Hem o Kadîr-i Mutlak, herbir asrı, herbir seneyi, herbir günü bir
model yaptığı gibi, rû-yi zemini, herbir dağ ve sahrâyı, bağ ve bostanı,
herbir ağacı birer model yapmıştır. Vakit bevakit, taze taze birer kâinatı
zeminde kuruyor, birer yeni dünyayı icad ediyor, birer âlemi alıp da diğer
muntazam bir âlemi getiriyor. Mevsim bemevsim, her bağ ve bostanda taze
taze mucizât-ı kudretini ve hedâyâ-yı rahmetini gösterir, yeni birer kitab-ı
hikmetnümâ yazıyor, taze taze birer matbaha-i rahmetini kuruyor, mücedded
bir hulle-i san'atnümâ giydiriyor. Her baharda, herbir ağaca sündüs-misal
taze bir çarşaf giydiriyor, lü'lü'-misal yeni bir murassaatla süslendiriyor,
yıldız-misal rahmet hediyeleriyle ellerini dolduruyor.
deyip, hem
kemâl-i kudretini ilân, hem kudretine nisbeten haşir ve kıyamet gayet sehl
ve külfetsiz olduğunu beyan ediyor. Emr-i tekvinîsi kudret ve iradeyi
tazammun ettiğini ve bütün eşya, evâmirine gayet musahhar ve münkad
olduklarını ve mübaşeretsiz, muâlecesiz halk ettiği için icadındaki suhulet-i
mutlakayı ifade için, sırf bir emirle işler yaptığını, Kur'ân-ı Mu'cizü'l-Beyan
ile ferman ediyor.
Meselâ, ekser yerlerde bir kısım meyvedar ağaçlar bir sene meyve
verir. Yani rahmet hazinesinden ellerine verilir, o da verir. Öbür sene, bütün
esbab-ı zahiriye hazırken, meyveyi alıp vermiyor.
İsm-i Alîm Risalesi 3 / 43
ON İKİNCİ REŞHA
İşte, bak: O zat öyle bir salât-ı kübrâda dua ediyor ki, güya şu
cezire, belki arz, onun azametli namazıyla namaz kılar, niyaz eder.
Bak, hem öyle bir cemaat-i uzmâda niyaz ediyor ki, güya benî
Âdemin zaman-ı Âdemden asrımıza, kıyamete kadar bütün nuranî, kâmil
insanlar, ona ittibâ ile iktidâ edip duasına âmin diyorlar.
Hem bak, öyle bir hâcet-i âmme için dua ediyor ki, değil ehl-i arz,
belki ehl-i semâvat, belki bütün mevcudat, niyazına, "Evet, yâ Rabbenâ, ver,
biz dahi istiyoruz" deyip iştirak ediyorlar.
Bak, hem öyle bir maksat, öyle bir gaye için dua ediyor ki, insanı
ve âlemi, belki bütün mahlûkatı esfel-i sâfilînden, sukuttan, kıymetsizlikten,
faydasızlıktan, âlâ-yı illiyyîne, yani kıymete, bekaya, ulvî vazifeye
çıkarıyor.
Bak, hem öyle yüksek bir fizâr-ı istimdatkârâne ve öyle tatlı bir
niyaz-ı istirhamkârâne ile istiyor, yalvarıyor ki, güya bütün mevcudata ve
semâvâta ve Arşa işittirip, vecde getirip, duasına "Âmin Allahümme âmin"
dedirtiyor.
Bak, hem öyle Semî, Kerîm bir Kadîrden, öyle Basîr, Rahîm bir
Alîmden hâcetini istiyor ki, bilmüşahede, en hafî bir zîhayatın en hafî bir
hâcetini, bir niyazını görür, işitir, kabul eder, merhamet eder. Çünkü
istediğini-velev lisan-ı hal ile olsun-verir. Ve öyle bir suret-i hakîmâne,
basîrâne, rahîmânede verir ki, şüphe bırakmaz, bu terbiye ve tedbir öyle bir
Semî ve Basîr ve öyle bir Kerîm ve Rahîme hastır.(19.Sözden İktibasen)
İKİNCİ LEM'A
İşte, birşeyi herşey yapmak, elbette bir Kadîr-i Mutlakın işidir. Hem
yenilen hadsiz taamlardan, o taam ise hayvanî olsun, nebatî olsun, o
müteaddit maddeleri, has bir cisme kemâl-i intizamla çeviren ve ondan
mahsus bir cilt nesceden ve ondan basit cihazları yapan, elbette bir Kadîr-i
Külli Şeydir ve Alîm-i Mutlaktır. Evet, Hâlık-ı Mevt ve Hayat, şu destgâh-ı
dünyada, hikmetiyle, hayatı öyle bir kanun-u emriye-i muciznümâ ile idare
İsm-i Alîm Risalesi 5 / 43
ediyor ki, o kanunu tatbik ve icra etmek, bütün kâinatı kabza-i tasarrufunda
tutan bir Zâta mahsustur.
Meselâ görsen, harika-pîşe bir zat, bir dirhem pamuktan, yüz top
çuha ve ipek veya patiska gibi mütenevvi sair kumaşları o tek dirhem
pamuktan nescetmekle beraber, helva, baklava gibi çok taamları dahi ondan
yapıyor. Sonra görsen ki, o zat, demiri ve taşı, balı ve yağı, suyu ve toprağı
avucuna alır, bir güzel altın yapar. Elbette kat'iyen hükmedeceksin ki, o zat
öyle kendine has bir san'ata mâliktir; bütün anâsır-ı arziye onun emrine
musahhar ve bütün mevâlid-i türâbiye onun hükmüne bakar.
BİRİNCİ DAL
dinlesin, işitsin. Onun lisanı Lâ ilâhe illâllah beraber mîzened âlem desin,
ilân etsin.
Birinci âyette âsârı bast edip, bir neticenin, bir mühim maksudun
mukaddemâtı gibi, ilim ve kudrete gayat ve nizâmâtıyla şehadet eden en
azîm eserleri serd eder, Alîm ismini istihraç eder. İkinci âyette, Birinci
Şulenin Birinci Şuaının Üçüncü Noktasında bir derece izah olunduğu gibi,
Cenâb-ı Hakkın büyük ef'âlini, azîm âsârını zikrederek, neticesinde, yevm-i
fasl olan haşri, netice olarak zikrediyor.(25 Söz den İktibasen)
İKİNCİ NOKTA
"Ben çendan küçücük birşeyim. Fakat pek büyük vazifelerim, pek ince
münasebetlerim ve bedenin bütün hüceyrâtına ve heyet-i mecmuasına bağlı
alâkalarım var. Ezcümle, evride ve şerâyin damarlarına ve hassâse ve
muharrike âsaplarına ve cazibe, dafia, müvellide, musavvire gibi kuvvelere
karşı derin ve mükemmel vazifelerim var. Eğer bütün bedeni, bütün damar
ve âsap ve kuvveleri teşkil ve tanzim ve istihdam edecek bir kudret ve ilim
sende varsa ve benim emsalim ve san'atça ve keyfiyetçe birbirimizin kardeşi
olan bütün hüceyrât-ı bedeniyeye tasarruf edecek nafiz bir kudret, şamil bir
İsm-i Alîm Risalesi 10 / 43
hikmet sende varsa, göster; sonra 'Ben seni yapabilirim' diye dâvâ et. Yoksa
haydi git! Küreyvât-ı hamrâ bana erzak getiriyorlar. Küreyvât-ı beyzâ da
bana hücum eden hastalıklara mukabele ediyorlar. İşim var, beni meşgul
etme.
"Hem senin gibi âciz, câmid, sağır, kör birşey bize hiçbir cihetle karışmaz.
Çünkü bizde o dereceince ve nazik ve mükemmel bir intizam HAŞİYE var ki,
eğer bize hükmeden bir Hakîm-i Mutlak ve Kadîr-i Mutlak ve Alîm-i
Mutlak olmazsa intizamımız bozulur, nizamımız karışır."
HAŞİYE
Sâni-i Hakîm, beden-i insanı gayet muntazam bir şehir hükmünde halk
etmiştir. Damarların bir kısmı telgraf ve telefon vazifesini görür. Bir kısmı
da, çeşmelerin boruları hükmünde, âb-ı hayat olan kanın cevelânına
medardırlar.
Kan ise, içinde iki kısım küreyvat halk edilmiş. Bir kısmı "küreyvât-ı
hamrâ" tabir edilir ki, bedenin hücrelerine erzak dağıtıyor ve bir kanun-u
İlâhî ile hücrelere erzak yetiştiriyor (tüccar ve erzak memurları gibi). Diğer
kısmı küreyvât-ı beyzâdırlar ki, ötekilere nisbeten ekalliyettedirler.
Vazifeleri, hastalık gibi düşmanlara karşı asker gibi müdafaadır ki, ne vakit
müdafaaya girseler, Mevlevî gibi iki hareket-i devriye ile sür'atli bir vaziyet-
i acibe alırlar.
Kanın heyet-i mecmuası ise, iki vazife-i umumiyesi var: Biri bedendeki
hüceyrâtın tahribatını tamir etmek, diğeri hüceyrâtın enkazlarını toplayıp
bedeni temizlemektir. Evride ve şerâyin namında iki kısım damarlar var ki,
biri sâfi kanı getirir, dağıtır, sâfi kanın mecrâlarıdır. Diğer kısmı, enkazı
toplayan bulanık kanın mecrâsıdır ki, şu ikinci ise, kanı "ree" denilen,
nefesin geldiği yere getirirler.
Sâni-i Hakîm, havada iki unsur halk etmiştir: biri azot, biri
müvellidülhumuza. Müvellidülhumuza ise, nefes içinde kana temas ettiği
vakit, kanı telvis eden karbon unsur-u kesifini kehribar gibi kendine çeker.
İkisi imtizaç eder. Buharî hâmız-ı karbon denilen, semli havaî bir maddeye
inkılâb ettirir. Hem hararet-i gariziyeyi temin eder, hem kanı tasfiye eder.
Çünkü, Sâni-i Hakîm, fenn-i kimyada aşk-ı kimyevî tabir edilen bir
münasebet-i şedideyi, müvellidülhumuza ile karbona vermiş ki, o iki unsur
birbirine yakın olduğu vakit, o kanun-u İlâhî ile o iki unsur imtizaç ederler.
İsm-i Alîm Risalesi 11 / 43
Fennen sabittir ki, imtizaçtan hararet hasıl olur. Çünkü imtizaç bir nevi
ihtiraktır. Şu sırrın hikmeti şudur ki:
"Eğer bütün emsalim ve yüzümüzdeki sikke-i kudret ve turra-i fıtrat bir olan
bütün insanların bedenlerine hakikî mutasarrıf olacak bir kudret ve ilim
sende varsa-
"hem ben kılıf olduğum gayet geniş ve yüksek olan ruh, kalb, akıl gibi
letâif-i mâneviyeyi benim gibi dar, süflî bir zarfta yerleştirerek, kemâl-i
hikmetle istihdam edip ibadet ettirecek, sende nihayetsiz bir kudret, hadsiz
bir hikmet varsa, göster. Sonra 'Ben seni yaptım' de. Yoksa sus!
herşeyi işitir bir Zattır. Senin gibi sersem âcizin parmağı Onun san'atına
karışamaz, zerre miktar müdahale edemez."(32 Söz den İktibasen)
Öyle bir tarzda şekl-i umumîsinin hududunu tayin eder ki, Alîm, Hakîm
ismini gösterir.
Hem öyle bir tarzda tezyin ve tenvir eder ki, lütuf ve kerem
mânâları onda o derece hükmediyor ki, adeta o mevcud-u müzeyyen, o
masnu-u münevver bir lütf-u mücessem, bir kerem-i mütecessid hükmüne
geçer, Lâtif ve Kerîm ismini zikreder.
Ve o sun' ve inâyet ise, bir ilim ve hikmeti iktiza eder ve ism-i Alîm
ve Hakîm'i, o masnuun intizamlı, hikmetli âzâsıyla okutturur.
İsm-i Alîm Risalesi 14 / 43
İşte, Sâni-i Zülcelâl, bütün masnuatını öyle bir tarzda yapmış ki,
ekserisi, hususan zîhayat kısmı, çok esmâ-i İlâhiyeyi okutturur. Güya herbir
masnuuna ayrı ayrı, birbiri üstünde yirmi gömlek giydirmiş, yirmi perdeye
sarmış; her gömlekte, her perdede ayrı ayrı esmâsını yazmış.
İkinci sayfa: Suretlerinde ayrı ayrı âzâların inkişafıyla hasıl olan çiçek ve
insanın basit heyetidir ki, o sayfada Alîm, Hakîm isimleri gibi çok isimler
yazılıyor.
Üçüncü sayfa: O iki mahlûkun ayrı ayrı âzâlarına ayrı ayrı hüsün ve ziynet
vermekle, o sayfada Sâni ve Bâri' isimleri gibi çok isimler yazılıyor.
Dördüncü sayfa: Öyle bir ziynet ve hüsün, o iki masnua veriliyor ki, güya
lütuf ve kerem tecessüm etmiş, onlar olmuş. O sayfa yâ Lâtif, yâ Kerîm gibi
çok isimleri yad eder, okur.
İşte, yalnız bir güzel çiçek ve hasnâ bir insan ve yalnız maddî ve
zâhir suretinde bu kadar esmâyı gösterirse, acaba umum çiçekler ve bütün
zîhayat ve büyük ve küllî mevcudat, ne derece ulvî ve küllî esmâyı
okutuyor, kıyas edebilirsin.
İşte, Cennet bir çiçektir. Huri taifesi dahi bir çiçektir. Rû-yi zemin
dahi bir çiçektir. Bahar da bir çiçektir. Semâ da bir çiçektir; yıldızlar o
çiçeğin yaldızlı nakışlarıdır. Güneş de bir çiçektir; ziyasındaki yedi rengi o
çiçeğin nakışlı boyalarıdır. Âlem güzel ve büyük bir insandır; nasıl ki insan
küçük bir âlemdir.
de. Ve âyetlerin
İsm-i Alîm Risalesi 16 / 43
âhirlerinde olan
Hem nasıl bütün kalblere, insan ise her nevi ulûm ve hakikatleri
bildiren, hayvan ise her nevi hâcetlerinin tedarikini öğreten bütün ilhâmât-ı
gaybiye bir Rabb-i Rahîmin vücudunu ihsas eder ve rububiyetine işaret eder.
Öyle de, gözlere kâinat bostanındaki mânevî çiçekleri toplayan şuâât-ı
ayniye gibi zâhirî ve bâtınî bütün duyguların ayrı ayrı âlemlere herbiri birer
anahtar olmaları, yine o Sâni-i Hakîm, o Fâtır-ı Alîm, o Hâlık-ı Rahîm, o
Rezzâk-ı Kerîmin vücub-u vücudunu ve vahdet ve ehadiyetini ve kemâl-i
rububiyetini güneş gibi gösterir.(32 Söz den İktibasen)
Yedinci Pencere
On Dördüncü Pencere
İsm-i Alîm Risalesi 19 / 43
On Beşinci Pencere
İsm-i Alîm Risalesi 20 / 43
İKİNCİ KELİME
Daha bir parça dikkat-i nazar ettikçe, yeniden yeniye bir tanzim ve
tevziniyet gözümüze çarpıyor. Yani, birisi, intizamla o nizamı değiştiriyor ve
tartıyla o mizanı tazelendiriyor. Herşey bir model olup, pek kesretli,
muntazam ve mevzun suretler giydiriliyor.
Daha ziyade dikkat ettikçe, o tanzim ve tevzin altında bir hikmet ve adalet
görünüyor. Her harekette bir hikmet ve maslahat gözetiliyor; bir hak, bir
fayda takip ediliyor.
Daha ziyade dikkat ettikçe, gayet hakîmâne bir faaliyet içinde bir kudretin
tezahüratı ve herşeyin her şe'nini ihata eden gayet muhit bir ilmin cilveleri
nazar-ı şuurumuza çarpıyor.
adalet, bir kudret ve ilmi gözümüze gösteriyor. Demek, bir Kadîr-i Külli Şey
ve bir Alîm-i Külli Şey, şu perdeler arkasında akla görünüyor.
İşte, bütün mevcudat, böyle evveline dikkat ettikçe, bir ilmin tarifenâmesi;
ve âhirine dikkat ettikçe, bir Sâniin plânı ve beyannamesi; ve zâhirine
baktıkça, bir Fâil-i Muhtarın ve Mürîdin gayet san'atlı ve tenasüplü bir
hulle-i san'atı; ve bâtınına baktıkça, bir Kadîrin gayet muntazam bir
makinesini müşahede ediyoruz.
İşte şu hal ve şu keyfiyet, bizzarure ve bilbedâhe ilân eder ki, hiçbir şey,
hiçbir zaman, hiçbir mekân, birtek Sâni-i Zülcelâlin kabza-i tasarrufundan
hariç olamaz. Herbir şey ve bütün eşya, bütün şuûnâtıyla bir Kadîr-i Mürîdin
kabza-i tasarrufunda tedbir edilir ve bir Rahmân-ı Rahîmin tanzimiyle ve
lütfuyla güzelleştiriliyor ve bir Hannân-ı Mennânın tezyiniyle
süslendiriliyor.
DOKUZUNCU KELİME
İsm-i Alîm Risalesi 22 / 43
Şu kelimenin hakikatini kat'î bir surette göstermek için, ilm-i İlâhînin hadsiz
delillerinden bir geniş delilin emârelerine ve lem'alarına şöyle işaret eder ve
deriz ki:
Şu kâinatta görünen ef'âl ile tasarruf edip icad eden Sâniin, bir muhit ilmi
var. Ve o ilim, Onun zâtının hassa-i lâzime-i zaruriyesidir; infikâki muhaldir.
Nasıl ki güneşin zâtı bulunup ziyası bulunmamak kabil değil; öyle de, binler
derece ondan ziyade kabil değildir ki, şu muntazam mevcudatı icad eden
Zâtın ilmi, ondan infikâk etsin.
Şu ilm-i muhit, o Zâta lâzım olduğu gibi, taallûk cihetiyle herşeye dahi
lâzımdır. Yani, hiçbir şey Ondan gizlenmesi kabil değildir. Perdesiz, güneşe
karşı zemin yüzündeki eşya, güneşi görmemesi kabil olmadığı gibi, o Alîm-i
Zülcelâlin nur-u ilmine karşı eşyanın gizlenmesi, bin derece daha gayr-ı
kabildir, muhaldir. Çünkü huzur var. Yani, herşey daire-i nazarındadır ve
mukabildir ve daire-i şuhudundadır ve herşeye nüfuzu var. Şu câmid güneş,
şu âciz insan, şu şuursuz röntgen şuaı gibi zînurlar, hâdis, nâkıs ve ârızî
oldukları halde, onların nurları, mukabilindeki herşeyi görüp nüfuz
ederlerse, elbette vâcib ve muhit ve zâtî olan nur-u ilm-i ezelîden hiçbir şey
gizlenemez ve haricinde kalamaz. Şu hakikate işaret eden, kâinatın had ve
hesaba gelmez alâmetleri, âyetleri vardır. Ezcümle:
Hem herbiri birer mizan içindeki bütün intizamlı mevcudat ve herbiri birer
intizam içindeki bütün mizanlı ve ölçülü hey'ât, yine o ilm-i muhite işaret
eder. Çünkü, hikmetle iş görmek, ilimle olur.
Hem bütün inâyetler, tezyinatlar o ilme işaret eder. Ölçü ile, tartı ile
san'atkârâne yapan, elbette kuvvetli bir ilme istinaden yapar.
İsm-i Alîm Risalesi 23 / 43
Hem bütün zîhayata, herbirisine lâyık bir tarzda, münasip vakitte, ummadığı
yerde rızıklarını vermek, bir ilm-i muhitle olur. Çünkü rızkı gönderen, rızka
muhtaç olanları bilecek, tanıyacak, vaktini bilecek, ihtiyacını idrak edecek;
sonra rızkını lâyık bir tarzda verebilir.
Hem umum zîhayatın, ipham ünvanı altında bir kanun-u taayyüne bağlı olan
ecelleri, ölümleri bir ilm-i muhiti gösteriyor. Çünkü her taifenin, gerçi
fertlerin zâhiren muayyen bir vakt-i eceli görünmüyor, fakat o taifenin iki
had ortasında mahdut bir zamanda ecelleri muayyendir. O ecel hengâmında,
o şeyin arkasında vazifesini idame edecek olan neticesinin, meyvesinin,
çekirdeğinin muhafazası ve bir taze hayata inkılâp ettirmesi, yine o ilm-i
muhiti gösteriyor.
Hem bütün mevcudata şamil, herbir mevcuda lâyık bir surette rahmetin
taltifâtı, bir rahmet-i vâsia içinde bir ilm-i muhiti gösteriyor. Çünkü, meselâ,
zîhayatın etfallerini sütle iaşe eden ve zeminin suya muhtaç nebâtâtına
yağmurla yardım eden, elbette etfâli tanır, ihtiyaçlarını bilir ve o nebâtâtı
görür ve yağmurun onlara lüzumunu derk eder; sonra gönderir. Ve hâkezâ,
bütün hikmetli, inâyetli rahmetinin hadsiz cilveleri, bir ilm-i muhiti
gösteriyor.
Hem icad ve ibdâ-ı eşyada kemâl-i suhulet, bir ilm-i ekmele delâlet eder.
Çünkü bir işte kolaylık ve bir vaziyette suhulet, derece-i ilim ve maharetle
mütenasiptir. Ne kadar ziyade bilse, o derece kolay yapar.
İsm-i Alîm Risalesi 24 / 43
İşte şu sırra binaen, herbiri birer mucize-i san'at olan mevcudata bakıyoruz
ki, hayretnümâ bir derecede suhuletle, kolaylıkla, külfetsiz, dağdağasız, kısa
bir zamanda, fakat muciznümâ bir surette icad edilir. Demek hadsiz bir ilim
vardır ki, hadsiz suhuletle yapılır. Ve hâkezâ, mezkûr emâreler gibi binler
alâmet-i sadıka var ki, şu kâinatta tasarruf eden Zâtın muhit bir ilmi vardır.
Ve herşeyi bütün şuûnâtıyla bilir, sonra yapar.
Eğer denilse: "Yalnız ilim kâfi değildir; irade dahi lâzımdır. İrade olmazsa
ilim kâfi gelmez."
Elcevap: Bütün mevcudat nasıl ki bir ilm-i muhite delâlet ve şehadet eder.
Öyle de, o ilm-i muhit sahibinin irade-i külliyesine dahi delâlet eder. Şöyle
ki:
Herbir şeye, hususan herbir zîhayata, pek çok müşevveş ihtimâlât içinde,
muayyen bir ihtimalle ve pek çok akîm yollar içinde, neticeli bir yolla ve
pek çok imkânât içinde mütereddit iken gayet muntazam bir teşahhus
verilmesi, hadsiz cihetlerle bir irade-i külliyeyi gösteriyor. Çünkü, herşeyin
vücudunu ihata eden hadsiz imkânat ve ihtimâlât içinde ve semeresiz, akîm
yollarda ve karışık ve yeknesak, sel gibi mizansız akan câmid unsurlardan,
gayet hassas bir ölçüyle, nazik bir tartıyla ve gayet ince bir intizamla,
nazenin bir nizamla verilen mevzun şekil ve muntazam teşahhus, bizzarure
ve bilbedâhe, belki bilmüşahede, bir irade-i külliyenin eseri olduğunu
gösterir.
Çünkü, hadsiz vaziyetler içinde bir vaziyeti intihap etmek, bir tahsis, bir
tercih, bir kast ve bir irade ile olur. Ve amd ve arzu ile tahsis edilir. Elbette
tahsis, bir muhassısı iktiza eder. Tercih, bir müreccihi ister. Muhassıs ve
müreccih ise iradedir. Meselâ, insan gibi yüzler muhtelif cihazat ve âlâtın
makinesi hükmünde olan bir vücudun, bir katre sudan; ve yüzer muhtelif
âzâsı bulunan bir kuşun, basit bir yumurtadan; ve yüzer muhtelif kısımlara
ayrılan bir ağacın, basit bir çekirdekten icadları, kudret ve ilme şehadet
ettikleri gibi, gayet kat'î ve zarurî bir tarzda, onların Sâniinde bir irade-i
İsm-i Alîm Risalesi 25 / 43
külliyeye delâlet ederler ki, o irade ile, o şeyin herşeyini tahsis eder. Ve o
irade ile, her cüz'üne, her uzvuna, her kısmına ayrı, has bir şekil verir, bir
vaziyet giydirir.
İşte, meşiet-i İlâhiye ile vücuda gelen işlerde, "inşaallah, inşaallah" yerinde,
bilerek "tabiî, tabiî" demek ne kadar hata ve muhalif-i hakikat olduğunu
kıyas et.(20.Mektup İktibasen)
edildiği gibi, hadsiz bir kudreti var. Elbette, bilmüşahede görülen harikulâde
suhulet ve kolaylık, o ihata-i ilmiyeden ve azamet-i kudretten geliyor.
Meselâ, nasıl ki göze görülmeyen eczalı bir mürekkeple yazılan bir kitaba, o
yazıyı göstermeye mahsus bir ecza sürülse, o koca kitap birden herbir göze
vücudunu gösterip kendini okutturur. Aynen öyle de, o Kadîr-i Ezelînin ilm-i
muhitinde, herşeyin suret-i mahsusası, bir miktar-ı muayyenle taayyün
ediyor. O Kadîr-i Mutlak, emr-i kün feyekûn ile, o hadsiz kudretiyle ve nâfiz
iradesiyle, o yazıya sürülen ecza gibi, gayet kolay ve suhuletle, kudretin bir
cilvesi olan kuvvetini o mahiyet-i ilmiyeye sürer, o şeye vücud-u haricî
verir, göze gösterir, nukuş-u hikmetini okutturur.
Eğer bütün eşya birden o Kadîr-i Ezelîye ve Alîm-i Külli Şeye verilmezse, o
vakit sinek gibi en küçük birşeyin vücudunu, dünyanın ekser nevilerinden
hususî bir mizanla toplamak lâzım gelmekle beraber; o küçük sineğin
vücudunda çalışan zerreler, o sineğin sırr-ı hilkatini ve kemâl-i san'atını
bütün dekaikiyle bilmekle olabilir. Çünkü esbab-ı tabiiye ile esbab-ı
maddiye, bilbedahe ve umum ehl-i aklın ittifakıyla, hiçten icad edemez.
Öyleyse, herhalde, onlar icad etse, elbette toplayacak. Madem toplayacak;
hangi zîhayat olursa olsun, ekser anâsır ve envâından nümuneler, içinde
vardır. Adeta kâinatın bir hülâsası, bir çekirdeği hükmündedir. Elbette, o
halde bir çekirdeği bütün bir ağaçtan, bir zîhayatı bütün rû-yi zeminden ince
elekle eleyip ve en hassas bir mizanla ölçüp toplattırmak lâzım geliyor. Ve
madem esbab-ı tabiiye cahildir, câmiddir; bir ilmi yoktur ki bir plân, bir
fihriste, bir model, bir program takdir etsin, ona göre mânevî kalıba giren
zerrâtı eritip döksün, tâ dağılmasın, intizamını bozmasın. Halbuki herşeyin
şekli, heyeti hadsiz tarzlarda olabildiği için, hadsiz had ve hesaba gelmez
eşkâller, miktarlar içinde birtek şekil ve miktarda, sel gibi akan anâsırın
zerreleri dağılmayarak, muntazaman, miktarsız, kalıpsız, birbiri üstünde
kitle halinde durdurmak ve zîhayata muntazam bir vücut vermek, ne derece
imkândan, ihtimalden, akıldan uzak olduğu görünüyor. Elbette kimin
kalbinde körlük yoksa görür.
HAŞİYE
Yani, "Allah'tan başka bütün çağırdığınız ve ibadet ettiğiniz şeyler
toplansalar, bir sineği halk edemezler." Hac Sûresi, 22:73.(26.Lem’a dan
İktibasen)
Âyet-i kerîmenin işaretiyle, emir ile îcâd oluyor. Ve Kudret hazineleri kâf,
nun'dadır. Bu sırr-ı dakîkin vücûh-u kesîresinden birkaç veçhi Risalelerde
zikredilmiştir. Burada, hurûf-u Kur'ân'ın, hususen sûrelerin başlarındaki
mukattaât-ı hurûfun hâsiyetlerine ve fezâillerine ve tesirât-ı maddiyelerine
dâir vürûd eden hadisleri, şu asrın nazar-ı maddîsine takrib etmek için,
maddî bir misâl üzerinde o sırrın tefhîmine çalışacağız. Şöyle ki:
Zât-ı Zülcelâl olan Sahib-i Arş-ı Âzamın, mânevî bir merkez-i âlem ve kalb
ve kıble-i kâinat hükmünde olan küre-i arzdaki mahlûkatın tedbirine medar
dört arş-ı İlâhîsi var:
Sekizinci nokta
Öyle bir Allah'a hamd olsun ki, kâinat ile tâbir edilen şu kitab-ı kebîr ve
onun tefsiri olan Kur'ân-ı Azîmüşşanın beyanına göre bütün babları ile
fasılları ve bütün sayfaları ile satırları ve bütün kelimatı ile harfleri, o Zât-ı
Akdese, sıfât-ı cemâliye ve kemâliyesini izhar ile hamd ü senâhandır. Şöyle
ki:
O kitab-ı kebîrin herbir nakşı, küçük olsun, büyük olsun, karınca kaderince,
Vâhid ve Samed olan Nakkaşının evsaf-ı celâliyesini izhar ile hamd-ü
senâlar eder. Ve kezâ, o kitabın herbir yazısı, Rahmân ve Rahîm olan
Kâtibinin evsâf-ı cemâlini göstermekle senâhan oluyor. Ve kezâ, o kitabın
bütün yazıları noktaları, nakışları, Esmâ-i Hüsnânın tecelliyat ve cilvelerine
mâkes ve mazhar olmak cihetiyle, o Zât-ı Akdesi takdis, tahmid, temcid ile
senâhandır. Ve kezâ, o kitabın her bir nazmı, kasidesi, Kadîr, Alîm olan
Nâzımını takdis ile tahmid eyler.(29.Lem’a Tercumesi İktibasen)
DÖRDÜNCÜ BAB
İki Fasıldır.
Birinci Fasıl
Lâ ilâhe illâllah vahdaniyeti ispat ettiği gibi, Hüve ile başlayan isimler
vücud-u Vâcibi ispat ediyor. Adeta birinci cümle vahdaniyeti gösterdiği
İsm-i Alîm Risalesi 29 / 43
zaman, bir sual-i mukadder hatıra geliyor. "O Vâhid kimdir, nasıl
bileceğiz?" diye vaki olan suale, meselâ Hüve'r-Rahmânü'r-Rahîm ile cevap
veriyor. Yani, kâinatı dolduran âsâr-ı şefkat ve merhamet Onundur, o
Rahmân'ı tanıttırıyor. Ve hâkezâ, kıyas et.
Said Nursi
Allahım,
HAŞİYE
Bu şehadetlerde iki hüküm var. Biri vahdaniyeti gösterir, Lâ ilâhe
illâllah'tır. Diğeri, o Vâhidin vücubunu ispat eder ki, Hüve ile başlayan
isimlerdir. Herbir Hüve geldiği vakit, bir sual-i mukaddere cevaptır.
İşte, bütün bu cümleler bu tarzdadır. Âsâr ile ef'âli, ef'âl ile esmâyı, esmâ ile
vücud-u Vâcibi ispat ederler.
HAŞİYE
Hüve'l-Ma'rûfu likülli'l-ârifîn fıkrasından sonraki fıkraların meâli
şudur ki:
O İlâh-ı Vâhidi tanımak istiyorsan, bak: Bütün nev-i beşerde gelen âriflerin
ayrı ayrı yollarla, delilleriyle tanıdıkları bir Mâruf var. İşte o Mâruf Odur. O
İsm-i Alîm Risalesi 31 / 43
İlâh-ı Vâhid, böyle had ve hesaba gelmez ehl-i marifet, had ve hesaba
gelmez ayrı ayrı tarzda tanıdıkları bir Zâtın vücudu güneş gibi zâhir olur.
Hem nev-i beşerdeki had ve hesaba gelmez âbidlerin birtek Mâbuda ibadet
ettikleri ve o ibadetin karşısında mukabele-i mâneviye görmeleri ve münacat
ve füyuzata mazhar olmaları, güneş gibi, o Mâbudun vücudunu muzaaf
tevatürle gösteriyorlar.
Hatime
Sırr-ı tevhid içinde sair erkân-ı imaniyeye birer kelâmla kısacık birer
işarettir
İsm-i Alîm Risalesi 32 / 43
Evet hudûs hakikati kâinatı istilâ etmiş. Çoğunu göz görüyor, diğer
kısmını akıl görüyor. Çünkü, gözümüzün önünde her sene güz mevsiminde
öyle bir âlem vefat eder ki, herbirisinin hadsiz efradı bulunan ve herbiri
zîhayat bir kâinat hükmünde olan yüz bin nevi nebatat ve küçücük hayvanat,
o âlemle beraber vefat ederler.
ALTINCI KELİME
Evet, nasıl ki, rahmet, rızk-ı acâibiyle güneş gibi kendini gösterip
perde-i gaybda bir Rahmân-ı Rahîmi kat'iyetle ispat ediyor; öyle de, yüzer
âyât-ı Kur'âniyede mevki alan ve kudsî yedi sıfattan bir cihette en birincisi
olan ilim dahi, nizam ve mizanın hikmetleri ve meyveleriyle güneş ziyası
misilli kendini gösterdiği gibi, bir Alîm-i Küll-i Şeyin mevcudiyetini
kat'iyetle bildirir. Evet, insanın şuuruna, ilmine delâlet eden düzgün, ölçülü
san'atı ile insanın Hâlıkının ilmine, hikmetine delâlet eden hüsn-ü hilkat-ı
insan muvazenesi, aynen yıldız böceğinin gecedeki ışığının lem'acığının,
gündüzde güneşin ihâtalı ziyasına nisbeti gibidir.
der.
Yani, bütün zîhayat, zîşuur âleminde, her nev'e ve her ferde, hususî
ve ona münasip ve umuma şâmil inayetler, şefkatler, himayetler, bedahet
derecesinde ihatalı bir ilme delâlet ve o inayetlere mazhar olanları ve
ihtiyaçlarını bilen bir Alîm-i İnayetkârın vücub-u vücuduna hadsiz
şehadetler eder, demektir.
dir.
dir. Yani,
ehemmiyetli bir hikmet için, zâhir nazarda müphem ve gayr-ı muayyen
tevehhüm edilen eceller ve rızıklar, ipham perdesi altında kaza ve kader-i
ezelînin defterinde mukadderat-ı hayatiye sayfasında her zîhayatın eceli
mukadder ve muayyendir, tekaddüm, teahhur etmez. Ve her zîruhun rızkı
tayin ve tahsis edilip kaza ve kader levhasında yazıldığına hadsiz deliller
var. Meselâ, koca bir ağacın ölmesi, onun bir nevi ruhu olan çekirdeğini
onun yerinde vazife görmek için bırakması, bir Alîm-i Hafîzin hikmetli
kanunuyla olması ve bir yavrunun rızkı olan süt memelerden gelmesi ve kan
ve fışkı içinden çıkıp hiç bulaşmadan sâfi, temiz olarak ağzına akması,
tesadüf ihtimalini kat'î bir surette red ve bir Rezzâk-ı Alîm-i Rahîmin
şefkatli düsturuyla olduğunu gayet kat'î gösteriyor. Bu iki cüz'î misâle bütün
zîhayat, zîruh kıyas edilsin.
âhirete çalışmamakla zâyi olup, yarı ömürden sonra hergün ölüm darağacı
tarafına bir ayak atmak gibi dehşetli bir korku alıp, eceldeki musibet yüz
derece ziyadeleşmesi sırrıyla, başa gelen musibetler ve hattâ dünyanın eceli
olan kıyamet perde-i gaybda merhameten bırakılmış. Rızık ise, hayattan
sonra nimetlerin en büyük bir hazinesi ve şükür ve hamdin en zengin bir
menbaı ve ubudiyet ve dua ve ricaların en cemiyetli bir madeni olmasından,
suret-i zâhirede müphem ve tesadüfe bağlı gibi gösterilmiş. Tâ her vakit
Rezzâk-ı Kerîmin dergâhına iltica ve rica ve yalvarmak ve hamd ve şükür
şefaatiyle rızık istemek kapısı kapanmasın. Yoksa, muayyen olsaydı,
mahiyeti bütün bütün değişecekti. Şâkirâne, minnettarâne ricalar, dualar,
belki mütezellilâne ubudiyet kapıları kapanırdı.(15.Şu’a dan İktibasen)
nasıl delâlet eder ki Sâni'leri birdir, vâhiddir, ehaddir; öyle de: Yüzlerinin
simaları hikmetli bir tarzda, birbirinden fârikalı ve ayrı olması kat'î delâlet
eder ki; o Sâni-i Vâhid-i Ehad, bir Fâil-i Muhtardır. İrade ve ihtiyar ve
meşîet ve kast ile herşeyi yaratır. (15.Şu’a dan İktibasen)
Evet, tabiatın iki ciheti vardır. Biri zahiridir ki, ehl-i gaflet ve
dalâletçe hakikat zannedilmiştir. Diğeri bâtınıdır ki, san'at-ı İlâhiye ve sıbğa-
i Rahmâniyedir. Tabiata ilâveten iddia edilen kuvvet ise, Hâlık-ı Hakîm-i
Alîmin cilve-i kudretidir. Ehl-i gafletin sâni olarak telâkki ettikleri tabiata
cenah olarak yapıştırdıkları kör tesadüf ve ittifak ise, dalâletten neş'et eden
ıztırar neticesinde şeytanların ihtirâ ettikleri hezeyanlardır. Çünkü,
müteaddit eserlerimde kat'î bir surette ispat edildiği gibi, harikaların harikası
olan şu san'at, ancak ve ancak bütün evsaf-ı kemâliyeyle muttasıf bir Habîr-i
Basîrin yed-i kudretinden çıkmamış ise, şu kesif, câmid, mukayyet, miskin,
mümkinin eliyle mi şu kâinata giydirilen gömlek yapılmıştır? Yoksa
âlemlere giydirilen şu güzel teşekkülleri, nakışları baûda veya kaplumbağa
mı yapmıştır? Hâşâ, sümme hâşâ!( Mesnevî-i Nuriye - Zeylü'l-Habbe den
İltibasen)
senin parmağın içinde senin şuur ve iktidarından daha çok bir şuur, bir
iktidar yaratırdı. Demek herşeyin bir haddi var. O şey, o had ile
mukayyeddir.
Yâni, insan der: "Çürümüş kemikleri kim diriltecek?" Sen, de: "Kim, onları
bidayeten inşa edip hayat vermiş ise o diriltecek."
ettiği halde, biri dese, "Şu zat, efradı istirahat için dağılmış olan bir taburu
bir boru ile toplar; tabur nizamı altına getirebilir." Sen ey insan, desen:
"İnanmam"; ne kadar divanece bir inkâr olduğunu bilirsin.
Kıymetli Üstadım,
Aziz Üstadım,
İsm-i Alîm Risalesi 43 / 43
Hulusi(Rh)