü . T ü rk iy e'd e kuşkusuz ç o k ilgi uyandırdı. Bkz. A n d ré Mal­


raux. Turan Yolu. ("L a R ou te d e T o u ra n ") İstan bu l, 1965, n o y e rs d e l'A Ite n b u r-
g, F an tü rkizm e ayrılm ış sayfalarının Sabahattin Eyü boğlu tarafından yapılan ç e ­
virisi. Sunuş ya zısın d a E yüboglu. ayd ınlatıcı b ilg ile re u la ş a b ilm e k için p e k ç o k
k ez M alrau x'yla g ö r ü ş m e y e çalıştığını, a n ca k on u n kendin i g izle d iğ in i anlatır.
2 Lu cien G o ld m a n , P o u r une S o c io lo g ie d u R om an, Paris, G allim ard, 1964, sy.
166-167. Bkz. A n d ré M alaux, C ah iers d e l'Iie rn e , G allim ard, Paris, 1982, sy.
66 .
ne olursa olsun, Malraux'nun dehası, Pantürk olayının
dramatik bahislerini tüm boyutlarıyla kavrayabilmiştir: Balkan
savaşlarının açtığı yara, Osmanlı İmparatorlugu'nun çöküşü,
Almanya’nın politikası, Enver Paşanın rolü, geniş alanların
çagnsı, yerel gerçeklikler, düşün payı. Bir Türk Başbakanının,
Malraux'nunkileri anımsatan terimlerle "Adriyatik'ten Çin du­
varına uzanan bir Türk dünyasf'ndan söz edebildiği bugün,
gündemdeki olaylar bizi, zamanda ve mekanda, yeniden Pan­
türk yolculuğuna çıkmaya çagınr. Acaba bu çağrı yolun sonun­
da biz de bir hayalet bulalım diye mi?

Bir İmparatorluk Bir Diğerini Gizleyebilir


Yüzyılın başında, Pantürkizm henüz yeni bir kavramdır.
Balkanlardan Çin'e uzanan Türk halkları arasında bir birlik ol­
duğu duygusu da öyle. Osmanlı împaratorlugu'nda Türk kim­
liği, Müslüman kimliğinin arkasına gizlenmişti: Türk, Kürt, Ar­
navut ya da Arap olmadan önce, Müslüman olunuyordu. Yö­
netim çarkının üyesi olmak için Osmanlı-Türk'ün bilgisi gerek-
tigi durumu saymazsak, Türk olmak hiçbir biçimde bir ayrıca­
lık oluşturmuyordu. Matta aynı "Türk" sözcüğünün, küçümse­
yici bir anlamı da vardı; İstanbulluların kaleminde ya da ağzın­
da, 19.yy'ın sonuna dek hâlâ "kaba köylü, dağdan inmiş" an­
lamını taşıyordu. "Türkçülük", 19.yy'da, önce Yunanlılar, Bul-
garlar ya da Ermeniler arasında, daha sonra da Müslümanlar
(Araplar, Amavutlar) arasında baş gösteren ulusçuluk akımla­
rına karşı oluştu.3
Aynı anda, aydınlar arasında da bir Türk kimliği duygu­
su gelişm eye başlıyordu.4 Bunda Batının Türkoloji çalışmala­
rında kaydettiği gelişme önemli bir rol oynamıştı: Guignes, ve
18.yy'ın ortalarında kaleme aldığı yapıtı Histoire générale des
Huns, des Tures, des Mongols et autres Tartares occidentaux-
dan, Arthur Lumley Davids ya da Arminius Vambery'ye, Rad-
lo ff ve Thomsen'a dek, Avrupalı bilginler, filologlar, gramerci-

3 Pa n tü rk izm e ilişkin bir ortak yap ıt için, bkz. J a c o b Landau, Pan-Turkism in Tur­
key, a Study in Irredentism , Lond ra, 1981.
4 Bkz. D a vid Ku shner, The Rise o f Turkish Nationalism , 1 8 7 6 -1 9 0 8 , Lond ra,
1977.
ler ve tarihçiler, Türk halklarının geçmiş tarihi ve evrimine iliş­
kin bilgimizi arttırdı. Araştırmaları belli sayıda olaya açıklık ka­
zandırdı: Özellikle Çin yıllıklarından tanıdığımız İslam öncesi
Türk tarihinin önemi (Osmanlı vakayiname geleneğinde bu si­
linmişti); 8. yy'm ortalarında, Orhun anıtlarının çözülmesiyle
ortaya çıkarılmış, Türk dilinin eskiliği; Türk halklarının tümü­
nün dil ve uygarlık birliği. Batıda Türkolojinin bütün bu yeni
verileri, Ahmet Vefık Paşa ya da necip Asım gibi bilginler ve
yaygınlaştmcılar tarafından kültürlü Osmanlı halkının bilgisine
sunuldu. Sonuç, yavaş yavaş bir Türk kimliği duygusunun tel­
kini oldu. 1897'de, bir şair, Mehmet Emin Yurdakul, "Türk
ulusu" ve "ırk"ının büyüklüğünü açıkça öven Türkçe şiirler
derlemesini -Osmanlıca değil- yayımlayarak küçük bir yazın
devrimini (sonu büyük bir politik devrime varacak olan) baş­
latıyordu.
Osmanlı İmparatorlugu'nda, Türk halkları arasında -kül-
türel- bir birlik düşüncesi oluşmaya başladığında, Rusya Türk-
leri arasında da yavaş yavaş -politik- bir birliğin zorunlu oldu­
ğu düşüncesi kendini kabul ettiriyordu. Rus egemenliğine,
Panslavizm tehlikelerine, kimliklerini tehdit eden Aleksandr 111
döneminde asimilasyon politikasının güçlenmesine boyun eğ­
miş, Çarlık rejiminin "allojen"* Müslümanları için (onda doku­
zu Türkofon) zorunlu. Bu direniş hareketinin başında, Rus he­
gemonyası konusunda uzun süreli bir deneyimi olan -16.yy'ın
ortalarından beri- Kazan (ya da Volga) Tatarlan bulunuyordu.
Kazan ve Orenburg'lu Müslüman burjuvazinin atılımıyla Tatar­
lar, 19.yy'ın ikinci yansından itibaren, dikkate değer bir eko­
nomik, toplumsal ve kültürel gelişm eyle tanışır. Rusya Müslü-
manlan arasındaki dagılımlan, ticari yetenekleri, Türkistan'da
Rus kapitalizminin rekabetine karşı koyma istekleri, onları do­
ğal olarak, Çarlık imparatorluğunun birçok Türkofon grubu
arasında bir köprü rolü oynamaya itiyordu.5 Bu birleştirme is­
teğinin sözcüsü, kendisi de bir Kınm Tatarı olan Gaspıralı İs­

A llo je n : Bir y ere, bir ü lkeye yakın bir d ö n e m d e g e lm iş p o p ü la syo n la ra den ir,
y erlinin karşıtı.
5 Bu alan d a A le x a n d r e B en n igsen v e C hantai L e m e rc ie r-Q u e lq u e ja y 'in ç a lışm a ­
ları ken din i kabu l ettirir. Bkz. S erg e A. Z ên k o vs k y , P a n tu rkism a n d İsla m in
Tıırkey, C a m b rid g e (M ass.), 1960.
mail Bey olacaktır; 1883'ten itibaren, İsmail Bey, Türkiye
Türkçesine yakın bir dil kullanan ve Rusya Türkleri arasında
bir "dil, düşünce ve eylem birligi"nin gerçekleştirilmesi yolun­
da yayın yapan bir gazeteyi, Tercüman-ı Ahval-i Zaman-ı ya­
yımlamaya girişti.
Panslavizme karşılık Rusya Müslümanlarının politik Pan-
türkizmi ile OsmanlI İmparatorlugu'nda kimlik sorusuna yanıt
olarak oluşturulmuş kültürel Pantürkizmin karşılaşması, 1908
Jön Türk devriminin ertesinde oldu. 1905-1906 yıllarının kar­
gaşasından sonra, Rusya Türkleri baskılardan kaçmak zorun­
da kalmıştı. Birçoğu kendini, İttihat ve Terakki cemiyetinin ko­
ruyuculuğunda, görece özgürlük ortamına kavuşan bir Türki­
ye'de buldu.
Pantürk ideolojisinin tarihinde bir diğer kilit dönem,
1911-1913 yıllan oldu. Trablusgarp'ın -İmparatorluğa ait son
Afrika toprağı- İtalyan ordusu tarafından fethedilmesi, Balkan
koalisyonu yaranna Rumeli'nin kaybedilmesi, İstanbul'un ka-
pılannda kamp kuran Bulgar ordulannın tehdidi, Osmanlı seç­
kin sınıfında gerçekten büyük bir sarsıntı yarattı; bu sınıf, ül­
keyi uçurumun kenanna götürmenin suçlusu gibi görülen po­
litik eğilimleri yeniden tartışmaya başladı: Osmanlıcılık ve Jön
Türk liberalizmi. Bu sırada, Osmanlı aydınlan ile yöneticilerin­
den bazıian, yeni bir dayanışma ilkesi ile yeni bir ufka sahip
yeni bir politik formüle yönelm ek zorundaydı. Bu düzlemde,
1877-1878 savaşından sonra ortaya çıkmış olana benzer bir
tepkiye tanık oluruz; o zamanlar, Rus ordulan karşısındaki ye­
nilgiler Osmanlı sarayını Panislamizme yöneltmişti. 1912-
1913 yıllanndaki yenilgiler ise, Osmanlı seçkin sınıfının bir
bölümünü Pantürkizme yöneltecekti. İki durumda da, Osman­
lI İmparatorlugu'nun çökmesine, ileri kaçışla yanıt verilmesi

söz konusudur.
Ve bu sırada Pantürkizm, örgütlü bir harekete dönüşür.
Dernekler kurulur, kamuoyunu seferber etmeye çalışan yeni
mecmualar basılır.5 Daha da önemlisi Pantürkizm, İttihat ve
Terakki cemiyetinin içine sızar: Rusya'da çok sayıda Türk (Hü-

6 Bkz. M asam l Arai. T u rkish n a tio n a lis m in th e Young Turk Era. L e y d e , 1992.
seyinzade Ali, Ahmet Agaoglu) Jön Türk hareketinin belli baş­
lı üyelerinden olur. İttihat ve Terakki cemiyetinin başlıca lider­
lerinden biri olan Enver Paşa'nın da davaya katılması sağlanır.
Hareketin artık bir ideologu da vardır: Ziya Gökalp.
Durkheim'in tilmizi bir toplumbilimci olan Gökalp Türk kültü­
rünü araştırır: Ahlâk, aile, dil, gelenekler, folklor, Pantürkçü
bir bakışla mezardan çıkarılır. Gökalp aynı zamanda, evreleri
saptayarak Pantürk tasarısının coğrafî sınırlarını çizer: Önce­
likle Türkiye, sonra Oğuz Türklerinin (Balkanlardan Türkme­
nistan'a Türklerin bulunduğu topraklann Güney kolu) birleşti­
rilmesi, son olarak da Adriyatik'ten Sibirya sınırlarına dek tüm
Türkofonları (Türkçe konuşanlan) içine alan Turancılığın ger­
çekleştirilmesi. Bir asırdan daha uzun bir süredir toprakları ya­
vaş yavaş küçülen Osmanlılann düşlerindeki alan. Ziya Gö-
kalp'in sultası altında, yeni bir tarih anlayışı da yerleşir: Bir ta­
rih ki burada Türkler, artık Batılı kronik yazarların göçebe ve
barbar fatihleri değil, İran, Çin ve Tibet'le temas halinde, dev­
letlerin yaratıcıları, görkemli uygarlıkların kurucularıdır. Bir ta­
rih ki buna göre Türklerin İslam'ı benimsemesi, sadece evrim­
lerinin bir parçasıdır. Bir tarih ki Muhteşem Süleyman'ın döne­
mini değil, 13.yy'da Türk-Tatar halklarının büyük birleştiricisi
Cengiz Han'ın dönemini altın çag sayar.
Ziya Gökalp, kısa süre içinde yeni bir kuşağın düşün ho­
cası olur. Sloganları, hedefi on ikiden vurur, dizeleri imgelem­
leri şaşırtır. Örneğin şunlar: Vatan ne Türkiye'dir Türklere ne
Türkistan; Vatan büyük ve mukaddes b ir ülkedir Turan! Eski
folklorik kaynaklardan çıkardığı Kjzilelma gibi -Türklerin vaat
edilen toprağı- efsaneler düşjeri süsler. Halide Edip ya da
Ömer Seyfettin gibi genç yşzârlar, onun açtığı yeni ufuklar kar­
şısında coşkuya kapılır. x
Böylece düşlefde, Osmanlı İmparatorluğu nun kalıntıla­
rı arasında y e n id ir imparatorluk belirir: Türk İmparatorluğu.
Yeni alanların, yeni değerlerin düşü, tarihte ikinci bir karşılaş­
manın düşü. Ancak bu düşün gerçek olması için, önce çok
büyük bir engelin aşılması gerekir.
Yolun Ortasında Rusya
"Adriyatik'ten Çin'e" gitmek isteyen biri, korkunç bir
dağlık engele, Himalaya dag kütlesine çarpar, öyle ki İpek Yo-
lu'nun yaptığı gibi, Türkistan vahaları arasından kuzey yönün­
de ilerleyerek, bu kütlenin çevresinden dolaşması gerekir.
Ama tarihin bu yol boyunca serpiştirdiği Türk halklarının bir­
leşmesinin önüne çıkan bir başka engel daha vardır, politik
engel: Rus engeli. Çarlık ordularının, 1876'da tamamladığı Or­
ta Asya'daki fetihlerinden bu yana, Türkofonların yarısından
fazlası Rusya'nın egemenligindedir; Kırım ve Volga Tatarları,
Azeriler, Başkırtlar, Özbekler, Türkmenler, Kazaklar ya da Kır-
gızlar, vb. Hangi düzeyde olursa olsun, bunları birleştirmeye
girişmek, ister istemez doğrudan Çarlık Rusya'sına, sonra da
Sovyet Rusya'ya çatmak olacaktır.
Şu halde, Türk birliği sorununun, ya da isterseniz Pan-
türkizmin diyelim, niçin, daha şimdiden bir buçuk asırdır Ka­
radeniz'in iki yanında bulunan iki büyük rakip imparatorluğu,
Rus ve Osmanlı İmparatorlugu'nu düşman eden şiddetli ge­
çimsizliğe (Boğazlar sorununu düşünelim) 19.yy'ın ortaların­
dan itibaren eklenen bir sorundan daha fazlasını ifade ettiği
anlaşılır. Rus politikasının değişm ez eğilimlerinden biri, Kaf­
kasya'nın ve Orta Asya'nın Türkofon popülasyonlarını müm­
kün olduğunca bölmek ve Türkiye'nin onlarda uyandırabilece­
ği ilgiden uzak tutmak olmuştu. Örneğin, Orta Asya dillerinin
transkripsiyonu için. Kiril alfabesinin yararına Latin alfabesi­
nin terk edilmesinin nedeni budur, değişiklik, 30'lu yılların
sonlarında, hem dilleri ayırt etm ek (her dildeki farklı transkrip­
siyon dizgeleri nedeniyle), hem de artık Latin harfleriyle yazı­
lan Türkiye Türkçesiyle iletişimi daha güç kılmak için Stalin ta­
rafından gerçekleştirilmişti.
İstanbul'a gelince, o da 19.yy'ın son çeyreğinden itiba­
ren, atadan kalma eski düşmanını zayıflatma girişimi adına
Rusya Türklerinin haritasından yararlanmaktan geri kalmadı.
Türkiye'de Turancı etkinliklerin en hafif döneminin -iki savaş
arasının Atatürkçü dönemi- Sovyet Rusya'yla bir dostluk döne­
mine rastlaması bu açıdan anlamlıdır.
Türkiye'nin, Rusya Türkleriyle dayanışma baglannı, ilk
olarak 1877-1878 Türk-Rus savaşı sırasında, Rusların Türkis­
tan'ı almasından hemen sonra kullandığı görülür. Ancak bu
dönemde, böyle bir tutumu harekete geçiren Türklükten çok
İslam ümmetinden olma duygusudur. Etnik kanıt. Birinci
Dünya Savaşı sırasında Jön Türk yöneticileri tarafından sağ­
lanır: Almanya'nın da teşvikleriyle, Rusya Türkleri arasında
Çarlık İmparatorluğu aleyhine ayaklanmalan örgütlemeye gi­
rişirler. Türk ajanlar, toplulukları isyana kışkırtarak, para ve
silah dağıtarak Orta Asya ve Kafkasya'yı baştan başa dolaşır.
Ancak bütün bunların, doğruyu söylem ek gerekirse, pek bü­
yük bir etkisi olmaz. Hatta tam tersine, Çarlık ordusunda gö ­
revli Müslüman birlikler Romanov'a sadık kalır. Onlan beşin­
ci kolu haline getirmeyi düşleyen İstanbullu Turancılar için
ne acı bir ders!
Soğuk savaş sırasında, Türkiye ve Rusya karşıt saflarda
bulunuyordu. Ancak savaş sonrasında Rusya'nın Ankara'ya
karşı tehditleri, Sovyet ordusunun gücünün artması, Türkiye'yi
çok daha sakınımlı yaptı. Bununla birlikte, Orta Asya Türkle-
ri'nin, Pantürkizm adına SSCB'ye karşı ayaklanma senaryolan-
nın CIA'in dolaplarında bulunabileceği düşünülebilir... Ama ta­
rih daha hızlıydı: Sovyetler Birligi'nin, Rusya Türklerinin basın­
cıyla patladığı bildirildiği halde, olaylar farklı bir yön izlemişti.
Sovyetler Birliği bu basıncın etkisiyle değil, tersine dış basıncın
etkisinde, tam bir iç patlamayla parçalanmıştı.
Pantürk eylemleri, Rusya açıkça zayıflama belirtileri gös­
terdiğinde yoğunlaştı. Bu nedenle, Pantürkizmin testere dişli
tarihi, Rus konjonktürünün evrimini yakından izler. Böylece
üç çetin dönem ayırt edilebilir.
İlki 1905-1906 yıllarına rastlar. Bu dönemde, Rusya, Ja­
ponya karşısında uğradığı askeri yenilgilerle ve ertesi yıl ülke­
yi saracak devrim çalkantısıyla güçsüz düşer. Pantürkizmin
politik kuramını ilk olarak gözler önüne seren bir metnin, Ta­
tar Yusuf Akçura'nın kaleminden çıkan "Üç Tarz-ı Siyaset" ad­
lı metnin. Mart 1904'te, Port-Arthur'da, Japonlar tarafından
Rus filosunun torpillenmesinden birkaç hafta sonra yazılmış
olması bu açıdan anlamlıdır.7 Rusya Türkleri, örgütlenme ve
haklarını isteme fırsatını kaçırmaz. 1906'da, Rusya'nın baskı­
sı, etkinliklerini kısıtlamadan ya da onları sürgüne zorlamadan
önce, Pantürk kongrelerini toplamış ve bir Rusya Müslümanla­
rı Birligi'ni kurmuşlardır.
Pantürk eylemlerinin ikinci çetin dönemi: 1917 Rus dev­
rimi. Şubat Devriminin yol açtığı ilk karışıklıkların ardından
Rusya'daki Müslümanlar örgütlenir ve 1917'de, Moskova'da,
Rusya'nın tüm Müslüman bölgelerinden gelen 900 delegeyi
buluşturan büyük bir kongre toplanır. Ancak bu çabalann so­
nu, daha çok, Rusya Müslümanlannı birleştirme partizanlarıy­
la federasyon partizanları arasında bir anlaşmazlığa varır. Rus­
ya Türkleri'ni birleştirme girişimleri, özerklikler ve çıkar ayrı­
lıklarına çarparak başarısızlığa uğrar.
Osmanlı orduları ise, Brest-Litowsk banş antlaşmasın­
dan ve Sovyet gücünün Kafkasya'daki yenilgisinden yararlana­
rak Eylül 1918'de Bakü'yü işgal eder. Yavaş yavaş bir Türk
toprağı oluşuyor muydu yoksa? Ama hayır. Osmanlı işgali sa­
dece birkaç ay sürer. Birkaç yıl sonra, Enver Paşa, Türk bölük­
lerinin Sakarya'daki zaferinin ardından Anadolu'ya girme
umudunu yitirince, şansını Orta Asya'da dener. 1921'in so­
nunda, Buhara bölgesine gider ve Sovyetlere, Basmacılara
karşı ayaklanma hareketinin başına geçer. Türkistan şeflerinin
yaptığı karşılama pek sıcak olmasa da o, geleceğin Türk İmpa-
ratorlugu'nun çekirdeği olacak bir birliği gerçekleştirebilmeyi
umar. Ağustos 1922'deki ölümü, Turancı tutkulara son verir.
Ancak Enver Paşa, maceraperest karakteri, yiğitliği ve kahra­
manlığıyla, Pantürkizm ülküsünün simgesi olarak kalacaktır.
Düşleri, Sovyet gerçeğine çarpıp kırılmış olsa da.
Pantürkçü etkinliklerin üçüncü dönemi: 1941-1944. Al­
man orduları Sovyetler Birligi'ni istila etmiş, hızla Kafkasya'ya
girmektedir. Almanların olağanüstü başarısı, Türkiye'de aşırı
sag ve Turancı çevrelerde (ki bunlar genelde aynıdır), eylem ­
ci tutkuları yeniden alevlendirir. Ve bunlar, resmi olarak hâlâ

7 BKz. F rançois Q e o rg e o n , A u x O rig in es d u n a tio n a lis m e Turc, Y u su f A k ç u ra


(1 8 7 6 -1 9 3 5 ), Paris, 1980, sy. 27.
tarafsız olduğunu ilan eden Ankara hükümetini, ülkeyi Mihver
güçlerinin yanında savaşa sokmaya teşvik eder. Wehr-
macht'ın baskısı altında Sovyetler Birligi'nin çökmesi halinde,
Pantürk davasına yeni bir şans sunulmuş olacaktır. Turancılar
örgütlenir, seslerini duyurmaya ve gösteri yapmaya başlar, Kı­
zıl Ordu'ya karşı gerilla hareketlerini destekler. Ancak Sovyet
direnişi ve Ukrayna'nın yeniden fethi geri çekilmelerini gerek­
tirir. Türk hükümeti, orduları Balkanlara yaklaşan SSCB'yi kız­
dırmama kaygısıyla, Mayıs 1944'te Pantürk hareketini bastır­
maya girişir: Otuz kadar lider tutuklanır, örgütler dağıtılır ve
Eylül 1944'te İstanbul sıkıyönetim mahkemesi önünde büyük
bir dava açılır. Pantürkizmin bu birden parlaması, kısacası, bir
saman alevinden başka bir şey olmayacaktır.
Niteliği gereği, Rus İmparatorluğu için doğrudan bir teh­
dit oluşturma konusunda çok zayıf olan Pantürkizm, Çarlık ya
da Sovyet Rusya'nın her güçsüzlük döneminde kendini göste­
rir. Ve bugün, kaçınılmaz olarak aklımıza şu soru geliyor: Sov­
yetler Birligi'nin çöküşü, bunca beklenen fırsatı sunmaz mı?

Pantürkizm, Bir Çıkmaz mı?


Bu soruyu yanıtlamadan önce, bir başka soruyu ele al­
mak gerek. Rus engelinin kitlesel karakteri, Pantürk ideolojisi­
nin zayıflıklarını gizlem eye yardım etmemiş miydi? Pantürkçü
hareketin eksikliklerini maskelemeye uygun bir oyalama göre­
vi görmemiş miydi?
Bu soruyu daha anlaşılır kılmak için Pantürkizmi, bir
metropolün etrafında dağılmış popülasyonları birleştirmeyi
amaçlayan bir başka hareketle, Pangermanizmle kıyaslamak
yararlı olabilir. Öncelikle şunu söylemeliyim ki, Pangerma-
nizmde "Irk" ya da "halk" kavramı temel olduğu halde, Türk
bağlamında bu söz konusu değildir: "ırk" ya da "etnik köken"
kavramı, Türk politik sözlüğüne kuşkusuz çok sonra girdi -O s­
manlI İmparatorlugu'na 19.yy'ın sonlarına doğru Tatarlar tara­
fından getirildi. Irk kavramına dayanan ulus anlayışı, Rusya
Türkleri tarafından benimsenmiş olsa da, Türk milliyetçiliğinin
düşün adamı Ziya Gökalp, eğitime, dile ve ortak dine dayalı
bir tanım yararına bunu reddetmişti. Zaten Osmanlı Türkleri­
nin tarihsel deneyimi de, bu noktada onları Ziya GpKalp'i izle­
meye çağın yordu. Türklerin çoğu, gururla, Arnavut bir dedesi,
Çerkez bir atası olduğunu ileri sürer. Birka^âşırı dışında, "saf
ırk" ya da bir "üstün ırk" kavramı pek yafidaş toplamadı - o sı­
rada Arapça ve Farsça'dan alınmış sözcüklerden kurtulmuş
bir "an Türkçe" (öz Türkçe) kavramı geniş ölçüde kendini ka­
bul ettirmiş olsa da.
Öte yandan Pangermanizm, Zollverein sırasında ortaya
çıkmış, ağır sanayinin gelişmesine dayalı ve Almanya'nın d o ­
ğal uzantısı sayılan Mitteleuropa yani Orta Avrupa pazan üze­
rindeki egem enliğin kanıtı gerçek bir ekonom ik dinamizme
dayanıyordu. Oysa, bir Osmanlı İmparatorluğu ya da ekon o­
mik az gelişmişlik tehlikesiyle karşı karşıya bulunan bir Tür­
kiye karşısında, Orta Asya hiçbir zaman, Mitteleuropa'nın Al­
manya için temsil ettiği şey olmadı. Peki ileride olabilecek
mi? Bir diğer soru da bu ve bunu daha sonra yanıtlamaya ça­
lışacağım.
Pantürkizmde eksik olan bir başka etken demografik di­
namizmdi -Pangermanizmin yükselişinde bunun çok büyük
bir rolü vardı. Türk halklannın bir geniş kapsamlı birliği dü­
şüncesi, nüfusun anlamlı bir artışıyla desteklenmedi. Osman­
lI İmparatorluğu pek kalabalık sayılmazdı, Kemalist Türkiye
de, uzun süre daha düşük nüfuslu kaldı. 60'lı yıllardan itiba­
ren, güçlü bir doğum oranının etkisiyle demografik yükseliş,
Türkiye'de şiddetle kendini hissettirmeye başladı ve nüfus
fazlalığı, üçüncü dünyadan çıkan işgücü göçü görünümünde.
Batı Avrupa'ya yöneldi; "kurtanlmamış" topraklarda sömürge­
leştirme hiçbir zaman olmadı: Her durumda, soğuk savaşın j e ­
opolitik bağlamı bunu olanaksız kılmış olacaktı. Eger buna,
misyon temasının -bu türden bir başka harekette, Pansla-
vizmde böylesine güçlü olan- Türkiye'nin, dışarıdaki Türk
halklarının yanında yerine getirmek zorunda kalacağı misyo­
nun, kendini hiçbir zaman gerçekten kabul ettirmediğini de
eklersek, Pantürkizm tarihi üzerinde etkili olmuş handikapla­
rın bir örneğine daha ulaşmış olacağız.
Bundan tam bir başarısızlık ya da Pantürkizmin Rus en­
geline çarpmaktan başka hiçbir şeye ulaşamadığı sonucunu
mu çıkarmak gerek? Aslında Pantürkizm, modern Türkiye'yi
derinden etkiledi. Öncelikle, Türk ulusçuluğunun yapıcı evre­
sinde önemli bir rol oynadı. Üstte de belirttiğimiz gibi, 20.yy'a
doğru Türk kimliği diye bir şey yok gibiydi, oysa yirmi yıl son­
ra, Anadolu'da ulusal bir Devlet doğuyordu. Ulusçulukların
(Yunan, Bulgar, Ermeni, ve aynı zamanda Arap ve Arnavut)
yükselişi karşısında, Osmanlı Türklerinin "Türklük"lerini fark
etmesinde Pantürk düşünceler hızlandırıcı bir rol oynadı.
10'lu yıllarda ulusal hareketin önemli simaları arasında, çok
sayıda Turancı da vardı, Hüseyinzade Ali, Ahmet Agaoglu, Yu­
suf Akçura gibi. Bunların düşünceleri ve eylemleri, ulusal ül­
külere biçim ve güç verm ede kuşkusuz etkili olmuştu. Os­
manlI Anadolusu'ndan Türk Anadolusu'na geçm ek için, Pan­
türkizm uzun bir kıvrım izlemiş olmalı. Anadolu'da ulusal dev­
let kurulur kurulmaz, Atatürkçülüğün, SSCB ile kurulmuş iyi
komşuluk ilişkileri için tedirgin edici bir hal almış bir anlayışın
aleyhine dönmesi pahasına da olsa. Türk kimliğinin oluşması­
na getirdiği bu katkıdan başka Pantürkizm, çökmekte olan bir
imparatorluğun seçkin yönetici sınıflarına umut etmek için de
nedenler getirdi. Ve hatta daha da iyisi, Osmanlı toplumunun
temelleri çökeceği zaman, Türk umutlarını bir süre yaşatmış
olan "gizem ci inanç"tı.8
Diğer yanda Türkiye, Türklük adına, cumhuriyetin kuru­
luşundan bu yana, çeşitli nedenlerle topraklarını terk eden
yüz binlerce göçmeni kabul etti. 1923 ve 1949 yıllan arasın­
da, 877.000 göçmenin, Türkiye'ye yerleşmiş olduğu sanılır,
bunlann 400.000'i, Lozan antlaşmasında öngörülen nüfus de­
ğişimi sonucu Yunanistan'dan anayurtlarına gönderilmiş
"Türkler"di.9 İkinci Dünya Savaşı'ndan sonra da, Balkanlarda
komünist rejimlerden kaçan yeni göçm en kafileleri Türkiye'ye
akın etti. Daha yakın bir dönemde, 1989'da, "Bulgarlaştırma"
politikasıyla kovulmuş 350.000 Bulgar Türkü nün gelişini de
sayabiliriz (ancak yarıya yakını, o andan itibaren dönüş yolu­
nu tutacaktı). Ve buna, Sovyetlerin Afganistan'ı istilası sırasın-

8 G e o fr e y Lew is, La Tu rqu ie , Fr. ç e v ., B ru xelles, 1968, sy. 61.


9 F. A. A n drew s, Ed., E thnic G ro ups in th e R e p u b lic o f Turkey, W ie sb a d e n ,
1989, sy. 28.
da, önce Pakistan'a, daha sonra da Türkiye'nin doğusuna sı­
ğınmak üzere dağlarını terk eden Afgan Pamiri'nin yüzlerce
Kırgız ailesini de eklem ek gerek.10 Anadolu'ya yönelmiş tüm
bu göç hareketleri, Türkiye'nin, bir bakıma tüm Türklerin ulu­
sal ocağını temsil ettiği, onların "ana vatan"ı olduğu düşünce­
siyle gerçekleşmişti.
Türkiye'de Türkofon halkları karşılama politikası,
18.yy'm sonundan itibaren Osmanlı İm para torluğu' nu n yürüt­
tüğü politikanın uzantısından başka bir şey değildir. Rusların
önce Kınm'a, sonra Kafkasya'ya, ve son olarak Orta Asya'ya
uzanması, Osmanlı İmparatorlugu'na doğru yönelen çok bü­
yük halk hareketlerine yol açmıştı. Osmanlı halifesinin kanadı
altına sığınmak için gelen Müslümanların sayısı milyonlarcay-
dı. Bu dönem de söz konusu olan sadece Türkler değil, aynı
zamanda Müslümanlardı. Örneğin, Babıâli tarafından özüm le­
me politikasına ugratılmaksızın, Osmanlı İmparatorlugu'na
yerleşecek Çerkezler çok sayıdaydı. Cumhuriyete gelince, o
özümleyjciydi; yerleştirme "Türklük" adına yapıldı: Sığınanlar,
resmi olarak "Türk" sayılıyordu, ille de Türkofon olmaları ge­
rekmese de... Bütün dünya Türklerini birleştirmeyi başarama­
yan Türkiye, bu göçmenlerin tümüne bir sığınak sunuyordu.
Bu olayda söz konusu olduğu görülen, aslında tersine dön­
müş bir tür Pantürkizmdir, bir yayılma ya da birleştirme gücü
değil de, dışarıdaki Türk halklarını Anadolu'ya yönelten çekici
bir güçtür.
Bu güçsüzlüklerine rağmen, öyle görünüyor ki Pantür-
kizm, modern Türkiye'nin tarihinde önemli bir rol oynadı:
Türk ulusçuluğu hareketini beslemiş ve Anadolu'nun bugün­
kü "insan manzarası"nın biçimlenmesine yardım etmişti. Peki
bu tarihi rol bugün sona mı erdi?

Pantürkizm Saati Çaldı mı ?


Sovyet İmparatorlugu'nun çöküşü ve Orta Asya'da (As­
ya'nın merkezi ve Kafkasya) özerk cumhuriyetlerin kurulma­
sıyla birlikte, Pantürkçü düşlerin karşısına dikilen başlıca en-
gel ortadan Kalkmış olur. Bugün, bu olayların da etkisiyle,
Türklerin birliği düşüncesinin uyanışına tanık olmuyor mu­
yuz? Pantürkizm saati çalmıyor mu?
Öncelikle bu olaylann, Türkiye için zor bfr dönem de
gerçekleştiğini kaydedelim. Gerçekten de 1980'lerin son yılla­
rı, stratejik önemini azaltması ve onu dışta bırakması olası bir
soğuk savaşın sonuna rastlar. Diğer yanda, Nisan 1987'de
resmi olarak Avrupa'nın kapısını çalan Türkiye, bu tarafta da
birtakım düş kırıklıkları yaşar. Topluluk, Ankara'nın On İkiler
Kulübü'ne girmesinin henüz gündemde olmadığını bildirir; üs­
telik başka işleri de vardır; ondan yardım isteyen Orta ve Do­
ğu Avrupa ülkeleriyle ilgili işleri. Türkiye'nin günün birinde Av­
rupa Topluluğuna üye olma olasılığı sürekli erteleniyor gibiy­
di. Aynı biçimde Ortadoğu tarafında da durum gergindi. Bu
son on beş yıl boyunca ve özellikle 80'li yılların başında, Tür­
kiye, Ortadoğu'nun Arap ülkeleriyle, ekonomik, politik ve kül­
türel bağlamda ilişkilerini önemli ölçüde yoğunlaştırmıştı.
Ama yine de 1985-1986'dan itibaren, Ortadoğu'ya bu dalışı,
uzayan lran-Irak savaşı, kıt kanaat geçinen petrol ülkelerinin
satın alım güçleri ve son olarak Körfez Krizi nedeniyle, soluk
alamaz duruma gelir. Dolayısıyla Orta Asya cumhuriyetlerinin
özerkliği, Türkiye için çok elverişsiz bir jeopolitik ortamda ger­
çekleşir.
Burada Türkiye ile Orta Asya arasındaki ilişkilerin gelişi­
mini incelem e gibi bir iddiam olmasa da, ana çizgileriyle bun­
dan biraz söz etmem yerinde olur. Bu yeni satranç tahtası
üzerinde yer alabilmek için, Türkiye'nin belli kozları vardır.
Öncelikle dilsel alanda, yakın bir dile sahip olma gibi çok de­
ğerli bir avantaja sahiptir (birbirlerini anlama kimi zaman so­
run yaratsa da), çünkü Orta Asya cumhuriyetleri Türk dillerini
konuşur (İran dilini konuşan Tacikistan dışında) ve Türkiye,
Batılı partnerleri yanında, Batı ile Orta Asya arasındaki kilit,
aracı ya da "köprü" konumundan da (Ortadoğu konusunda
şimdiden kullanılmış) yararlanabilir. Amerika'nın yoğun deste­
ğiyle ve hatta öyle görünüyor ki, o günkü güçsüzlüğü içinde,
eski halklarının, Tahran dan çok Ankara'ya yöneldiğini görm e­
yi tercih eden Rusya'nın onayıyla, bu yeni sahnede ilerler -ve
belki bu buradaki en önemli kozudur. Türkiye, yeni cumhuri­
yetlerle ortak sınırlara sahip, olmasa da -rakibi İran'ın tersine-
hızla, Moskova yoluyla kıvrımı azaltan direkt havayollarını kul­
lanıma açar.11
Bir buçuk yıldan bu yana ilişkiler hızla gelişir. Türkiye,
yeni devletlerin tüm büyük kentlerinde elçilikler açar. Do­
laysız bağlantılar sayesinde, resmi geziler, delegasyonlar ve
misyonlar her iki yönde de aralıksız birbirini izler. Ekono­
mik ilişkiler kurulur. Orta Asya, Türkiye tarafından sunulan
tarım besinleri, tüketim m addeleri, teknoloji ve hizm etler
için çok önem li bir pazar oluşturur. Türkiye ise daha çok
ham m addelerle ilgilenir: Petrol, doğal gaz, dem ir içerm eyen
m adenler, vb.
Kültürel ilişkiler daha da hızlı gelişir. Bu açıdan Türki­
ye'nin dilsel üstünlüğü vardır. Yeni başkentlerde kültür m er­
kezleri açar, çok sayıda burs verir. Öyle ki, bu yıl Türk üniver­
sitelerine Orta Asya ve Azerbaycan kökenli 6.000 üniversite
öğrencisi beklenmektedir. Yeni Devletler, 30'lu yılların sonun­
da Stalin'in kabul ettirdiği Kiril alfabesini terk etm ekte kararlı
görünür (Kazakistan dışında). Latin alfabesinin (Azerbaycan
tarafından şimdiden kabul edilmiş, Türkmenistan ile Kırgızis­
tan'ı da etkilemiş) ya da Arap alfabesinin seçiminin (İranofon
Tacikistan'ın kabul edeceği), bu devletlerin gelecekteki yöne­
limlerini uzun süre koşullaması olasıdır. Kendi adına Özbekis­
tan bu konuda tereddüt eder. Türkiyfc ise, yöneticileri Latin
harflerini kabul etmeye özendirm e konusunda çok ölçülü
davranır -bu seçim, onun kültürel ve politik etkisinin daha ko­
lay girmesini sağlayacaktır.
Türkiye'nin Orta Asya'daki bu varlığının dikkate değer
görünümlerinden biri de, modern bir haberleşme ağının ku­
rulmasında oynadığı roldür. Ankara, öncelikle kuşatılmışlıktan
kurtulma kaygısındaki bu yeni devletler için haberleşme soru­
nunun temel sorun olduğunu anlamıştır. Söz konusu olan, te­

1 1 Yakın tarihli bir ça lışm a için, bkz. Éric R o u leau , La T u rqu ie e t les Pays T u rc o p
h on es". D éfense n a tio n a le , Ekim 1992, sy. 41-46.
lefonla haberleşme (Türk-Sat telekomünikasyon uydusunun
fırlatılmasıyla), ama özellikle televizyondur. Bu açıdan Türki­
ye, Intelsat IV uyduları sayesinde, rakiplerinden, özellikle
İran'dan kesin biçimde ileridedir. Bu ağla birlikte, Orta Asya
Türklerine kendi "modeli"ni, laik ve modern bir Müslüman
devlet modelini yayacak güçte olacaktır.
Şu halde Türkiye'nin, Orta Asya'nın yeni devletlerine
gerçek bir girişi gerçekleştirmekte olduğu tartışılmaz. Bunun­
la birlikte, bazı Batılı gözlemcilerin yapmaktan hoşlandığı gibi,
burada bir "Pantürkizm' den söz etmek doğru olur mu? Ya da
soruyu başka türlü sorarsak, Orta Asya cumhuriyetleri ile Tür­
kiye bir birliğe doğru mu gidiyor?
Gerçekte, hesap çok yanlış görünüyor. Bunun birinci
nedeni, yeni cumhuriyetlerin tutumuyla ilgili. Bunlar, kendile­
rini sağlamlaştırma amacıyla, özellikle en gelişmiş ülkelerden
ekonomik ve teknolojik bir yardım bekler. Ve şunu kabul et­
mek gerekir ki, özellikle bayındırlık işleri bakımından birtakım
üstünlüklerine rağmen, Türkiye ister istemez liberal kapitaliz­
min en çekici örneğini temsil etmez. Tarihi kavşak konumunu
yeniden kavramakta olan Orta Asya, sadece Ankara'ya değil,
her yana yönelir. Orta Asya sahnesi, Çin, İran, Pakistan, hatta
Hindistan gibi bölgesel oyuncuların yanı sıra, gelişmiş ve Tür­
kiye için o denli korkunç rakipler olan ülkeler tarafından işgal
edilmektedir. Politik düzlemde, birtakım diplomatik açıklama­
lara rağmen, Türkiye'yi yeniden tartışma konusu eden Ata­
türkçü model, Orta Asya seçkinlerini baştan çıkaracak nitelik­
te görünmüyor; Anadolu Türklerinin, onlann yanında oyna­
mak istediği "ağabey" rolü karşısında, bu sınıf daha çok, kuş­
kulu ve kararsız gibi görünüyor. Ve buna, bugün cumhuriyet­
ler arasında hissedilebilen farklı evrimleri, gizli çatışmaları,
Özbekistan'da ya da Kazakistan'da ortaya çıkan hegemonya
isteklerini de eklemek gerek. Tüm bunlar, Orta Asya'nın, hiç­
bir biçimde, Türkiye ile birleşmeye hazır homojen bir kitle ol­
madığını gösteriyor. 30 ve 31 Ekim 1992'de Ankara'da topla­
nan Türkofon Devletler zirvesi, bu düşü sürdürenler üzerinde
soğuk bir duş etkisi yapar.
İkinci neden Türkiye'nin kendisinde aranmalı. Öncelik­
le Türk seçkinleri, bu konuda pek çok düş kırıklığına uğramış
olsalar da, ülkelerini Avrupa'yla birleştirme ülküsüne her za­
man bağlı kalırlar. Bir buçuk asırdan daha uzun süredir, eği­
limleri hep Batıya yönelmek, dahası Batıya gitmek oldu. Bu
eğilimden, Türkiye Türkleri için, hem Dogu hem de Asya'ya
doğru bir tür geriye dönüş olacak Pantürkçü bir serüven uğru­
na vazgeçm eleri pek olası değil.
Daha genel biçimde, Türkiye'deki Türklerin Orta As­
ya'daki "kardeşleri'ne karşı olan ilgisi, ne denli gerçek olursa
olsun Orta Asya, kaygılarının başında gelmez. Diyebiliriz ki,
Türklerin komşularıyla ilgili konularda seferber olm a gücü üç
ölçüte göre değişir: Tarihsel (komşulannın Osmanlı İmpara-
torlugu'na ait olup olmadığı), dinsel (Müslüman olup olmadı­
ğı), ve etnik-dilsel (Türkofon olup olmadığı). Bu üç ölçüt aynı
anda yerine getirildiğinde duyarlık maksimumdur: Bulgar
Türkleri için (kısa süre önce yüz binlercesi kabul edilmişti) ya
da Kıbrıs Türkleri için (Türk ordusu yardımlarına koşmuştu)
durum buydu. Ancak, söz konusu olan hiçbir zaman Osman­
lI kadrosuna ait olmamış Türkofon Müslümanlar olduğunda,
bu da tam olarak Orta Asya Türklerinin durumudur, duyarlık­
ların şiddeti daha az olmuştur.
Başka bir deyişle, Orta Asya bahsinin önem i ne olursa
olsun, Türkler, her şeye rağmen kendilerini Balkan ya da Kıb­
rıs sorunlarında olduğundan daha az ilgili görürler. Orta Asya,
Türk duyarlıklarının, "Osmanlı" diyebileceğim iz "ilk çem ber"i
içinde değildir. Hatta belki İkincisi içinde bile değildir -A zer­
baycan'ı içine alan dolaysız hısımlıklar çemberi.
Tüm bu açıklamalar yine de bizi yanıltmamali: Bunlar,
Türkiye-Orta Asya yakınlaşmasının gerçek bir içeriği olmadığı
anlamına gelm ez, tam tersine. Ama bu içeriğin anlamı konu­
sunda uzlaşmak gerek. Şu ana dek Pantürk düşünceler, Türk
toplumunun küçük bir bölümüyle, "ırk' ın soyluluğunu sayık­
layan aşırı sag ve yitirilmiş yurda olan aşkını özlem le sürdüren
göçm en çevrelerle sınırlıydı. Sovyetler Birliği nin Türklerini dü­
şünürsek, bu gruplardan yalnız birine ait olunabiliyordu; özel­
liKle sol aydınlar arasında, Konu bütünüyle bir tabuydu. Bu­
gün yeni olan şey, uzun süre bastırılmış Kültürel PantürK Kim­
liği duygusunun serbest Kalması. Basın ve medya, "uzaK Ku­
z e n le r le ilgili haberlere ya da röportajlara geniş bir yer veri­
yor. Tarihleri boyunca ilK Kez TürRler, vicdanları tamamen ra­
hat ve şovenizm le suçlanma risKine girmeden, bir TürK "ala-
nı"nın, ya da belKi bir Arap "dünyası"ndan söz edildiği gibi, bir
TürK "dünyası"nın varlığından söz edebiliyor.
Bu boyutun değerini azımsamaKla haKsızlıK etmiş olu­
ruz. ÇünKü "TürK dünyası" için hem yeni hem de daha geniş
olan bu ilgi, yannın TürKiye'si için önemsiz olmayacaKtır. Bu­
gün, Müslüman oluşu ile Avrupa'ya Karşı eğilimi arasında gidip
gelen bir ülKenin Karşısına çıKan KimliK bunalımında, sonunda
ideolojiK görüşlerden ve politiK art niyetlerden Kurtulmuş bir
TürKlüge dönüş, bir denge etmeni olabileceKtir. Yüzyılın başın­
da milliyetçiler, "TürK milletindenim, İslam ümmetindenim,
garp medeniyetindenim" diye teKrarlamayı seviyordu. BelKi de
bu sentez formül şu anda gerçeKligini bulmaKta...
Üstte sözünü ettiğimiz nedenlerle, Asya Kıtasının "Pan-
türKçe" düzenlenmesi, henüz gündemde görünmüyor. Tuhaf
biçimde, belKi de söz Konusu edilmesi gereKen, Rusya'nın Or­
ta Asya ve KafKasya'daKi egemenliğinin ortadan KalKmasıdır.
Bu egemenliK, bir baKıma, TürK halKlarınm birliğinin varlıK ne­
deni değil miydi? OrtaK düşmanlan birden yoK olmuş TürKler,
Azeriler, TürKmenler, ÖzbeKler, KazaKlar, Kırgızlar ve Tatarla­
rın, birleşmeK için, birbirlerine güzel sözler, iyi hizmetler ver-
meKten başKa gerçeK nedenleri Kalmamıştır artıK.
TürKiye için, Orta Asya'ya doğru açılma, 1990'lı yıllann
başlanndaKi jeopolitiK değişimlerde yeni bir fırsat gibi görü­
lür. ÇoK yönlü bir diplomasi içine atılmış olan AnKara, peK
çoK ilişKiden yararlanır: Karadeniz Kıyı ülKeleriyle coğrafî ya-
KınlıK, İslam ülKeleriyle dinsel camia bağları, Avrupa'yla seç-
Kin sınıfının tarihsel eğilimi. EsKi SSCB TürKleriyle ise, KuşKu-
suz hoşnutluK, düş KırıKlıKları ve fırtınadan paylarına düşeni
veren, ancaK hiçbir biçimde politiK bir birliğe varmayacaK
olan iyi KuzenliK ilişKileri Kurulur.
Enver Paşa nın yalın kılıç Pantürkizmi, hem Slav ege­
menliğinin reddini, hem de atadan kalma eski düşmana karşı
düşmanlığı simgeleyen bu mücadeleci ve kurtarıcı Pantür-
kizm, yetmiş yıl önce, 4 Ağustos 1922'de, Buhara'nın doğu­
sunda bir yerlerde ölmüştür.
La Maison dorée de Samarkand'ûa, ünlü çizgi roman sa­
natçısı Hugo Pratt, Enver Paşa'nın peşinden Orta Asya'ya gi­
den kahramanı Corto Maltese'yi sahneye koyar. "Enver Paşa?
Bu Enver Paşa mı? Asya'nın tüm Türklerini birleştirmek iste­
yen deli bu mu?"
Hiç kuşkusuz, André Malraux'dan Hugo Pratt'a, Pantür-
kizm özellikle Batılıların düşlerine girmiş olacak...
Yazarların Biyografileri

Olivier Abel Paris'te T e o lo ji Protestanlık Fak ü ltesi'n d e fe ls e fe v e


ahlâk p ro fes ö rü ; Au trem en t Y ayım ları'nın Bağışlam a
Üzerine (L e Pardon) adlı kitabını yön etti v e La J u s tifi­
ca tio n de ¡'E u ro p e (Avrupa'nın A k lan m ası)'u yayım la­
dı, C en e vre , 1992.

Louis Bazin Dilbilim ci, Paris-lll Ü n iversitesi'n den p ro fe s ö r e m e k li­


si. Yaşayan en usta Türkofondur. Son çalışm aları ara­
sında: In tro d u c tio n à l'é tu d e de la la n g u e tu rq u e (Türk
Dili Ç alışm alarına Giriş), Paris, A d rien M aison neuve,
1987 v e Les Systèm es C h ro n o lo g iq u e s da ns le m o n ­
d e tu rc a n cie n (Eski Türk Dünyasında K ro n o lo jik Sis­
tem ler), Paris, B u dapeşte. CNRS, 1991.

Marcel Bazin C oğrafyacı, R eim s Ü n iversitesi'n de p ro fes ö r, uzm anlık


alanı kırsal Türk ve İran dünyası. R e im s Ü n ive rsite si
Coğrafya E n stitü sü Ç alışm aları’ nda "Türk" sayısının
editörü; no: 65-66 "L'h a bitat rural d ans la v a llé e d e
I'Euphrate à l'e s t d e Malatya (T u rq u e )" J o u rn a l a s i­
atiq ue , 1989 gib i p ek ç o k m ak ale yayım ladı.

Étienne
Copeaux C N R S'de araştırm acı, Türklerle ilgili "Tarih te zle ri" ve
Pantürklerin tarihleri v e tem silleri ü zerin e çalışm alar
yapıyor. Konu ü zerine p ek ç o k m ak alesi var: "L es
'Turcs d e l'extèriu r' dans Türkiye: un asp ect du d is c o ­
urs nation aliste Turc" (Türkiye'dek i 'Yaban cı Türkler':
Türk Ulusçuluğu S ö ylevlerin e Bir Bakış), "C a h ie rs
d 'é tu d e s s u r la M éd iterra née o rie n ta le e t le m o n d e
tu rco -ira n ie n " (Dogu Akd en iz v e Türk-lran Dünyası
Üzerine Çalışm a D efteri), no: 14 , 1 9 9 2 .
François
Georgeon CMRS'de araştırm a yöneticisi, Paul Dum ont ile ortak
editör: La T u rq u ie au s e u il de l'E u ro p e (Avrupa'nın
Eşiğindeki Türkler), Paris, L'Harm attan, 1991 v e Villes
o tto m a n e s à la fin de ¡'E m p ire ; (İm paratorluk Biter­
ken, O sm anlı Şehirleri), Paris, L'Harm attan, 1992.

Altan Qökalp : Budunbilim ci, CMRS'de araştırma yöneticisi. Têtes ro ­


uges e t b o u c h e s n o ire s (Kırm ızı Kafalar, Siyah A ğız­
lar), Paris M aison neuve et Larose, 1981 v e La T urqu­
ie en tra n s itio n (G eçişteki Türkiye), Paris, M aisonne­
u ve et Larose 1986 kitaplarının editörü.

Wilüfer Göle : S osyolog, B oğaziçi Ü n iversitesi'n de p rofesör. Türk


toplum un batılılaşm a v e İslam arasında çağdaşlaşm a­
sı, ö ze llik le bu g e liş m e d e kadınların rolü ü zerine çalış­
m alar yapm aktadır: M usu lm an es e t M odernes: Voile
e t C iv ilis a tio n en Turque (M üslüm anlık v e Modernlik:
T ü rkiye'de Örtü v e Uygarlık), Paris, La D écou verte,
1993.

RivaKastoıyano: CMRS'de araştırm a görevlisi. Uzm anlık alanı Türk G ö ­


çü sorunsalı: Être turc en France: réfle x io n s sur fam il­
les e t com m u n au té (F ransa'da Türk O lm ak: A ileler v e
O rtaklıklar Ü zerine D üşüncelerdi yayım ladı. Paris,
L'Harm attan, 1986. Diğer çalışm aları arasında: "Paris-
Berlin: p olitiq u es d'im m igration et m o d alités d 'in té g ­
ration d e s Turas (Paris-Berlin: Türklerin G ö ç Politikası
ve B ütünleşm e M od elleri) ed itörler: R. Leveau v e G.
K epel; L es m usulm ans dans la s o c ié té française (Fran­
sız Toplum undaki M üslümanlar) P resses d e la Fonda­
tion d es s c ie n c e s p olitiqu es, 1988.

Henri Laurens : Tarihçi, çağd a ş v e m o d e m Arap dünyası, uzm anlık


alanı. Dogu Dilleri O kulu'nda öğ retm en . (IMALCO),
ç o k sayıda çalışm anın yazarı; Le G rand Je u (Büyük
Oyun) O rie n t ara be e t riv a lité s in te rn a tio n a le s ; (Dogu
Arap ve Uluslararası R ekabet), Paris, Arm and Colin,
1991 et L'O rient arabe (Dogu Arap) Paris, Armand C o ­
lin, 1993.
Tan Oral : Karikatürist, Cum huriyet G a ze te s in d e düzenli olarak
çizim leri yayım lanıyor. Tem ps M od ern es (M od em Za­
m anlardın Türkler ö z e l sayısında p ek ç o k çizim i ya­
yım landı v e ç o k sayıda karikatür kitabı çıktı.

Şirin Tekeli : Yazar, ç e virm en v e fem in izm m ü ca d elecisi; Elizabeth


Badinte gib i p e k ç o k Fransız yazarı Türkçeye çevirdi
v e İstanbul'da Kadın kütüphanesinin yön eticiliğin i ya­
pıyor.

Stéphane
Yerasimos : Paris - VIII Ü n iversitesi'n de p ro fesö r, Türkler ü zerine
p e k ç o k çalışm a yayım ladı: La F o n d a tio n de C o nstan­
tin o p le e t de S ainte - S o p h ie dans les tra d itio n s Tur­
ques: (Türk G e le n e ğ in d e K an stantin opolis'in v e Saint
- S o p h ie'n in T e m e lle ri), Paris, A drien M aisonneuve,
1990 v e Q u estion s d 'O rie n t (D ogu Sorunu) Paris, La
D écou verte, 1993; Au trem en t kitaplarının editörü İs­
tanbul (1 9 1 4 -1 9 2 3 ).
türkler
doğu ve batt, islam ve laiklik

Ç ok az ulus bu kadar tartışm alı bir im aja sahiptir. A v r u p a l I l a r ı n


gözünde. Çok az ulusun yazgısı bu kadar fa z la Avrupalılarm meselelerine
bağlıydı. Ve Akdeniz kıyılarında Türkler görülmeye başladığından bu yana
Avrupalılarm; Türklerin düşman ya da müttefik olarak içinde yer almadığı
-H açlı seferlerinden Rönesans çatışm alarına, Otuz Yıl savaşlarından iki
Dünya savaşma ve Soğuk Savaşın ötesine kadar- savaş ya da barış, ittifak
ya da bölünme, karşıt kamplarda yer alma gibi, bir sorunu olmadı.
Buna paralel olarak kendi keyiflerine göre Rom a'dan m iras aldıklarını
düşündükleri bir im paratorluğu kendi yararlarına yeniden inşa ederek,
Avrupa'yı kendileri kurmak istemiş olan Türkler özgürlüklerini koruyarak
Batı dünyasıyla bütünleşm eyi seçtiler.
Bu kitabın amacı; iki tarafın da tutkulu ilişkilerinden oluşan bunca yüzyıl
karşısında ne bir suçlama ne bir savunma yapmaktır. Ne de Türklerin tarihini
yapma iddiasm dayız. Olsa olsa Batı ile Doğu arasında Türk toplum unun
kendine bir yol açtığı uçlar karışım ını aydınlığa kavuşturm aya, Türkler,
A raplar ve Batılılar arasındaki bu karm aşık üçgen ilişkini ele alm aya ve
çağdaş dönemin belirgin özelliklerinin altmm çizmeye çalıştık: nüfus artışı,
kentlere göç, hızla kentleşm e, İslamcı hareketlerin yüksekliği, kadnlarm
temel rolü, eskiye özlem, mitsel bir anavatan arayışı...

<^ı
L ISBN 975-6557-83-4

DORUK

Anda mungkin juga menyukai