Anda di halaman 1dari 11

ANTİİ K YUNAN TOPLUMUNDA FELSEFE VE Bİİ Lİİ M

Hazırlayan: C. Melis YORDAMLI

“Atina Okulu.- Raffaello Sanzio (1509-1511) Vatikan, Roma. Freskin merkezinde Platon
(solda) ve Aristotales (sağda) savundukları zıt görüşleri, ellerini göğü ve yeri göstererek ifade
ediyor.
1. Giriş:

Yaklaşık 50.000 yıldır bu dünyada hüküm süren Homo sapiens (akıllı / bilen insan) ,
var olduğu günden beri evrenle bir mücadele içindedir. İlk başta koca kâinatta bir zerreyi
oluşturan, adına “insan” denen bu canlı, düşünme ve çözüm üretmeye ilk bu mücadele
esnasında başladı. Zamanla, yaratılanların “küçük kardeşi” olan bu varlık, yüzyıllar içinde
erginleşti ve bu düşünme davranışını sadece dünyaya kafa tutarken değil, aynı zamanda onun
gizemlerini anlamak için kullandı. Zaman biraz daha ilerledikçe ve bu “küçük kardeş” kendi
ayakları üzerinde durmaya başlayınca, insan düşüncesi sonunda zorunlu bir mücadeleye
geçici bir çözüm üretmekten çıkıp, artık daha ilerisi için daimi bir eyleme dönüşmüştür.
Örneğin dünyanın en tanınmış Neolitik çağ (M.Ö 9 bin) toplumlarından biri olan Çatalhöyük’
deki insanların, gittikçe artan nüfuslarının ihtiyacını karşılayabilmek için tarım ve
hayvancılığı, üreme mevsimlerine ve hava olaylarına göre düzenlemiş oldukları bilinmektedir.
Zamanın biraz daha ilerlemesi ile kurulan şehirler, artan nüfus ve ticaret sayesinde dünya
üzerinde birbirleriyle bağımsız yaşayan medeniyetlerin iletişime geçmesine zemin hazırlamış
ve kültür alışverişini hızlandırmıştır. Bilim artık insanla evreni barıştırmış ve insanı evrendeki
yerini ve amacını sorgulamaya itmiştir. Aslında “bilim” denilen şey, bu sorgulamanın
sonucunda istemsiz olarak ortaya çıkmıştır. Çünkü her şey en ilkel haliyle “merak” ile
başlamıştır. Bilim, düşünen bir üst insanın ürünüdür. Maslow’un ihtiyaçlar hiyerarşisinde de
görüldüğü gibi: “kendini gerçekleştirme” piramidin en üstünde bulunmaktadır. Bunun için
diyebiliriz ki: bir şeyle mücadele etmek yerine, onun derinine inen, onu yok etmek yerine
onun bir parçası olarak kendini daha büyük bir gerçeklikte arayan insan bilimi yaratmıştır.
Bilime ve sanata yönelen toplum: fizyolojik ihtiyaçlarını gidermiş, güvenliğini ve duygusal
tatminlerini sağlamış ve ancak o zaman “kendini gerçekleştirme” safhasına ulaşabilmiştir.
Büyük markajda baktığımızda dünya tarihinin de bu piramitle paralel seyrettiğini fark ederiz.
İlk başlarda dünyayı yeterince tanımayan, onun kurallarına göre hayatta kalmaya çalışan bir
insan, daha sonra karmaşık bir sosyal bağ ile toplum bilincini oluşturan ve bu topluma kendini
kanıtlayan insan, ve daha sonra da “kendini, kendine kanıtlayan” bir insan profiliyle
karşılaşırız.

Günümüzde de birçok örneğine rastladığımız bu durum eski çağlarda da böyleydi.


Gelişimini tamamlamış şehirler bir üst seviyeye geçerek, gelişmiş devlet teşkilatı ve ordular
kurup, ilk dünya ticaretinin temelini atmışlardır. Bu medeniyetler aynı zamanda temel
ihtiyaçlarını karşılamış olduklarından bilim ve sanatın öncülleri olmuşlardır. Bu yazımda o
zamanların “altın çocuğu” Antik Yunan medeniyetinin kültür-sanat ve bilimde ilerlemesinin
sebeplerinin üzerinde durup, o çağa yön vermiş düşünürlerinden ve öncü oldukları akımlardan
bahsedeceğim. Temellerinin Anadolu toprağında atılmış olmasına karşın, Batı toplumunun
“bizlere” kıyasla daha çok sahiplendiği ve özümsediği bu “mavi medeniyeti” tanıtmak için
yazmış olduğum yazı, umarım amacına ulaşır. İyi okumalar.
2. ANTİK YUNAN TOPLUMU NASIL GELİŞTİ?

Ege denizi etrafında oluşmuş antik Yunan medeniyetinin temelleri, tarıma elverişsiz
bol kireçli topraklar, girintili çıkıntılı dağlık araziler üzerinde atılmıştı. Coğrafi şartların
elverişsizliğinden ötürü daha iç kesimlerde konumlanmış topluluklar denize yönelmeye
zorlanmış ve daha verimli yurtlar edinebilmek adına deniz aşırı seferler düzenlemeye
başlamışlardır. Yerleşime elverişli düzlüklere, tarıma uygun topraklara ve deniz ticaretini
kolaylaştıran girintili kıyalara sahip, Anadolu’nun batısı, coğrafi şartların uygunluğundan
ötürü, yüksek kültürlerin meskeni olmuştur. Bu zorunlu göçler antik Yunan toplumu,
kendilerine has bir özveri ve merakla bilinmeyen gelişmiş medeniyet ve kültürlere yelken
açmaya itmiştir. Bu ülkelerden, o dönemde bile köklü bir tarihe sahip olan Mısır ve dünyanın
en iyi denizcilerinin yaşadığı Fenikeliler, bu mavi bilinmezlikte temasta bulundukları ilk
medeniyetlerdi. Böylece, şartların elverdiği şekilde imar ettikleri “trireme” adı verilen, içi
zeytinyağı ve şarap dolu amforalar yüklü, hantal gemilerinin rotasını, sonradan “bizim deniz”
diyecekleri Akdeniz’e çevirdiler.

Diğer ülkelerle olan ilişkileri yaklaşık


M.Ö 700’lerden itibaren hızlanmış ve bu ilk
gençliğini yaşayan medeniyet, varlığını
çağdaşlarına ticaret aracılığıyla duyurmuştur.
Nasıl her halkın özüne işlemiş, değişmez temel
taşları olduğu gibi, antik Yunan toplumunun da
genlerine işlemiş bir takım özellikleri, onlara bu
yolculukta kılavuzluk etmiştir. Bu temel taşlarını
şu şekilde sıralayabiliriz: antik Yunan
toplumunda merak hat safhadadır, gözlerini açık
deniz korkutmaz, çevreleri ile sürekli etkileşim
halinde olup, yeniliklere açıktırlar. Yaptıkları işi
Şekil 1: Dionysos bir antik Yunan gemisinde “iyi ve güzel” için yaptıklarından (agathos kai
seyehat ederken. (pinterest)
kalos) her daim kendilerini daha iyisi için
çalışmaya zorlarlar, devrimcidirler öyle ki daha çok yeni bir medeniyet olmalarına karşın
birkaç yüzyıl içinde kendilerinden daha köklü medeniyetlerin önüne geçmeyi başarmışlardır,
din onların sorgulamasına engel teşkil etmemekle birlikte diğer ulusların inançlarına saygı
göstermiş hatta onların inançlarını kendi dinlerine uyarlamışlar ve en önemlisi soru sormaktan
ve düşünmekten asla kendilerini alamamışlardır. İyi birer gözlemcidirler ve başka uluslarda
gördükleri şeyleri, kendi kültürlerine adapte etmeden ve üstüne az da olsa bir şey koymadan
kabul etmezler. Bu prensipler, medeniyetinin ilk eserlerini verdiği arkaik dönemden beri (M.Ö
7. Ve 6. yüzyıllar) bir gelenek olarak varlığını korumuştur. Öyle ki, Karia’dan (güney batı
Anadolu) Mısır’a yerleşmiş Yunanlar, Mısır’ın o zaman zirveyi temsil eden heykellerini
görünce bunlara hayran kalmış ve bu heykellerin nasıl yapıldığını iyice kavrayıp, vatanlarında
bu stilde eserler vermeye başlamışlardır. Ancak üstte de belirttiğim gibi, “bazı farklarla ve
kendileştirerek” bunu yapmışlardı. Örneğin: Mısır heykellerinde kullanılan vücut oranlarına
yenilerine eklemişler, üslupta biraz daha gerçekçi ve rahat bir tavır takınmışlardır. Kendilerine
has bir “arkaik gülümseme” ve “sağ ayağın daima önde olduğu” ivmeli bir duruşla kendi
akımlarını yaratmışlardır. Farklı şehir devletlerinde (polis) kendi atölyelerini kurup, bu stilleri
belli bir ekolün ürünü haline getirmişlerdir Bu gelişmelerin tek sebebi sanatsal olmamakla
birlikte, çok küçük bir teknik araç Yunan sanatına çağlar atlatmayı başarmıştır. Mısır’da demir
çok bilinmediği ve bakır da sert taşlara karşı dirençsiz olduğu için heykelleri gayet katı ve
gerçeklikten uzak bir görünüme sahipken, Yunan coğrafyasında demir keskilerin sıkça
kullanılması heykeltıraşların kireç taşına (başlangıçta mermer yerine kireçtaşı kullanılıyordu)
rahatça şekil verebilmelerini kolaylaştırmıştır.

Yukarıda açıkladığımız prensipler sayesinde “mavi medeniyet”, hem maddi hem


manevi anlamda gelişimini tamamlamış ve adını altın harflerle tarih sayfalarına yazdıracak
türde eserler vermiştir. Aslında onların başarılarını beşeri nedenlerden ziyade karakteristik
özelliklerine yormak hiç de yanlış bir düşünce olmaz.

Şekil 2: M.Ö 7. yüzyıla tarihlenen oturan Mısırlı heykeli. Amphinneos oğlu Pedon tarafından Mısır'dan getirilmiş ve kral
Psammetikhos onu bir kahraman gibi ödüllendirmiştir. (Hierapolis müzesi/2017 Temmuz)
THALES

Felsefe M.Ö 600’lerde Küçük Asya olarak bilinen Anadolu’nun batı kıyılarında
filizlenmiş bir düşünce akımıdır. Filozof kelimesi Yunanca philia (sevmek) ve sophia
(bilgelik) kelimelerinin birleşiminden oluşmuş olup, bilgiyi sevmek, bilgi için yaşamak
anlamına gelmektedir.

Burada yaşayan insanlar hayat hakkında düşünebilecek ve onu sorgulayabilecek


özgürlüğe sahipti. Gözlem ve basit varsayımlarla bilimin ilk temelleri bu küçük Yunan
polislerinde atıldı. Bu yeni yeni filizlenen sistematik düşüncenin temelleri devrinin en
gelişmiş kentlerinden biri olan Miletus’ta, Thales adı verilen ünlü bir düşünürle atılmıştır.
M.Ö 585’de yaşamış dünyanın bilinen ilk filozof ve felsefecisi olan Thales özünde bir doğa
bilimcisidir. Astronomi ve geometri alanlarında çalışmaları bulunmaktadır. Ticaretle uğraştığı
için Mısır ve Babil’de bulunmuş, burada ilim öğrenmiştir. Birçok konuda ileri sürdüğü fikirler
olsa da günümüze ulaşmış herhangi bir yazılı eseri bulunmamaktadır.

Şekil 3: Thales Büstü


Her şeyin ana kaynağını “su” olarak belirleyişi, Thales’ in öne çıkan varsayımlarının
başında gelmektedir. Ona göre su hal değiştirerek sürekli bir döngü içinde yeni şeyler yaratma
eğilimindedir -suyun erime, kaynama, donma, buharlaşma gibi hal değişimlerini
gözlemleyerek bir nevi kimya biliminin de temelini atmış sayılmaktadır.- Bu düşüncesinin
altında çok basit bir gerçeğin daha yatıyor olabilme ihtimali yüksektir: bütün hayatını denizle
geçiren, şehirlerini deniz kenarına kuran bir halkın, hayatın kaynağını “su” olarak tayin etmesi
işten bile değildir.

Thales üstte de değindiğimiz üzere bir doğa bilimcisidir. Onun çağındaki Yunan halkı
dünyanın diğer birçok toplumunda da görüldüğü üzere tanrılarla doğa olaylarını
bağdaştırmaktaydı. Thales gözlemlerine dayanarak bunların tanrılardan bağımsız işleyen bir
dizi döngü olduğu fikrini ortaya atmıştır. Ancak Thales’ in ateist olduğu hiçbir kaynakta
belirtilmemiştir. Bunlara ek olarak Thales, bazı taşların sürtünme etkisiyle birbirini çektiğini
gözlemlemiş ve bu şekilde fizikle de ilgilenmiş sayılmaktadır. Yüzyıllar sonra Aristoteles’in
aktardığı üzere Thales, ilginç bir şekilde her varlığın içinde bir “tanrısal gücün” olduğunu
iddia etmiş ve taşlar arasındaki çekimi de buna örnek göstermiştir. Bazı kesimlerce Thales
aynı zamanda “ölümsüz ruh” tanımını Yunan toplumuna tanıtmış kişidir. Bu görüşü
benimsemesinde şarkta aldığı eğitimin rolü olabilir.

Thales, denizcilere Büyük Ayı takımyıldızı yerine Küçük Ayı takımyıldızına bakarak yol
bulmayı öğretmiş, aynı zamanda şua n bile kullandığımız geometri kavramlarına fikir babası olmuştur.
Çapın, çemberi iki eş parçaya bölmesi, köşesi çember üzerinde olan ve çapı gören açının dik olması,
birbirini kesen iki doğrunun oluşturduğu açıların birbirine eşit olması gibi kuralları Yunan toplumuna
o tanıtmıştır. Ayrıca Herodot’un anlatımına göre, M.Ö 28 Mayıs 585’de oluşan güneş tutulmasını da
önceden hesaplayabilmiştir.

Şekil 4: Günümüz Aydın ili sınırları içinde kalan Miletus antik kenti (pinterest)
PYTHAGORAS

Filozof olarak adlandırılan ilk kişi Pythagoras’tır (Pisagor) . Kendisi bir matematikçi,
ve aynı zamanda bir gizemcidir. Samos adasında doğup, kendi isteğiyle Mısır’da fen bilimleri
öğrenmiştir. Ayrıca kendisi Thales’in öğrencisidir. Gençliğinde siyasi sebeplerden ötürü
İtalya’ya kaçıp, gizli bir cemiyet kurdu. Cemiyetin üyeleri kendilerine "mathematikhoi”
(matematikçiler) diyordu. Pisagor’un cemiyeti hem bir okul hem de bir kardeşlik örgütüydü.
İşte Pisagor bu toplulukta “Pisagorculuk” adı verilen kendi akımını başlatmıştı. Kendisinden
sonra da, onun öğrencileri bu öğretilere sahip çıkıp, bu akımı yaşatmışlardı. Pisagorcular
sadece matematikle değil aynı zamanda mistizm ve etikle de ilgilenmişlerdir. Pisagor, o
dönemde yaygın olan, kuralları yazılı Orpheus’un gizem dinini benimsemişler ve
ölümsüzlüğüne inanırdı. Bu görüşünden ötürü ruhun bir hayvanda yeniden beden bulacağını
düşündüğünden öğrencileriyle birlikte vejetaryen olmayı seçti.

Bunun dışında daha birçok prensiplere sahiptiler. Sessizlik kuralları, insanların


söylediği çoğu sözü dikkatsizce seçmesi üzerine oluşmuştu. “Eğer diyeceğiniz şey hakkında
emin değilseniz, susmanız daha iyidir” ilkesini bu görüşü açıklar niteliktedir. Ayrıca acı çeken
bir insana acısını unutturmak, onu kaygısızlığa teşvik edeceğinden hoş karşılanmazdı.
Kadınların alt sınıf vatandaş olarak görüldüğü bir toplumda Pisagor, kadınların da erkekler
gibi eşit sayılması gerektiğini savunduğundan bir öncüdür.

Ona göre sayılar, tabiatta değişmez kanunlar bulunmakta ve sayılar onların temel
taşıdır. Her şey matematikle açıklanabilir ve ön görülebilirdi. Bir anlatıya göre Pisagor örsü
döven bir demircinin çıkardığı sesleri, “doğa kanunları buna izin veriyorsa, bu
matematikseldir” diyerek, formülüze etmiştir. Ondan sonra gelenler de nota ve perde ilişkisini
açıklamışlardır. Ayrıca “1” sayısını bütün sayıların kökeni olarak kabul etmiş ve ona “mutlak
bir” demiştir. Sayıları tek-çift, eril- dişil, sağ-sol, durağan- hareket eden gibi şekillerde
sınıflandırmış ve rakamlara çeşitli anlamlar yüklemiştir. En bilindik teoremi, kendi adıyla
anılan “Pisagor Teoremidir”

Şekil 5: Pisagor büstü (pinterest)


SOKRATES

Bir ebe ve Sofroniskos


adında bir heykeltıraşın oğlu olarak
Atina’da doğmuştur. Özel hayatına
dair çok fazla bilgi olmamasına
karşın, öğretisi düşünme ve
sorgulama odaklıdır. Dünyevi
olaylardan ve durumlardan daha
çok maneviyatı ve toplumda genel
geçer yargıları sorgulamaya
odaklanmıştır. Atina agorasında
Şekil 6: Sokrates'in Ölümü (Jacques Louis David 1787)
insanların yakalarına yapışır, adeta
bir “at sineği gibi” onları sorduğu sorularla düşünmeye iterdi. Kısa zaman içinde birçok kişi
onun öğretilerini benimsedi. Zengin aileler çocuklarını eğitim almaları için ona yönlendirdi. O
bu eğitimi ücret talebi olmaksızın veriyordu. Bazı gençler ileri giderek agorada onun gibi aç
ve yalın ayak dolaşmaya başladığında bu durum o zamanın ünlü oyun yazarlarından biri olan
Aristophanes’in Bulutlar adlı komedisinde alay konusu olmuştur. Oyunun adı, Sokrates’in
hava olaylarını dini bir sebepten ziyade bilimsel yollarla açıklamaya çalışmasından
gelmektedir. Aristophanes, Sokrates’in tanrıları hiçe saydığı yönündeki tutucu görüşleri,
ileriki yıllarda Sokrates’in aleyhine delil olarak kullanılacaktır.

Sokrates’in düşünce sistemi diyalektiğe dayalıydı. Yani kesin olarak görülen bir
yargıyı, ince sorular sorarak kendi içinde tezatlaştırıp, insanların çok emin olduğu düşündüğü
konuları irdeler ve onları düşünmeye sevk ederi. Amaç, bilgiyi bulma değil, bilgiyi her zaman
aramaktı. Bu kesin olmayan değerlendirmelerden ötürü işin içinden çıkamadığı zamanlar da
olurdu. Sokrates’in çürütmeleri, her şeyi kesin ve net olarak bildiğini iddia eden Delphoi
kahinlerini sinirlendirmekteydi. Sokrates de sırf bu yüzden sorularını özellikle onlara
yöneltirdi.

Sokrates makam peşinde koşmamıştır ancak vatandaşlık görevi olduğu için M.Ö 406-
500 yılları arasında meclis üyeliği yapmıştır. Meclis “Pirus Zaferine” neden olan generalleri
haksız bir biçimde yargıladığında buna tek karşı çıkan kişi o olmuştu. Siyasi çalkantılarda
Sokrates dayatılanları reddettiği için “şehrin resmi tanrılarını tanımama, şehre yeni tanrılar
tanıtma ve gençleri yozlaştırmak” gibi aslı olmayan sebeplerden ötürü yargılanmıştır. Kendi
savunmasını kendisi yapmıştır ve az bir oy çoğunluğuyla infazına karar verilmiştir. Ölümü
baldıran zehriyle olmuştur. Kimi tarihçiler baldıran zehriyle ölmenin pek Sokrates’in tarzı
olmadığı yorumunda bulunurlar.

Sokrates’in yazılı bir yapıtı olmamakla birlikte, kendinden sonra gelen düşünürler ona
birçok eser ithaf etmiştir. Ancak onu yaşarken görmüş olan Ksenophon, Platon, Aristophanes
gibi kimseler dahi mutlak bir fikir birliği içinde onu tanımlayamamıştır. Bu durum bazı
günümüz düşünürlerini, Sokrates’in hayali bir kişilik olduğu sonucuna ulaştırmış olsa da bu
tez güçlü değildir.
PLATON

M.Ö 427 senesinde doğmuş, muhtemelen zengin bir Atinalı ailenin çocuğu olan Platon
günümüz batı felsefesinin ve Atina Akademia’sının kurucusu olarak bilinir. Hocası Sokrates
olmakla birlikte en bilinen öğrencisi Aristotales’tir. Kalemi güçlü bir yazar olan Platon,
hocasının üslubuyla yazmış olduğu diyaloglarıyla ünlüdür. Küçüklüğünde bir sanatkar olarak
yetiştirilmesi nedeniyle insan betimlemeleri bir romancının tasvirlerini anımsatır. Platon
felsefesini maddi dünyadan sıyırıp maneviyata yöneltmiştir. Ona göre, dünyadaki nesnelerin
dünya ötesi bir yerde mükemmel bir dünya mevcuttur ve gördüğümüz varlıklar o boyutun
yansımalarıdır. İnsan ruhu ise maddi dünya ve “idealar dünyası” arası bir yerdedir. Ruh,
idealar dünyasıyla iç içe oluşundan, dünyevi nesneleri tanıdığından insan, doğuştan bir bilgiye
sahip olarak doğar. İnsan ruhu devinimli ve ölümsüz bir varlıktır.

“Devlet” adını verdiği başyapıtında mükemmel bir devlet teşkilatlanmasını


varsayımlarla açıklar. Bu devlet düzeninde insanlar: kişisel mülkten yoksun işçi, asker ve
idareci olarak üç gruba ayrılmış, iyi eğitim görmüş ve sadece devlet için çalışan kişilerdir.
“Devlet” ‘i ütopik yapan ise, bu varsayımların gerçekte uygulanmak için fazla “ideal”
oluşudur. Döneminin siyasi çalkantılarından bıkıp Sicilya’ya yerleşmiş ve orada “Devlet” ‘i
siyasi politika haline getirebilmek için çabalamıştır. Lakin başarısız olmuş ve Atina’ya dönüp
Atina Akademisi’ni kurmuştur. Burada vermiş olduğu konferanslar hiçbir zaman
yayınlanmamıştır.

Şekil 7: Platon Atina Akademisinde (Roma Mozaiği)


ARİSTOTALES

Platon’un en parlak öğrencisi olan Aristotales, hocasıyla genellikle zıt düşen fikirleri
savunmuştur. Platon doğayı mistizmle anlamaya çalışırken Aristo, olayları daha daha gerçekçi
ve somut bir biçimde incelemiştir.

Aristo, Atina’dan uzakta, Makedonya’da, babasının doktoru olduğu II. Amyntas’ın


sarayında büyüdü. Babasının ölümünün ardından bilginin başkenti saydığı Atina’da Platon’un
Akademia’sına katıldı. Ancak hocasının zamanla matematiğe daha çok yönelmesi Aristo’ya
göre değildi. Hocasının ölümünden sonra Assos ve Midilli’de kendi cemiyetini kurarak orada
yerli bir yöneticinin kızıyla evlendi. M.Ö 342’de yükselen güç Makedonya’ya geri dönerek
orada Büyük İskender’in hocalığını yaptı. Bilinen dünya hakkındaki savları genç İskender’i
pek tatmin etmemiş olacak ki, İskender çıktığı seferlerin birçoğunda hocasının yanılmış
olduğunu kanıtlama çabası göstermiştir.

M.Ö 335’de Atina’ya dönüp kendi akademisini (Lykeion) kurdu. Bu akademi topluma
mal edilip, birçok konu bu meclislerde konuşulmuştur. Lykeion dev kütüphanesi, doğal nesne
koleksiyonları ve rekor sayıdaki öğrenci kapasitesi ile (iki bin kişi) bilinen ilk araştırma
enstitüsü ünvanını taşır. Aristotales bu okulda hocalık yaparken birçok canlıyı sınıflandırmış
ve botanik –biyoloji biliminin temellerini atmıştır. Kendisi antik çağ filozoflarının en
sistematik düşünürüydü. Sadece doğa bilimleri değil aynı zamanda iktisat, mantık, hukuki
fizik, metafizik, siyaset, meteoroloji gibi konularda da kayda değer eserler vermiştir. Bu
eserlerden başlıcaları: “Nikomakhos’a Etik”, “Politika” ve “Metafiziktir”. “Politika” ‘da ele
aldığı demokrasi, aristokrasi ve monarşi yapılanmalarını incelerken bir yandan da
Yunanistan’ın siyasi tarihine ışık tutmuştur.

Büyük İskender’in ölümüyle beraber Makedonya ve Atina arasında patlak veren


savaşta Khalkis’e kaçmıştır. Öldüğünde geriye kayda değer bir servet bırakmıştı.

Şekil 8: Aristo ve İskender (illüstrasyon)


KAYNAKÇA

1. Rodgers, Nigel (2014), Antik Yunan (İstanbul: İş Bankası Kültür


Yayınları)
2. Mansel, Arif Müfid (2014), Ege ve Yunan Tarihi (Ankara: Türk
Tarih Kurumu)
3. Bonnard, Andre (2004) Antik Yunan Uygarlığı II (İstanbul:
Evrensel Basım Yayın)

Anda mungkin juga menyukai