Anda di halaman 1dari 43

İsm-i Alîm Risalesi 1 / 43

Sâni-i Hakîm ve Nakkaş-ı Alîm, şu âlem sarayını müştemilâtıyla


beraber bedi' bir surette yaptıktan sonra, cüz'î ve küllî, cüz ve küll herşeye
bir model hükmünde bir nizam-ı kaderî ile bir miktar-ı muayyen vermiştir.
İşte, bak, o Nakkaş-ı Ezelî, herbir asrı bir model yaparak mucizat-ı
kudretiyle murassâ, taze bir âlemi ona giydiriyor. Herbir seneyi bir mikyas
ederek havârık-ı rahmetiyle musannâ, taze bir kâinatı o kamete göre dikiyor.
Herbir günü bir satır yaparak dekaik-i hikmetiyle müzeyyen, mücedded
mevcudatı onda yazıyor.

Hem o Kadîr-i Mutlak, herbir asrı, herbir seneyi, herbir günü bir
model yaptığı gibi, rû-yi zemini, herbir dağ ve sahrâyı, bağ ve bostanı,
herbir ağacı birer model yapmıştır. Vakit bevakit, taze taze birer kâinatı
zeminde kuruyor, birer yeni dünyayı icad ediyor, birer âlemi alıp da diğer
muntazam bir âlemi getiriyor. Mevsim bemevsim, her bağ ve bostanda taze
taze mucizât-ı kudretini ve hedâyâ-yı rahmetini gösterir, yeni birer kitab-ı
hikmetnümâ yazıyor, taze taze birer matbaha-i rahmetini kuruyor, mücedded
bir hulle-i san'atnümâ giydiriyor. Her baharda, herbir ağaca sündüs-misal
taze bir çarşaf giydiriyor, lü'lü'-misal yeni bir murassaatla süslendiriyor,
yıldız-misal rahmet hediyeleriyle ellerini dolduruyor.

İşte, şu işleri nihayet hüsn-ü san'at ve kemâl-i intizamla yapan ve şu


birbiri arkasında gelen ve zaman ipine takılan seyyar âlemleri nihayet
hikmet ve inayet ve kemâl-i kudret ve san'atla değiştiren Zat, elbette gayet
İsm-i Alîm Risalesi 2 / 43

Kadîr ve Hakîmdir, nihayet derecede Basîr ve Alîmdir. Tesadüf onun işine


karışamaz. İşte, o Zât-ı Zülcelâldir ki, şöyle ferman ediyor:

deyip, hem
kemâl-i kudretini ilân, hem kudretine nisbeten haşir ve kıyamet gayet sehl
ve külfetsiz olduğunu beyan ediyor. Emr-i tekvinîsi kudret ve iradeyi
tazammun ettiğini ve bütün eşya, evâmirine gayet musahhar ve münkad
olduklarını ve mübaşeretsiz, muâlecesiz halk ettiği için icadındaki suhulet-i
mutlakayı ifade için, sırf bir emirle işler yaptığını, Kur'ân-ı Mu'cizü'l-Beyan
ile ferman ediyor.

Hasıl-ı kelâm: Bir kısım âyetler, eşyada, hususan bidayet-i icadında


gayet derecede hüsn-ü san'atı ve nihayet derecede kemâl-i hikmeti ilân
ediyor. Diğer kısmı, eşyada, hususan tekrar icadında ve iadesinde gayet
derecede suhulet ve sür'atini, nihayet derecede inkıyad ve külfetsizliğini
beyan eder.(15.Söz den İktibasen)

Küçük bir zeyl

Kadîr-i Alîm ve Sâni-i Hakîm, kanuniyet şeklindeki âdâtının


gösterdiği nizam ve intizamla kudretini ve hikmetini ve hiçbir tesadüf işine
karışmadığını izhar ettiği gibi; şuzûzât-ı kanuniye ile, âdetinin harikalarıyla,
tagayyürat-ı sûriye ile, teşahhusatın ihtilâfâtıyla, zuhur ve nüzul zamanının
tebeddülüyle meşietini, iradetini, fâil-i muhtar olduğunu ve ihtiyarını ve
hiçbir kayıt altında olmadığını izhar edip yeknesak perdesini yırtarak ve
herşey, her anda, her şe'nde, her şeyinde Ona muhtaç ve rububiyetine
münkad olduğunu ilâm etmekle gafleti dağıtıp ins ve cinnin nazarlarını
esbabdan Müsebbibü'l-Esbâba çevirir. Kur'ân'ın beyanatı şu esasa bakıyor.

Meselâ, ekser yerlerde bir kısım meyvedar ağaçlar bir sene meyve
verir. Yani rahmet hazinesinden ellerine verilir, o da verir. Öbür sene, bütün
esbab-ı zahiriye hazırken, meyveyi alıp vermiyor.
İsm-i Alîm Risalesi 3 / 43

Hem meselâ, sair umur-u lâzımeye muhalif olarak, yağmurun


evkat-ı nüzulü o kadar mütehavvildir ki, mugayyebat-ı hamsede dahil
olmuştur. Çünkü vücutta en mühim mevki hayat ve rahmetindir. Yağmur ise,
menşe-i hayat ve mahz-ı rahmet olduğu için, elbette o âb-ı hayat, o mâ-i
rahmet, gaflet veren ve hicap olan yeknesak kaidesine girmeyecek. Belki,
doğrudan doğruya Cenâb-ı Mün'im-i Muhyî ve Rahmân ve Rahîm olan Zât-ı
Zülcelâl, perdesiz, elinde tutacak, ta her vakit dua ve şükür kapılarını açık
bırakacak.

Hem meselâ, rızık vermek ve muayyen bir sima vermek, birer


ihsan-ı mahsus eseri gibi ummadığı tarzda olması, ne kadar güzel bir surette
meşiet ve ihtiyar-ı Rabbâniyeyi gösteriyor. Daha tasrif-i hava ve teshir-i
sehab gibi şuûnât-ı İlâhiyeyi bunlara kıyas et.(16.Söz den İktibasen)

ON İKİNCİ REŞHA

İşte, şu zat, şu mevcudat Hâlıkının vahdâniyetinin hakkaniyeti


derecesinde hak bir burhan-ı nâtık, bir delil-i sadık olduğu gibi, haşrin ve
saadet-i ebediyenin dahi bir burhan-ı katıı, bir delil-i sâtııdır. Belki, nasıl ki
o zat, hidayetiyle saadet-i ebediyenin sebeb-i husulü ve vesile-i vusulüdür;
öyle de, duasıyla, niyazıyla o saadetin sebeb-i vücudu ve vesile-i icadıdır.
Haşir meselesinde geçen şu sırrı, makam münasebetiyle tekrar ederiz.

İşte, bak: O zat öyle bir salât-ı kübrâda dua ediyor ki, güya şu
cezire, belki arz, onun azametli namazıyla namaz kılar, niyaz eder.

Bak, hem öyle bir cemaat-i uzmâda niyaz ediyor ki, güya benî
Âdemin zaman-ı Âdemden asrımıza, kıyamete kadar bütün nuranî, kâmil
insanlar, ona ittibâ ile iktidâ edip duasına âmin diyorlar.

Hem bak, öyle bir hâcet-i âmme için dua ediyor ki, değil ehl-i arz,
belki ehl-i semâvat, belki bütün mevcudat, niyazına, "Evet, yâ Rabbenâ, ver,
biz dahi istiyoruz" deyip iştirak ediyorlar.

Hem öyle fakirâne, öyle hazinâne, öyle mahbubâne, öyle


müştakâne, öyle tazarrukârâne niyaz ediyor ki, bütün kâinatı ağlattırıyor,
duasına iştirak ettiriyor.
İsm-i Alîm Risalesi 4 / 43

Bak, hem öyle bir maksat, öyle bir gaye için dua ediyor ki, insanı
ve âlemi, belki bütün mahlûkatı esfel-i sâfilînden, sukuttan, kıymetsizlikten,
faydasızlıktan, âlâ-yı illiyyîne, yani kıymete, bekaya, ulvî vazifeye
çıkarıyor.

Bak, hem öyle yüksek bir fizâr-ı istimdatkârâne ve öyle tatlı bir
niyaz-ı istirhamkârâne ile istiyor, yalvarıyor ki, güya bütün mevcudata ve
semâvâta ve Arşa işittirip, vecde getirip, duasına "Âmin Allahümme âmin"
dedirtiyor.

Bak, hem öyle Semî, Kerîm bir Kadîrden, öyle Basîr, Rahîm bir
Alîmden hâcetini istiyor ki, bilmüşahede, en hafî bir zîhayatın en hafî bir
hâcetini, bir niyazını görür, işitir, kabul eder, merhamet eder. Çünkü
istediğini-velev lisan-ı hal ile olsun-verir. Ve öyle bir suret-i hakîmâne,
basîrâne, rahîmânede verir ki, şüphe bırakmaz, bu terbiye ve tedbir öyle bir
Semî ve Basîr ve öyle bir Kerîm ve Rahîme hastır.(19.Sözden İktibasen)

İKİNCİ LEM'A

Bak şu kâinat bostanına. Şu zeminin bağına, şu semânın yıldızlarla


yaldızlanmış güzel yüzüne dikkat et. Göreceksin ki, bir Sâni-i Zülcelâlin, bir
Fâtır-ı Zülcemâlin, o serilmiş ve serpilmiş masnuattan herbir masnu üstünde,
Hâlık-ı Külli Şeye mahsus bir sikkesi; ve herbir mahlûku üstünde, Sâni-i
Külli Şeye has bir hâtemi; ve kalem-i kudretin birer menşûru olan sahâif-i
leyl ve nehar, yaz ve baharda yazılan tabakat-ı mevcudat üstünde, taklit
kabul etmez bir turra-i garrâsı vardır.

Şimdi o sikkelerden, o hâtemlerden, o turralardan, nümune olarak


birkaçını zikredeceğiz. Meselâ, hesapsız sikkelerinden, hayat üzerinde
koyduğu çok sikkelerinden şu sikkeye bak ki: "Birşeyden herşey yapar; hem
herşeyden birtek şey yapar." Çünkü, nutfe suyundan ve hem içilen basit bir
sudan, hesapsız âzâ ve cihâzât-ı hayvaniyeyi yapar.

İşte, birşeyi herşey yapmak, elbette bir Kadîr-i Mutlakın işidir. Hem
yenilen hadsiz taamlardan, o taam ise hayvanî olsun, nebatî olsun, o
müteaddit maddeleri, has bir cisme kemâl-i intizamla çeviren ve ondan
mahsus bir cilt nesceden ve ondan basit cihazları yapan, elbette bir Kadîr-i
Külli Şeydir ve Alîm-i Mutlaktır. Evet, Hâlık-ı Mevt ve Hayat, şu destgâh-ı
dünyada, hikmetiyle, hayatı öyle bir kanun-u emriye-i muciznümâ ile idare
İsm-i Alîm Risalesi 5 / 43

ediyor ki, o kanunu tatbik ve icra etmek, bütün kâinatı kabza-i tasarrufunda
tutan bir Zâta mahsustur.

İşte, eğer aklın sönmemişse, kalbin kör olmamışsa anlarsın ki,


birşeyi kemâl-i suhulet ve intizamla herşey yapan ve herşeyi kemâl-i mizan
ve intizamla, san'atkârâne birtek şey yapan, herşeyin Sâniine has ve Hâlık-ı
Külli Şeye mahsus bir sikkedir.

Meselâ görsen, harika-pîşe bir zat, bir dirhem pamuktan, yüz top
çuha ve ipek veya patiska gibi mütenevvi sair kumaşları o tek dirhem
pamuktan nescetmekle beraber, helva, baklava gibi çok taamları dahi ondan
yapıyor. Sonra görsen ki, o zat, demiri ve taşı, balı ve yağı, suyu ve toprağı
avucuna alır, bir güzel altın yapar. Elbette kat'iyen hükmedeceksin ki, o zat
öyle kendine has bir san'ata mâliktir; bütün anâsır-ı arziye onun emrine
musahhar ve bütün mevâlid-i türâbiye onun hükmüne bakar.

Evet, hayattaki tecellî-i kudret ve hikmet, bu misalden bin derece


daha aciptir. İşte, hayat üstündeki çok sikkelerden birtek sikke...(22.Söz den
İktibasen)

BİRİNCİ DAL

Nasıl ki bir sultanın kendi hükûmetinin dairelerinde ayrı ayrı


ünvanları ve raiyetinin tabakalarında başka başka nam ve vasıfları ve
saltanatının mertebelerinde çeşit çeşit isim ve alâmetleri vardır. Meselâ,
adliye dairesinde hâkim-i âdil; ve mülkiyede sultan; ve askeriyede
kumandan-ı âzam; ve ilmiyede halife-daha buna kıyasen sair isim ve
ünvanlarını bilsen anlarsın ki, birtek padişah, saltanatının dairelerinde ve
tabaka-i hükûmet mertebelerinde bin isim ve ünvana sahip olabilir. Güya o
hâkim, herbir dairede şahsiyet-i mâneviye haysiyetiyle ve telefonuyla
mevcut ve hazırdır; bulunur ve bilir. Ve her tabakada kanunuyla, nizamıyla,
mümessiliyle meşhud ve nâzırdır; görünür, görür. Ve herbir mertebede,
perde arkasında hükmüyle, ilmiyle, kuvvetiyle mutasarrıf ve basîrdir; idare
eder, bakar.

Öyle de, Ezel-Ebed Sultanı olan Rabbü'l-Âlemîn için, rububiyetinin


mertebelerinde ayrı ayrı, fakat birbirine bakar şe'n ve namları; ve
ulûhiyetinin dairelerinde başka başka, fakat birbiri içinde görünür isim ve
nişanları; ve haşmetnümâ icraatında ayrı ayrı, fakat birbirine benzer temsil
İsm-i Alîm Risalesi 6 / 43

ve cilveleri; ve kudretinin tasarrufâtında başka başka, fakat birbirini ihsas


eder ünvanları var. Ve sıfatlarının tecelliyâtında başka başka, fakat birbirini
gösterir mukaddes zuhurâtı var. Ve ef'âlinin cilvelerinde çeşit çeşit, fakat
birbirini ikmal eder hikmetli tasarrufâtı var. Ve rengârenk san'atında ve
mütenevvi masnuâtında çeşit çeşit, fakat birbirini temâşâ eder haşmetli
rububiyâtı vardır.

Bununla beraber, kâinatın herbir âleminde, herbir taifesinde Esmâ-i


Hüsnâdan bir ismin ünvanı tecellî eder. O isim o dairede hâkimdir; başka
isimler orada ona tâbidirler, belki onun zımnında bulunurlar.

Hem mahlûkatın herbir tabakasında, az ve çok, küçük ve büyük,


has ve âmm, herbirisinde has bir tecellî, has bir rububiyet, has bir isimle
cilvesi vardır. Yani, o isim herşeye muhit ve âmm olduğu halde, öyle bir kast
ve ehemmiyetle birşeye teveccüh eder; güya o isim yalnız o şeye hastır.

Hem, bununla beraber, Hâlık-ı Zülcelâl herşeye yakın olduğu halde,


yetmiş bine yakın nuranî perdeleri vardır. Meselâ, sana tecellî eden Hâlık
isminin, mahlûkıyetindeki cüz'î mertebesinden tut, tâ bütün kâinatın Hâlıkı
olan mertebe-i kübrâ ve ünvan-ı âzama kadar ne kadar perdeler
bulunduğunu kıyas edebilirsin. Demek, bütün kâinatı arkada bırakmak
şartıyla mahlûkıyetin kapısından Hâlık isminin müntehâsına yetişirsin,
daire-i sıfâta yanaşırsın.

Madem perdelerin birbirine temâşâ eder pencereleri var. Ve isimler


birbiri içinde görünüyor. Ve şuûnat birbirine bakar. Ve temessülât birbiri
içine girer. Ve ünvanlar birbirini ihsas eder. Ve zuhurat birbirine benzer. Ve
tasarrufat birbirine yardım edip itmam eder. Ve rububiyetin mütenevvi
terbiyeleri birbirine imdat edip muavenet eder. Elbette gerektir ki, Cenâb-ı
Hakkı bir isim, bir ünvanla, bir rububiyetle, ve hâkezâ, tanısa, başka
ünvanları, rububiyetleri şe'nleri içinde inkâr etmesin. Belki, herbir ismin
cilvesinden sair esmâya intikal etmezse zarar eder. Meselâ, Kadîr ve Hâlık
isminin eserini görse, Alîm ismini görmezse, gaflet ve tabiat dalâletine
düşebilir. Belki lâzım gelir ki, onun nazarı, daima karşısında Hüve,

Hüvallah okusun, görsün. Onun kulağı herşeyden


İsm-i Alîm Risalesi 7 / 43

dinlesin, işitsin. Onun lisanı Lâ ilâhe illâllah beraber mîzened âlem desin,
ilân etsin.

Fâtır-ı Hakîm ve Kadîr-i Alîm, kemâl-i intizamla, herşeyi güzel


yaratmış, güzel teçhiz etmiş, güzel gayelere tevcih etmiş, güzel vazifelerle
tavzif etmiş, güzel tesbihat yaptırıyor, güzel ibadet ettiriyor.

Ey insan! İnsan isen, şu güzel işlere tabiatı, tesadüfü, abesiyeti,


dalâleti karıştırma, çirkin etme, çirkin yapma, çirkin olma. (24.Söz den
İktibasen)

BİRİNCİ MEZİYET-İ CEZÂLET: Kur'ân-ı Hakîm, i'cazkâr beyanatıyla


Sâni-i Zülcelâlin ef'al ve eserlerini nazara karşı serer, bast eder. Sonra, o âsar
ve ef'âlinde esmâ-i İlâhiyeyi istihraç eder; veya haşir ve tevhid gibi bir
makasıd-ı asliye-i Kur'âniyeyi ispat ediyor.

Birinci mânânın misallerinden, meselâ

İkinci şıkkın misallerinden, meselâ

ilâ âhir e kadar...


İsm-i Alîm Risalesi 8 / 43

Birinci âyette âsârı bast edip, bir neticenin, bir mühim maksudun
mukaddemâtı gibi, ilim ve kudrete gayat ve nizâmâtıyla şehadet eden en
azîm eserleri serd eder, Alîm ismini istihraç eder. İkinci âyette, Birinci
Şulenin Birinci Şuaının Üçüncü Noktasında bir derece izah olunduğu gibi,
Cenâb-ı Hakkın büyük ef'âlini, azîm âsârını zikrederek, neticesinde, yevm-i
fasl olan haşri, netice olarak zikrediyor.(25 Söz den İktibasen)

Evet, herbir meyve, bütün ağacın mukadderât-ı hayatı, onun kalbi


hükmünde olan çekirdeğinde yazılıyor. İnsanın sergüzeşt-i hayatıyla beraber,
kısmen âlemin hâdisât-ı maziyesi, kuvve-i hafızasında öyle bir surette
yazılıyor ki, güya hardal küçüklüğünde bu kuvvecikte, dest-i kudret, kalem-i
kaderiyle insanın sahife-i a'mâlinden küçük bir senet istinsah ederek, insanın
eline verip dimağının cebine koymuş-tâ muhasebe vaktinde onunla
hatırlatsın. Hem, tâ mutmain olsun ki, bu fenâ ve zeval hercümercinde beka
için pek çok aynalar var ki, Kadîr-i Hakîm, zâillerin hüviyetlerini onlarda
tersim edip ibka ediyor. Hem beka için pek çok levhalar var ki, Hafîz-i
Alîm, fânilerin mânâlarını onlarda yazıyor.(26.Söz den İktibasen)

İşte, müteharrik havanın müteharrik zerresi, ya nebâtâta ve


hayvânâta, hattâ meyvelerine ve çiçeklerine giydirilen suretlerin, miktarların
teşkilâtını, biçimini bilmesi lâzım geldiği; veyahut onlar bir bilenin emir ve
iradesiyle memur olması lâzım geldiği gibi:

Sakin toprak, sakin olan herbir zerresi, bütün çiçekli nebâtâtın ve


meyvedar ağaçların tohumlarına medar ve menşe olmak kabil olduğundan,
hangi tohum gelse ve o zerrede, yani misliyet itibarıyla bir zerre hükmünde
olan bir avuç toprakta kendine mahsus bir fabrika ve bütün levazımatına ve
teşkilâtına lâzım bütün cihazatı bulunduğundan, o zerrede ve o zerrenin
kulübeciği olan o bir avuç toprakta, eşcar ve nebatat ve çiçekler ve meyveler
envâı adedince muntazam mânevî makine ve fabrikaları bulunması; veyahut
mucizekâr, herşeyi hiçten icad eder ve herşeyin herşeyini ve her cihetini bilir
bir ilim ve kudret bulunması lâzımdır; veyahut bir Kadîr-i Mutlak, bir Alîm-i
Külli Şeyin emir ve izniyle, havl ve kuvvetiyle o vazifeler gördürülür.

İKİNCİ NOKTA

Herbir zerrede, Vâcibü'l-Vücudun vücuduna ve vahdetine iki şahid-


i sadık vardır. Evet, zerre, acz ve cumuduyla beraber, şuurkârâne büyük
vazifeleri yapmakla, büyük yükleri kaldırmakla Vâcibü'l-Vücudun vücuduna
İsm-i Alîm Risalesi 9 / 43

kat'î şehadet ettiği gibi; harekâtında nizamat-ı umumiyeye tevfik-i hareket


edip, her girdiği yerde ona mahsus nizamatı müraat etmekle, her yerde kendi
vatanı gibi yerleşmesiyle Vâcibü'l-Vücudun vahdetine ve mülk ve
melekûtun mâliki olan Zâtın ehadiyetine şehadet eder. Yani, zerre kimin ise,
gezdiği bütün yerler de onundur.

Demek zerre-çünkü âcizdir, yükü nihayetsiz ağırdır ve vazifeleri


nihayetsiz çoktur-bir Kadîr-i Mutlakın ismiyle, emriyle kaim ve müteharrik
olduğunu bildirir. Hem kâinatın nizamat-ı külliyesini bilir bir tarzda tevfik-i
hareket etmesi ve her yere mânisiz girmesi, tek bir Alîm-i Mutlakın
kudretiyle, hikmetiyle işlediğini gösterir. (30.Söz den İktibasen)

Hem madem o Hâkim, bütün yaptığı icraat-ı hakîmâne şehadetiyle,


hem gösterdiği âsâr-ı haşmetle, bir Sultan-ı Zülcelâldir. Hem gösterdiği
ihsânât ile, gayet Rahîm bir Rabdir. Hem izhar ettiği güzel san'atlarıyla,
san'atperver ve san'atını çok sever bir Sânidir. Hem gösterdiği tezyinat ve
merak-âver san'atlarıyla zîşuurların nazar-ı istihsanını âsârına celb etmek
isteyen bir Hâlık-ı Hakîmdir. Hem hilkat-i âlemde gösterdiği muhayyirü'l-
ukul tezyinatın ne demek olduğunu ve mahlûkat nereden gelip nereye
gideceğini, rububiyetinin hikmetiyle zîşuura bildirmek istediği anlaşılıyor.
Elbette bu Hâkim-i Hakîm ve Sâni-i Alîm, rububiyetini göstermek
ister.(31.Söz den İktibasen)

Sonra, onu kandıramadığı için, o müddeî gider, bedendeki hücre


tabir ettikleri menzilciğe rast gelir. Felsefe ve tabiat lisanıyla der: "Zerreye
ve küreyvât-ı hamrâya söz anlattıramadım. Belki sen sözümü anlarsın.
Çünkü sen gayet küçük bir menzil gibi birkaç şeyden yapılmışsın. Öyleyse
ben seni yapabilirim. Sen benim masnuum ve hakikî mülküm ol" der.

O hücre, ona cevaben, hikmet ve hakikat lisanıyla der ki:

"Ben çendan küçücük birşeyim. Fakat pek büyük vazifelerim, pek ince
münasebetlerim ve bedenin bütün hüceyrâtına ve heyet-i mecmuasına bağlı
alâkalarım var. Ezcümle, evride ve şerâyin damarlarına ve hassâse ve
muharrike âsaplarına ve cazibe, dafia, müvellide, musavvire gibi kuvvelere
karşı derin ve mükemmel vazifelerim var. Eğer bütün bedeni, bütün damar
ve âsap ve kuvveleri teşkil ve tanzim ve istihdam edecek bir kudret ve ilim
sende varsa ve benim emsalim ve san'atça ve keyfiyetçe birbirimizin kardeşi
olan bütün hüceyrât-ı bedeniyeye tasarruf edecek nafiz bir kudret, şamil bir
İsm-i Alîm Risalesi 10 / 43

hikmet sende varsa, göster; sonra 'Ben seni yapabilirim' diye dâvâ et. Yoksa
haydi git! Küreyvât-ı hamrâ bana erzak getiriyorlar. Küreyvât-ı beyzâ da
bana hücum eden hastalıklara mukabele ediyorlar. İşim var, beni meşgul
etme.

"Hem senin gibi âciz, câmid, sağır, kör birşey bize hiçbir cihetle karışmaz.
Çünkü bizde o dereceince ve nazik ve mükemmel bir intizam HAŞİYE var ki,
eğer bize hükmeden bir Hakîm-i Mutlak ve Kadîr-i Mutlak ve Alîm-i
Mutlak olmazsa intizamımız bozulur, nizamımız karışır."

HAŞİYE
Sâni-i Hakîm, beden-i insanı gayet muntazam bir şehir hükmünde halk
etmiştir. Damarların bir kısmı telgraf ve telefon vazifesini görür. Bir kısmı
da, çeşmelerin boruları hükmünde, âb-ı hayat olan kanın cevelânına
medardırlar.

Kan ise, içinde iki kısım küreyvat halk edilmiş. Bir kısmı "küreyvât-ı
hamrâ" tabir edilir ki, bedenin hücrelerine erzak dağıtıyor ve bir kanun-u
İlâhî ile hücrelere erzak yetiştiriyor (tüccar ve erzak memurları gibi). Diğer
kısmı küreyvât-ı beyzâdırlar ki, ötekilere nisbeten ekalliyettedirler.
Vazifeleri, hastalık gibi düşmanlara karşı asker gibi müdafaadır ki, ne vakit
müdafaaya girseler, Mevlevî gibi iki hareket-i devriye ile sür'atli bir vaziyet-
i acibe alırlar.

Kanın heyet-i mecmuası ise, iki vazife-i umumiyesi var: Biri bedendeki
hüceyrâtın tahribatını tamir etmek, diğeri hüceyrâtın enkazlarını toplayıp
bedeni temizlemektir. Evride ve şerâyin namında iki kısım damarlar var ki,
biri sâfi kanı getirir, dağıtır, sâfi kanın mecrâlarıdır. Diğer kısmı, enkazı
toplayan bulanık kanın mecrâsıdır ki, şu ikinci ise, kanı "ree" denilen,
nefesin geldiği yere getirirler.

Sâni-i Hakîm, havada iki unsur halk etmiştir: biri azot, biri
müvellidülhumuza. Müvellidülhumuza ise, nefes içinde kana temas ettiği
vakit, kanı telvis eden karbon unsur-u kesifini kehribar gibi kendine çeker.
İkisi imtizaç eder. Buharî hâmız-ı karbon denilen, semli havaî bir maddeye
inkılâb ettirir. Hem hararet-i gariziyeyi temin eder, hem kanı tasfiye eder.
Çünkü, Sâni-i Hakîm, fenn-i kimyada aşk-ı kimyevî tabir edilen bir
münasebet-i şedideyi, müvellidülhumuza ile karbona vermiş ki, o iki unsur
birbirine yakın olduğu vakit, o kanun-u İlâhî ile o iki unsur imtizaç ederler.
İsm-i Alîm Risalesi 11 / 43

Fennen sabittir ki, imtizaçtan hararet hasıl olur. Çünkü imtizaç bir nevi
ihtiraktır. Şu sırrın hikmeti şudur ki:

O iki unsurun, herbirisinin zerrelerinin ayrı ayrı hareketleri var. İmtizaç


vaktinde her iki zerre, yani onun zerresi bunun zerresiyle imtizaç eder,
birtek hareketle hareket eder, bir hareket muallâk kalır. Çünkü imtizaçtan
evvel iki hareket idi. Şimdi iki zerre bir oldu; her iki zerre, bir zerre
hükmünde bir hareket aldı. Diğer hareket, Sâni-i Hakîmin bir kanunuyla
hararete inkılâb eder. Zaten "Hareket harareti tevlid eder" bir kanun-u
mukarreredir.

İşte bu sırra binaen, beden-i insanîdeki hararet-i gariziye, bu


imtizac-ı kimyeviye ile temin edildiği gibi, kandaki karbon alındığı için kan
dahi sâfi olur. İşte nefes dahile girdiği vakit, vücudun hem âb-ı hayatını
temizliyor, hem nâr-ı hayatı iş'âl ediyor. Çıktığı vakit, ağızda, mucizât-ı
kudret-i İlâhiye olan kelime meyvelerini veriyor. Fesübhâne men tehayyere
fî sun'ihi'l-ukul!

Sonra o müddeî onda da meyus oldu. Bir insanın bedenine rast


gelir. Yine kör tabiat ve serseri felsefe lisanıyla, tabiiyyunun dedikleri gibi
der ki: "Sen benimsin. Seni yapan benim. Veya sende hissem var."

Cevaben, o beden-i insanî, hakikat ve hikmet diliyle ve intizamının


lisan-ı haliyle der ki:

"Eğer bütün emsalim ve yüzümüzdeki sikke-i kudret ve turra-i fıtrat bir olan
bütün insanların bedenlerine hakikî mutasarrıf olacak bir kudret ve ilim
sende varsa-

"hem sudan ve havadan tut, tâ nebâtat ve hayvânâta kadar benim erzakımın


mahzenlerine mâlik olacak bir servetin ve bir hâkimiyetin varsa-

"hem ben kılıf olduğum gayet geniş ve yüksek olan ruh, kalb, akıl gibi
letâif-i mâneviyeyi benim gibi dar, süflî bir zarfta yerleştirerek, kemâl-i
hikmetle istihdam edip ibadet ettirecek, sende nihayetsiz bir kudret, hadsiz
bir hikmet varsa, göster. Sonra 'Ben seni yaptım' de. Yoksa sus!

"Hem bendeki intizam-ı ekmelin şehadetiyle ve yüzümdeki sikke-i vahdetin


delâletiyle, benim Sâniim herşeye kadîr, herşeye alîm, herşeyi görür ve
İsm-i Alîm Risalesi 12 / 43

herşeyi işitir bir Zattır. Senin gibi sersem âcizin parmağı Onun san'atına
karışamaz, zerre miktar müdahale edemez."(32 Söz den İktibasen)

Sâni-i Hakîm, Cenneti ve dünyayı, semâvâtı ve zemini, nebâtat ve


hayvânâtı, cin ve insi, melek ve ruhaniyatı, küllî ve cüz'î bütün eşyayı, cilve-
i esmâsıyla eşkâlini tahdit ediyor, tanzim ediyor, birer miktar-ı muayyene
veriyor.

Onun ile, bunlara Mukaddir, Munazzım, Musavvir isimlerini okutturuyor.

Öyle bir tarzda şekl-i umumîsinin hududunu tayin eder ki, Alîm, Hakîm
ismini gösterir.

Sonra, ilim ve hikmet cetveliyle, o hudut içinde, o şeyin tasvirine


başlar. Öyle bir tarzda ki, sun' ve inâyet mânâlarını ve Sâni ve Kerîm
isimlerini gösteriyor.

Sonra, san'atın yed-i beyzâsıyla, inâyetin fırçasıyla, o suretin-eğer


birtek insan ve birtek çiçek ise-göz, kulak, yaprak, püskül gibi âzâlarına bir
hüsün, bir ziynet renkleri veriyor. Eğer zemin ise, maâdin, nebâtat ve
hayvânâtına bir hüsün ve ziynet renkleri veriyor. Eğer Cennet ise, bağlarına,
kasırlarına, hurilerine bir hüsün ve ziynet renkleri veriyor, ve hâkezâ,
başkalarını kıyas et.

Hem öyle bir tarzda tezyin ve tenvir eder ki, lütuf ve kerem
mânâları onda o derece hükmediyor ki, adeta o mevcud-u müzeyyen, o
masnu-u münevver bir lütf-u mücessem, bir kerem-i mütecessid hükmüne
geçer, Lâtif ve Kerîm ismini zikreder.

Sonra, o lütuf ve keremi şu cilveye sevk eden, elbette teveddüd ve


taarrüftür, yani kendini zîhayata sevdirmek ve zîşuura bildirmek şe'nleridir
ki, Lâtif, Kerîm isimlerinin arkalarında Vedûd ve Mâruf isimlerini okutuyor
ve masnuun lisan-ı halinden işitiliyor.

Sonra, o müzeyyen mevcudu, o güzel mahlûku leziz meyveler,


sevimli neticelerle süslendirip, ziynetten nimete, lütuftan rahmete çevirir,
Mün'im ve Rahîm ismini okutturur ve zâhirî perdeler arkasında o iki ismin
cilvesini gösterir.
İsm-i Alîm Risalesi 13 / 43

Sonra, bu Rahîm ve Kerîmi, Müstağnî-i ale'l-Itlak olan Zatta, bu


cilveye sevk eden, elbette bir terahhum, tahannün şe'nleridir ki, ism-i
Hannân ve Rahmân'ı okutturuyor ve gösteriyor.

Şu terahhum, tahannün mânâlarını cilveye sevk eden, elbette bir


cemal ve kemâl-i zâtîdir ki, tezahür etmek ister. Cemîl ismini ve Cemîl
isminde münderiç olan Vedûd ve Rahîm isimlerini okutturuyor. Çünkü cemal
bizzat sevilir. Zîcemal ve cemal, kendi kendini sever. Hem hüsündür, hem
muhabbettir. Kemal dahi bizzat mahbubdur, sebepsiz olarak sevilir. Hem
muhibdir, hem mahbubdur. Madem nihayetsiz derece-i kemalde bir cemal
ve nihayetsiz derece-i cemalde bir kemal nihayet derecede sevilir,
muhabbete ve aşka lâyıktır. Elbette, aynalarda ve aynaların kabiliyetlerine
göre lemeâtını ve cilvelerini görmek ve göstermekle tezahür etmek ister.

Demek, Sâni-i Zülcelâlin ve Hakîm-i Zülcemâlin ve Kadîr-i


Zülkemâlin zâtındaki cemâl-i zâtî ve kemâlât-ı zâtiyesi terahhum ve
tahannün ister ve Rahmân ve Hannân isimlerini tecellîye sevk eder.

Terahhum ve tahannün ise, rahmet ve nimeti göstermekle Rahîm ve


Mün'im isimlerini cilveye sevk eder.

Rahmet ve nimet ise teveddüd, taarrüf şe'nlerini iktiza edip Vedûd


ve Mâruf isimlerini tecellîye sevk eder, masnuun bir perdesinde onları
gösterir.

Teveddüd ve taarrüf ise, lütuf ve kerem mânâlarını tahrik eder,


Lâtif ve Kerîm isimlerini, masnuun bazı perdelerinde okutturuyor.

Lütuf ve kerem şe'nleri ise, tezyin ve tenvir fiillerini tahrik eder,


Müzeyyin ve Münevvir isimlerini, masnuun hüsün ve nuraniyeti lisanıyla
okutturur.

Ve o tezyin ve tahsin şe'nleri ise, sun' ve inâyet mânâlarını iktiza


eder ve Sâni ve Muhsin isimlerini, o masnuun güzel simasıyla okutturur.

Ve o sun' ve inâyet ise, bir ilim ve hikmeti iktiza eder ve ism-i Alîm
ve Hakîm'i, o masnuun intizamlı, hikmetli âzâsıyla okutturur.
İsm-i Alîm Risalesi 14 / 43

O ilim ve hikmet ise, tanzim, tasvir, teşkil fiillerini iktiza ediyor;


Musavvir ve Mukaddir isimlerini, masnuun heyetiyle, şekliyle okutturur,
gösterir.

İşte, Sâni-i Zülcelâl, bütün masnuatını öyle bir tarzda yapmış ki,
ekserisi, hususan zîhayat kısmı, çok esmâ-i İlâhiyeyi okutturur. Güya herbir
masnuuna ayrı ayrı, birbiri üstünde yirmi gömlek giydirmiş, yirmi perdeye
sarmış; her gömlekte, her perdede ayrı ayrı esmâsını yazmış.

Meselâ, temsilde gösterildiği gibi, tek güzel bir çiçekle, insanın


kısm-ı sânisinden bir ferd-i hasnânın yalnız zâhirî hilkatlerinde çok sayfalar
vardır. Başka büyük ve küllî masnuatı o iki cüz'î misale kıyas et.

Birinci sayfa: Umumî şekil ve miktarını gösteren heyettir ki, yâ Musavvir,


yâ Mukaddir, yâ Munazzım isimlerini yad eder.

İkinci sayfa: Suretlerinde ayrı ayrı âzâların inkişafıyla hasıl olan çiçek ve
insanın basit heyetidir ki, o sayfada Alîm, Hakîm isimleri gibi çok isimler
yazılıyor.

Üçüncü sayfa: O iki mahlûkun ayrı ayrı âzâlarına ayrı ayrı hüsün ve ziynet
vermekle, o sayfada Sâni ve Bâri' isimleri gibi çok isimler yazılıyor.

Dördüncü sayfa: Öyle bir ziynet ve hüsün, o iki masnua veriliyor ki, güya
lütuf ve kerem tecessüm etmiş, onlar olmuş. O sayfa yâ Lâtif, yâ Kerîm gibi
çok isimleri yad eder, okur.

Beşinci sayfa: O çiçeğe leziz meyveler, o hasnâya sevimli evlâtlar, güzel


ahlâklar takmakla, o sayfa yâ Vedûd, yâ Rahîm, yâ Mün'im gibi isimleri
okutturuyor.

Altıncı sayfa: O in'am ve ihsan sayfasında yâ Rahmân, yâ Hannân gibi


isimler okunuyor.

Yedinci sayfa: O nimetlerde, o neticelerde öyle lemeât-ı hüsün ve cemal


görünüyor ki, hakikî bir şevk ve şefkatle yoğrulmuş halis bir şükür ve sâfi
bir muhabbete lâyık olur. O sayfada yâ Cemîl-i Zülkemal, yâ Kâmil-i
Zülcemal isimleri yazılı okunuyor.
İsm-i Alîm Risalesi 15 / 43

İşte, yalnız bir güzel çiçek ve hasnâ bir insan ve yalnız maddî ve
zâhir suretinde bu kadar esmâyı gösterirse, acaba umum çiçekler ve bütün
zîhayat ve büyük ve küllî mevcudat, ne derece ulvî ve küllî esmâyı
okutuyor, kıyas edebilirsin.

Hem insan ruh, kalb, akıl cihetiyle, hayat ve letâif sayfalarıyla


Hayy, Kayyûm ve Muhyî gibi ne kadar esmâ-i kudsiye-i nuraniyeyi okur ve
okutturur, kıyas edebilirsin.

İşte, Cennet bir çiçektir. Huri taifesi dahi bir çiçektir. Rû-yi zemin
dahi bir çiçektir. Bahar da bir çiçektir. Semâ da bir çiçektir; yıldızlar o
çiçeğin yaldızlı nakışlarıdır. Güneş de bir çiçektir; ziyasındaki yedi rengi o
çiçeğin nakışlı boyalarıdır. Âlem güzel ve büyük bir insandır; nasıl ki insan
küçük bir âlemdir.

Huriler nev'i ve ruhanîler cemaati ve melek cinsi ve cin taifesi ve


insan nev'i, birer güzel şahıs hükmünde tasvir ve tanzim ve icad edilmiştir.
Hem herbiri külliyetiyle, hem herbir ferdi tek başıyla, Sâni-i Zülcemâlinin
esmâsını gösterdikleri gibi, Onun cemâline, kemâline, rahmetine ve
muhabbetine birer ayrı ayrı aynalardır. Ve nihayetsiz cemal ve kemâline ve
rahmet ve muhabbetine birer şahid-i sadıktır. Ve o cemal ve kemâlin ve
rahmet ve muhabbetin birer âyâtıdır, birer emârâtıdır. İşte, şu nihayetsiz
envâ-ı kemâlât, daire-i vâhidiyette ve ehadiyette hasıldır. Demek, o daire
haricinde tevehhüm olunan kemâlât, kemâlât değildir.

İşte, hakaik-i eşyanın esmâ-i İlâhiyeye dayandığını ve istinad


ettiğini, belki hakikî hakaik, o esmânın cilveleri olduğunu ve herşeyin çok
cihetlerle, çok dillerle Sâniini zikir ve tesbih ettiğini anla,

nin bir mânâsını bil ve

de. Ve âyetlerin
İsm-i Alîm Risalesi 16 / 43

âhirlerinde olan

gibi zikir ve tekrarlarındaki bir sırrı fehmet.

Eğer bir çiçekte esmâyı okuyamıyorsan ve vâzıh göremiyorsan,


Cennete bak, bahara dikkat et, zeminin yüzünü temâşâ et. Rahmetin şu
büyük çiçekleri olan Cennet ve bahar ve zeminde yazılan esmâyı vâzıhan
okuyabilirsin, cilvelerini ve nakışlarını anlar, görürsün.(32 Söz den
İktibasen)

Şirk ve dalâletin ve fısk ve sefahetin yolu, insanı nihayet derecede


sukut ettiriyor. Hadsiz elemler içinde nihayetsiz ağır bir yükü, zayıf ve âciz
beline yükletir. Çünkü, insan Cenâb-ı Hakkı tanımazsa ve Ona tevekkül
etmezse, o vakit, insan, gayet derecede âciz ve zayıf, nihayet derecede
muhtaç, fakir, hadsiz musibetlere maruz, elemli, kederli bir fâni hayvan
hükmünde olup, bütün sevdiği ve alâka peydâ ettiği bütün eşyadan
mütemadiyen firak elemini çeke çeke, nihayette, bâki kalan bütün ahbabını
bir firak-ı elîm içinde bırakıp, kabrin zulümatına yalnız olarak gider. Hem
müddet-i hayatında gayet cüz'î bir ihtiyar ve küçük bir iktidar ve kısacık bir
hayat ve az bir ömür ve sönük bir fikir ile, nihayetsiz elemlerle ve emellerle
faydasız çarpışır ve hadsiz arzuların ve makasıdın tahsiline, semeresiz, boşu
boşuna çalışır. Hem kendi vücudunu yükleyemediği halde, koca dünya
yükünü biçare beline ve kafasına yüklenir. Daha Cehenneme gitmeden
Cehennem azâbını çeker.

Evet, şu elîm elemi ve dehşetli mânevî azâbı hissetmemek için, ehl-


i dalâlet, iptal-i his nev'inden gaflet sarhoşluğuyla muvakkaten hissetmez.
Fakat hissedeceği zaman, kabre yakın olduğu vakit, birden hisseder. Çünkü,
Cenâb-ı Hakka hakikî abd olmazsa, kendi kendine mâlik zannedecek.
Halbuki, o cüz'î ihtiyar, o küçük iktidarı ile şu fırtınalı dünyada vücudunu
idare edemiyor. Hayatına muzır mikroptan tut, tâ zelzeleye kadar binler taife
düşmanları, hayatına karşı tehacüm vaziyetinde görür. Elîm bir korku
dehşeti içinde, her vakit kendine müthiş görünen kabir kapısına bakıyor.

Hem bu vaziyette iken, insaniyet itibarıyla nev-i insanî ile ve dünya


ile alâkadar olduğu halde, dünyayı ve insanı bir Hakîm, Alîm, Kadîr, Rahîm,
İsm-i Alîm Risalesi 17 / 43

Kerîm bir Zâtın tasarrufunda tasavvur etmediği ve onları tesadüf ve tabiata


havale ettiği için, dünyanın ehvâli ve insanın ahvâli, onu daima iz'âç eder.
Kendi elemiyle beraber, insanların elemini de çeker. Dünyanın zelzelesi,
tâunu, tufanı, kaht u galâsı, fenâ ve zevâli, ona gayet müz'iç ve karanlıklı
birer musibet suretinde onu tâzip eder.

Ey insan! Sen kendine mâlik değilsin. Sen, kudreti nihayetsiz bir


Kadîr, rahmeti hadsiz bir Rahîm Zât-ı Zülcelâlin memlûküsün. Öyleyse, sen
kendi hayatını kendine yükleyip zahmet çekme. Çünkü hayatı veren Odur,
idare eden de Odur. Hem dünya sahipsiz değil ki! Sen kendi kafana dünya
yükünü yüklettirerek ehvâlini düşünüp merak etme. Çünkü onun sahibi
Hakîmdir, Alîmdir. Sen de misafirsin; fuzulî olarak karışma, karıştırma.

Hem nasıl bütün kalblere, insan ise her nevi ulûm ve hakikatleri
bildiren, hayvan ise her nevi hâcetlerinin tedarikini öğreten bütün ilhâmât-ı
gaybiye bir Rabb-i Rahîmin vücudunu ihsas eder ve rububiyetine işaret eder.
Öyle de, gözlere kâinat bostanındaki mânevî çiçekleri toplayan şuâât-ı
ayniye gibi zâhirî ve bâtınî bütün duyguların ayrı ayrı âlemlere herbiri birer
anahtar olmaları, yine o Sâni-i Hakîm, o Fâtır-ı Alîm, o Hâlık-ı Rahîm, o
Rezzâk-ı Kerîmin vücub-u vücudunu ve vahdet ve ehadiyetini ve kemâl-i
rububiyetini güneş gibi gösterir.(32 Söz den İktibasen)

Yedinci Pencere

Şu kâinat yüzünde serpilen masnuatın kemâl-i intizamları ve kemâl-i


mevzuniyetleri ve kemâl-i ziynetleri ve icadlarının suhuleti ve birbirine
benzemeleri ve birtek fıtrat izhar etmeleri, nasıl ki bir Sâni-i Hakîmin
vücub-u vücudunu ve kemâl-i kudretini ve vahdetini gayet geniş bir
mikyasta gösteriyorlar. Öyle de, o câmid ve basit unsurlardan hadsiz ve ayrı
ayrı ve muntazam mürekkebâtın icadı, mürekkebat adedince yine o Sâni-i
Hakîmin vücub-u vücuduna şehadet ve vahdetine işaret etmekle beraber, o
heyet-i mecmuasıyla, gayet parlak bir tarzda, kemâl-i kudretini ve vahdetini
gösterdiği gibi, o terkibât-ı mevcudat tabir edilen terkip ve tahlil
hengâmındaki teceddütte, nihayet derecede ihtilât ve karışma içinde nihayet
derecede bir imtiyaz ve tefrik ile, meselâ topraktaki tohumların ve köklerin
çok karışık olduğu halde hiç şaşırmayarak, bir surette sünbüllenmelerini ve
vücutlarını temyiz ve tefrik etmek ve ağaçlara giren karışık maddeleri
yaprak ve çiçek ve meyvelere tefrik etmek ve hüceyrât-ı bedene karışık bir
surette giden gıdaî maddeleri kemâl-i hikmetle ve kemâl-i mizanla ayırıp
tefrik etmek, yine o Hakîm-i Mutlak ve o Alîm-i Mutlak ve o Kadîr-i
İsm-i Alîm Risalesi 18 / 43

Mutlakın vücub-u vücudunu ve kemâl-i kudretini ve vahdetini gösterdiği


gibi, o zerreler âlemini hadsiz ve geniş bir tarla hükmüne getirip, her
dakikada kemâl-i hikmetle ekip, biçip, yeni yeni kâinatlar mahsulatını ondan
almak ve o câmide, âcize, cahile olan zerrâta gayet şuurkârâne ve gayet
hakîmâne ve muktedirâne hadsiz muntazam vazifeleri gördürmek, yine o
Kadîr-i Zülcelâlin ve o Sâni-i Zülkemâlin vücub-u vücudunu ve kemâl-i
kudretini ve azamet-i rububiyetini ve vahdetini ve kemâl-i rububiyetini
gösterir.

İşte, bu dört yolla büyük bir pencere marifetullaha açılır ve büyük


bir mikyasta, bir Sâni-i Hakîmi akla gösterir. Şimdi, ey bedbaht gafil! Şu
halde Onu görmek ve tanımak istemezsen, aklını çıkar at, hayvan ol,
kurtul!(33.Sözden İktibasen)

Şu kâinattaki mevcudatın birbirine teavünü, tecavübü, tesanüdü


gösterir ki, umum mahlûkat birtek Mürebbînin terbiyesindedirler, birtek
Müdebbirin idaresindedirler, birtek Mutasarrıfın taht-ı tasarrufundadırlar,
birtek Seyyidin hizmetkârlarıdırlar. Çünkü, zemindeki zîhayatları levazımat-
ı hayatiyeyi emr-i Rabbânî ile pişiren güneşten ve takvimcilik eden
kamerden tut, tâ ziya, hava, mâ, gıdanın zîhayatların imdadına koşmalarına
ve nebâtâtın dahi hayvânâtın imdadına koşmalarına ve hayvânat dahi
insanların imdadına koşmalarına, hattâ âzâ-yı bedenin birbirinin
muavenetine koşmalarına ve hattâ gıda zerrâtının hüceyrât-ı bedeniyenin
imdadına koşmalarına kadar câri olan bir düstur-u teavün ile, câmid ve
şuursuz olan o mevcudat-ı müteâvine, bir kanun-u kerem, bir namus-u
şefkat, bir düstur-u rahmet altında, gayet hakîmâne, kerîmâne birbirine
yardım etmek, birbirinin sadâ-yı hâcetine cevap vermek, birbirini takviye
etmek, elbette, bilbedâhe, birtek, yektâ, Vâhid-i Ehad, Ferd-i Samed, Kadîr-i
Mutlak, Alîm-i Mutlak, Rahîm-i Mutlak, Kerîm-i Mutlak bir Zât-ı Vâcibü'l-
Vücudun hizmetkârları ve memurları ve masnuları olduklarını gösterir.

İşte, ey biçare müflis felsefî! Bu muazzam pencereye ne diyorsun? Senin


tesadüfün buna karışabilir mi?

On Dördüncü Pencere
İsm-i Alîm Risalesi 19 / 43

sırlarınca, herşey, herşeyinde ve her şe'ninde tek bir Hâlık-ı Zülcelâle


muhtaçtır.

Evet, kâinattaki mevcudata bakıyoruz ve görüyoruz ki, zaaf-ı


mutlak içinde bir kuvvet-i mutlaka tezahürâtı var; ve acz-i mutlak içinde bir
kudret-i mutlakanın âsârı görünüyor: meselâ, nebâtâtın tohumlarında ve
köklerindeki ukde-i hayatiyenin intibahları zamanında gösterdikleri harika
vaziyetleri gibi.

Hem fakr-ı mutlak ve kuruluk içinde bir gınâ-yı mutlakın tezahürâtı


var: kıştaki toprağın ve ağaçların vaziyet-i fakirâneleri ve baharda şâşaalı
servet ve gınâları gibi.

Hem cumûd-u mutlak içinde bir hayat-ı mutlakanın tereşşuhâtı


görünüyor: anâsır-ı câmidenin zîhayat maddelere inkılâbı gibi.

Hem bir cehl-i mutlak içinde bir şuurun tezahürâtı görünüyor:


zerrelerden yıldızlara kadar herşeyin harekâtında nizâmât-ı âleme ve
mesâlih-i hayata ve metâlib-i hikmete muvafık bir tarzda hareket etmeleri ve
şuurkârâne vaziyetleri gibi.

İşte, bu acz içindeki kudret; ve zaaf içindeki kuvvet; ve fakr


içindeki servet ve gınâ; ve cumud ve cehil içindeki hayat ve şuur, bilbedâhe
ve bizzarure, bir Kadîr-i Mutlak ve Kaviyy-i Mutlak ve Ganiyy-i Mutlak ve
Alîm-i Mutlak ve Hayy-ı Kayyûm bir Zâtın vücub-u vücuduna ve vahdetine
karşı her taraftan pencereler açar, heyet-i mecmuasıyla, büyük bir mikyasta,
bir cadde-i nuraniyeyi gösterir.

İşte, ey tabiat bataklığına düşen gafil! Eğer tabiatı bırakıp kudret-i


İlâhiyeyi tanımazsan, herbir şeye, hattâ herbir zerreye hadsiz bir kuvvet ve
kudret ve nihayetsiz bir hikmet ve maharet, belki ekser eşyayı görecek,
bilecek, idare edecek bir iktidar, herşeyde bulunduğunu kabul etmek lâzım
gelir.

On Beşinci Pencere
İsm-i Alîm Risalesi 20 / 43

sırrınca, herşeye, o şeyin


kabiliyet-i mahiyetine göre kemâl-i mizan ve intizamla biçilip hüsn-ü
san'atla tertip edilip, en kısa yolda, en güzel bir surette, en hafif bir tarzda,
istimalce en kolay bir şekilde (meselâ kuşların elbiselerine ve her vakit
tüylerini kolayca oynatmalarına ve istimal etmelerine bak), hem israfsız,
hikmetli bir tarzda vücut vermek, suret giydirmek, eşya adedince dillerle bir
Sâni-i Hakîmin vücub-u vücuduna şehadet ve bir Kadîr-i Alîm-i Mutlaka
işaret ederler.(33. Söz den İktibasen)

İKİNCİ KELİME

İşte şu kelime sarih bir mertebe-i tevhidi gösterir. Şu mertebeyi


dahi âzamî bir surette ispat eden gayet kuvvetli bir burhanına şöyle işaret
ederiz ki:

Biz gözümüzü açtıkça, kâinat yüzüne nazarımızı saldırdıkça, en evvel


gözümüze ilişen, âmm ve mükemmel bir nizamdır ve şamil, hassas bir
mizandır. Görüyoruz, herşey dakik bir nizamla, hassas bir mizan ve ölçü
içindedir.

Daha bir parça dikkat-i nazar ettikçe, yeniden yeniye bir tanzim ve
tevziniyet gözümüze çarpıyor. Yani, birisi, intizamla o nizamı değiştiriyor ve
tartıyla o mizanı tazelendiriyor. Herşey bir model olup, pek kesretli,
muntazam ve mevzun suretler giydiriliyor.

Daha ziyade dikkat ettikçe, o tanzim ve tevzin altında bir hikmet ve adalet
görünüyor. Her harekette bir hikmet ve maslahat gözetiliyor; bir hak, bir
fayda takip ediliyor.

Daha ziyade dikkat ettikçe, gayet hakîmâne bir faaliyet içinde bir kudretin
tezahüratı ve herşeyin her şe'nini ihata eden gayet muhit bir ilmin cilveleri
nazar-ı şuurumuza çarpıyor.

Demek, bütün mevcudattaki şu nizam ve mizan, umum âmm bir tanzim ve


tevzini ve o tanzim ve tevzin, âmm bir hikmet ve adaleti ve o hikmet ve
İsm-i Alîm Risalesi 21 / 43

adalet, bir kudret ve ilmi gözümüze gösteriyor. Demek, bir Kadîr-i Külli Şey
ve bir Alîm-i Külli Şey, şu perdeler arkasında akla görünüyor.

Hem herşeyin evveline ve âhirine bakıyoruz; hususan zîhayat nev'inde


görüyoruz ki: Başlangıçları, asılları, kökleri, hem meyveleri ve neticeleri
öyle bir tarzdadır ki, güya tohumları, asılları birer tarife, birer program
şeklinde, bütün o mevcudun cihazatını tazammun ediyor. Ve neticesinde ve
meyvesinde, yine bütün o zîhayatın mânâsı süzülüp onda tecemmu eder,
tarihçe-i hayatını ona bırakır. Güya onun aslı olan çekirdeği, desâtir-i
icadiyesinin bir mecmuasıdır. Ve meyvesi ve semeresi ise, evâmir-i
icadiyesinin bir fihristesi hükmünde görüyoruz.

Sonra o zîhayatın zâhirine ve bâtınına bakıyoruz. Gayet derecede hikmetli


bir kudretin tasarrufatı ve nâfiz bir iradenin tasviratı ve tanzimatı görünüyor.
Yani, bir kuvvet ve kudret icad eder; bir emir ve irade suret giydirir.

İşte, bütün mevcudat, böyle evveline dikkat ettikçe, bir ilmin tarifenâmesi;
ve âhirine dikkat ettikçe, bir Sâniin plânı ve beyannamesi; ve zâhirine
baktıkça, bir Fâil-i Muhtarın ve Mürîdin gayet san'atlı ve tenasüplü bir
hulle-i san'atı; ve bâtınına baktıkça, bir Kadîrin gayet muntazam bir
makinesini müşahede ediyoruz.

İşte şu hal ve şu keyfiyet, bizzarure ve bilbedâhe ilân eder ki, hiçbir şey,
hiçbir zaman, hiçbir mekân, birtek Sâni-i Zülcelâlin kabza-i tasarrufundan
hariç olamaz. Herbir şey ve bütün eşya, bütün şuûnâtıyla bir Kadîr-i Mürîdin
kabza-i tasarrufunda tedbir edilir ve bir Rahmân-ı Rahîmin tanzimiyle ve
lütfuyla güzelleştiriliyor ve bir Hannân-ı Mennânın tezyiniyle
süslendiriliyor.

Evet, başında şuur ve yüzünde gözü bulunana, şu kâinat ve şu mevcudattaki


nizam ve mizan ve tanzim ve tevzin, birtek, yektâ, Vâhid, Ehad, Kadîr,
Mürîd, Alîm, Hakîm bir Zâtı, vahdâniyet mertebesinde gösterir. Evet,
herşeyde bir birlik var. Birlik ise biri gösterir. Meselâ, dünyanın lâmbası
olan güneş birdir; öyleyse dünyanın mâliki dahi birdir. Meselâ, zemin
yüzündeki zîhayatların hizmetçileri olan hava, ateş, su birdir; öyleyse onları
istihdam eden ve bizlere musahhar eden dahi birdir.

DOKUZUNCU KELİME
İsm-i Alîm Risalesi 22 / 43

Yani, bütün hayrat Onun elinde, bütün hasenat Onun


defterinde, bütün ihsanat Onun hazinesindedir. Öyleyse, hayır isteyen Ondan
istemeli, iyilik arzu eden Ona yalvarmalı.

Şu kelimenin hakikatini kat'î bir surette göstermek için, ilm-i İlâhînin hadsiz
delillerinden bir geniş delilin emârelerine ve lem'alarına şöyle işaret eder ve
deriz ki:

Şu kâinatta görünen ef'âl ile tasarruf edip icad eden Sâniin, bir muhit ilmi
var. Ve o ilim, Onun zâtının hassa-i lâzime-i zaruriyesidir; infikâki muhaldir.
Nasıl ki güneşin zâtı bulunup ziyası bulunmamak kabil değil; öyle de, binler
derece ondan ziyade kabil değildir ki, şu muntazam mevcudatı icad eden
Zâtın ilmi, ondan infikâk etsin.

Şu ilm-i muhit, o Zâta lâzım olduğu gibi, taallûk cihetiyle herşeye dahi
lâzımdır. Yani, hiçbir şey Ondan gizlenmesi kabil değildir. Perdesiz, güneşe
karşı zemin yüzündeki eşya, güneşi görmemesi kabil olmadığı gibi, o Alîm-i
Zülcelâlin nur-u ilmine karşı eşyanın gizlenmesi, bin derece daha gayr-ı
kabildir, muhaldir. Çünkü huzur var. Yani, herşey daire-i nazarındadır ve
mukabildir ve daire-i şuhudundadır ve herşeye nüfuzu var. Şu câmid güneş,
şu âciz insan, şu şuursuz röntgen şuaı gibi zînurlar, hâdis, nâkıs ve ârızî
oldukları halde, onların nurları, mukabilindeki herşeyi görüp nüfuz
ederlerse, elbette vâcib ve muhit ve zâtî olan nur-u ilm-i ezelîden hiçbir şey
gizlenemez ve haricinde kalamaz. Şu hakikate işaret eden, kâinatın had ve
hesaba gelmez alâmetleri, âyetleri vardır. Ezcümle:

Bütün mevcudatta görünen bütün hikmetler, o ilme işaret eder. Çünkü,


hikmetle iş görmek, ilimle olur. Hem bütün inâyetler, tezyinatlar, o ilme
işaret eder. İnâyetkârâne, lütufkârâne iş gören, elbette bilir ve bilerek yapar.

Hem herbiri birer mizan içindeki bütün intizamlı mevcudat ve herbiri birer
intizam içindeki bütün mizanlı ve ölçülü hey'ât, yine o ilm-i muhite işaret
eder. Çünkü, hikmetle iş görmek, ilimle olur.

Hem bütün inâyetler, tezyinatlar o ilme işaret eder. Ölçü ile, tartı ile
san'atkârâne yapan, elbette kuvvetli bir ilme istinaden yapar.
İsm-i Alîm Risalesi 23 / 43

Hem bütün mevcudatta görünen muntazam miktarlar, hikmet ve maslahata


göre biçilmiş şekiller, bir kazânın düsturuyla ve kaderin pergeliyle tanzim
edilmiş gibi meyvedar vaziyetler ve heyetler, bir ilm-i muhiti gösteriyor.

Evet, eşyaya ayrı ayrı muntazam suretler vermek, herşeyin mesâlih-i


hayatiyesine ve vücuduna lâyık mahsus bir şekil vermek, bir ilm-i muhitle
olur, başka surette olamaz.

Hem bütün zîhayata, herbirisine lâyık bir tarzda, münasip vakitte, ummadığı
yerde rızıklarını vermek, bir ilm-i muhitle olur. Çünkü rızkı gönderen, rızka
muhtaç olanları bilecek, tanıyacak, vaktini bilecek, ihtiyacını idrak edecek;
sonra rızkını lâyık bir tarzda verebilir.

Hem umum zîhayatın, ipham ünvanı altında bir kanun-u taayyüne bağlı olan
ecelleri, ölümleri bir ilm-i muhiti gösteriyor. Çünkü her taifenin, gerçi
fertlerin zâhiren muayyen bir vakt-i eceli görünmüyor, fakat o taifenin iki
had ortasında mahdut bir zamanda ecelleri muayyendir. O ecel hengâmında,
o şeyin arkasında vazifesini idame edecek olan neticesinin, meyvesinin,
çekirdeğinin muhafazası ve bir taze hayata inkılâp ettirmesi, yine o ilm-i
muhiti gösteriyor.

Hem bütün mevcudata şamil, herbir mevcuda lâyık bir surette rahmetin
taltifâtı, bir rahmet-i vâsia içinde bir ilm-i muhiti gösteriyor. Çünkü, meselâ,
zîhayatın etfallerini sütle iaşe eden ve zeminin suya muhtaç nebâtâtına
yağmurla yardım eden, elbette etfâli tanır, ihtiyaçlarını bilir ve o nebâtâtı
görür ve yağmurun onlara lüzumunu derk eder; sonra gönderir. Ve hâkezâ,
bütün hikmetli, inâyetli rahmetinin hadsiz cilveleri, bir ilm-i muhiti
gösteriyor.

Hem bütün eşyanın san'atındaki ihtimâmat ve san'atkârâne tasvirat ve


mâhirâne tezyinat, bir ilm-i muhiti gösteriyor. Çünkü, binler vaziyet-i
muhtemele içinde, muntazam ve müzeyyen, san'atlı ve hikmetli bir vaziyeti
intihap etmek, derin bir ilimle olur. Bütün eşyadaki şu tarz-ı intihabat, bir
ilm-i muhiti gösteriyor.

Hem icad ve ibdâ-ı eşyada kemâl-i suhulet, bir ilm-i ekmele delâlet eder.
Çünkü bir işte kolaylık ve bir vaziyette suhulet, derece-i ilim ve maharetle
mütenasiptir. Ne kadar ziyade bilse, o derece kolay yapar.
İsm-i Alîm Risalesi 24 / 43

İşte şu sırra binaen, herbiri birer mucize-i san'at olan mevcudata bakıyoruz
ki, hayretnümâ bir derecede suhuletle, kolaylıkla, külfetsiz, dağdağasız, kısa
bir zamanda, fakat muciznümâ bir surette icad edilir. Demek hadsiz bir ilim
vardır ki, hadsiz suhuletle yapılır. Ve hâkezâ, mezkûr emâreler gibi binler
alâmet-i sadıka var ki, şu kâinatta tasarruf eden Zâtın muhit bir ilmi vardır.
Ve herşeyi bütün şuûnâtıyla bilir, sonra yapar.

Madem şu Kâinat Sahibinin böyle bir ilmi vardır. Elbette insanları ve


insanların amellerini görür ve insanlar neye lâyık ve müstehak olduklarını
bilir; hikmet ve rahmetinin muktezasına göre onlarla muamele eder ve
edecek. Ey insan! Aklını başına al, dikkat et: Nasıl bir Zât seni bilir ve
bakar, bil ve ayıl!

Eğer denilse: "Yalnız ilim kâfi değildir; irade dahi lâzımdır. İrade olmazsa
ilim kâfi gelmez."

Elcevap: Bütün mevcudat nasıl ki bir ilm-i muhite delâlet ve şehadet eder.
Öyle de, o ilm-i muhit sahibinin irade-i külliyesine dahi delâlet eder. Şöyle
ki:

Herbir şeye, hususan herbir zîhayata, pek çok müşevveş ihtimâlât içinde,
muayyen bir ihtimalle ve pek çok akîm yollar içinde, neticeli bir yolla ve
pek çok imkânât içinde mütereddit iken gayet muntazam bir teşahhus
verilmesi, hadsiz cihetlerle bir irade-i külliyeyi gösteriyor. Çünkü, herşeyin
vücudunu ihata eden hadsiz imkânat ve ihtimâlât içinde ve semeresiz, akîm
yollarda ve karışık ve yeknesak, sel gibi mizansız akan câmid unsurlardan,
gayet hassas bir ölçüyle, nazik bir tartıyla ve gayet ince bir intizamla,
nazenin bir nizamla verilen mevzun şekil ve muntazam teşahhus, bizzarure
ve bilbedâhe, belki bilmüşahede, bir irade-i külliyenin eseri olduğunu
gösterir.

Çünkü, hadsiz vaziyetler içinde bir vaziyeti intihap etmek, bir tahsis, bir
tercih, bir kast ve bir irade ile olur. Ve amd ve arzu ile tahsis edilir. Elbette
tahsis, bir muhassısı iktiza eder. Tercih, bir müreccihi ister. Muhassıs ve
müreccih ise iradedir. Meselâ, insan gibi yüzler muhtelif cihazat ve âlâtın
makinesi hükmünde olan bir vücudun, bir katre sudan; ve yüzer muhtelif
âzâsı bulunan bir kuşun, basit bir yumurtadan; ve yüzer muhtelif kısımlara
ayrılan bir ağacın, basit bir çekirdekten icadları, kudret ve ilme şehadet
ettikleri gibi, gayet kat'î ve zarurî bir tarzda, onların Sâniinde bir irade-i
İsm-i Alîm Risalesi 25 / 43

külliyeye delâlet ederler ki, o irade ile, o şeyin herşeyini tahsis eder. Ve o
irade ile, her cüz'üne, her uzvuna, her kısmına ayrı, has bir şekil verir, bir
vaziyet giydirir.

Elhasıl: Nasıl ki eşyada, meselâ hayvânattaki ehemmiyetli âzânın, esasat ve


netâiç itibarıyla birbirlerine benzeyişleri ve tevafukları ve birtek sikke-i
vahdet izhar etmeleri, nasıl kat'î olarak delâlet ediyor ki, umum hayvânâtın
Sânii birdir, Vâhiddir, Ehaddir. Öyle de, o hayvânâtın ayrı ayrı teşahhusları
ve simalarındaki başka başka hikmetli taayyün ve temeyyüzleri delâlet eder
ki, onların Sâni-i Vâhidi, Fâil-i Muhtardır ve iradelidir; istediğini yapar,
istemediğini yapmaz, kast ve irade ile işler.

Madem ilm-i İlâhîye ve irade-i Rabbâniyeye mevcudat adedince, belki


mevcudatın şuûnâtı adedince delâlet ve şehadet vardır. Elbette, bir kısım
filozofların irade-i İlâhiyeyi nefiy ve bir kısım ehl-i bid'atın kaderi inkâr ve
bir kısım ehl-i dalâletin, cüz'iyâta adem-i ıttılaını iddia etmeleri ve
tabiiyyunun bir kısım mevcudatı tabiat ve esbaba isnad etmeleri, mevcudat
adedince muzaaf bir yalancılıktır ve mevcudatın şuûnâtı adedince muzaaf
bir dalâlet divaneliğidir. Çünkü hadsiz şehadet-i sadıkayı tekzip eden, hadsiz
bir yalancılık işlemiş olur.

İşte, meşiet-i İlâhiye ile vücuda gelen işlerde, "inşaallah, inşaallah" yerinde,
bilerek "tabiî, tabiî" demek ne kadar hata ve muhalif-i hakikat olduğunu
kıyas et.(20.Mektup İktibasen)

En cüz'î ve en küçük şey, en büyük şey gibi, doğrudan doğruya bütün bu


kâinat Hâlıkının kudretinden gelir ve hazinesinden çıkar. Başka surette
olamaz. Esbab ise bir perdedir. Çünkü en ehemmiyetsiz ve en küçük
zannettiğimiz mahlûklar, bazan san'at ve hilkat cihetinde en büyüğünden
daha büyük olur. Sinek, tavuktan san'atça ileri geçmezse de, geri de kalmaz.
Öyleyse, büyük küçük tefrik edilmeyecek. Ya bütün esbab-ı maddiyeye
taksim edilecek, veyahut bütünü birden birtek zâta verilecektir. Birinci şık
muhal olduğu gibi, bu şık vâciptir. Çünkü birtek zâta, yani, bir Kadîr-i
Ezelîye verilse, madem bütün mevcudatın intizamat ve hikmetleriyle vücudu
kat'î tahakkuk eden ilmi herşeyi ihata ediyor. Ve madem ilminde herşeyin
miktarı taayyün ediyor. Ve madem, bilmüşahede, her vakit hiçten, nihayetsiz
suhuletle, nihayetsiz san'atlı masnular vücuda geliyor. Ve madem o Kadîr-i
Alîmin, bir kibrit çakar gibi, emr-i kün feyekûn ile, hangi şey olursa olsun
icad edebildiğini, hadsiz kuvvetli delillerle çok risalelerde beyan ettiğimiz
ve hususan Yirminci Mektup ve Yirmi Üçüncü Lem'anın âhirinde ispat
İsm-i Alîm Risalesi 26 / 43

edildiği gibi, hadsiz bir kudreti var. Elbette, bilmüşahede görülen harikulâde
suhulet ve kolaylık, o ihata-i ilmiyeden ve azamet-i kudretten geliyor.

Meselâ, nasıl ki göze görülmeyen eczalı bir mürekkeple yazılan bir kitaba, o
yazıyı göstermeye mahsus bir ecza sürülse, o koca kitap birden herbir göze
vücudunu gösterip kendini okutturur. Aynen öyle de, o Kadîr-i Ezelînin ilm-i
muhitinde, herşeyin suret-i mahsusası, bir miktar-ı muayyenle taayyün
ediyor. O Kadîr-i Mutlak, emr-i kün feyekûn ile, o hadsiz kudretiyle ve nâfiz
iradesiyle, o yazıya sürülen ecza gibi, gayet kolay ve suhuletle, kudretin bir
cilvesi olan kuvvetini o mahiyet-i ilmiyeye sürer, o şeye vücud-u haricî
verir, göze gösterir, nukuş-u hikmetini okutturur.

Eğer bütün eşya birden o Kadîr-i Ezelîye ve Alîm-i Külli Şeye verilmezse, o
vakit sinek gibi en küçük birşeyin vücudunu, dünyanın ekser nevilerinden
hususî bir mizanla toplamak lâzım gelmekle beraber; o küçük sineğin
vücudunda çalışan zerreler, o sineğin sırr-ı hilkatini ve kemâl-i san'atını
bütün dekaikiyle bilmekle olabilir. Çünkü esbab-ı tabiiye ile esbab-ı
maddiye, bilbedahe ve umum ehl-i aklın ittifakıyla, hiçten icad edemez.
Öyleyse, herhalde, onlar icad etse, elbette toplayacak. Madem toplayacak;
hangi zîhayat olursa olsun, ekser anâsır ve envâından nümuneler, içinde
vardır. Adeta kâinatın bir hülâsası, bir çekirdeği hükmündedir. Elbette, o
halde bir çekirdeği bütün bir ağaçtan, bir zîhayatı bütün rû-yi zeminden ince
elekle eleyip ve en hassas bir mizanla ölçüp toplattırmak lâzım geliyor. Ve
madem esbab-ı tabiiye cahildir, câmiddir; bir ilmi yoktur ki bir plân, bir
fihriste, bir model, bir program takdir etsin, ona göre mânevî kalıba giren
zerrâtı eritip döksün, tâ dağılmasın, intizamını bozmasın. Halbuki herşeyin
şekli, heyeti hadsiz tarzlarda olabildiği için, hadsiz had ve hesaba gelmez
eşkâller, miktarlar içinde birtek şekil ve miktarda, sel gibi akan anâsırın
zerreleri dağılmayarak, muntazaman, miktarsız, kalıpsız, birbiri üstünde
kitle halinde durdurmak ve zîhayata muntazam bir vücut vermek, ne derece
imkândan, ihtimalden, akıldan uzak olduğu görünüyor. Elbette kimin
kalbinde körlük yoksa görür.

bu âyet-i azîmenin sırrıyla,HAŞİYE bütün esbab-ı maddiye toplansa, onların


ihtiyarları da olsa, birtek sineğin vücudunu ve o vücudun cihazatını mizan-ı
İsm-i Alîm Risalesi 27 / 43

mahsusla toplayamazlar. Toplasalar da, o vücudun miktar-ı muayyenesinde


durduramazlar. Durdursalar da, daima tazelenmekte olan ve o vücuda gelip
çalışan zerrâtı, muntazaman çalıştıramazlar. Öyleyse, bilbedahe, esbab bu
eşyaya sahip çıkamazlar. Demek Sahib-i Hakikîleri başkadır.

HAŞİYE
Yani, "Allah'tan başka bütün çağırdığınız ve ibadet ettiğiniz şeyler
toplansalar, bir sineği halk edemezler." Hac Sûresi, 22:73.(26.Lem’a dan
İktibasen)

Âyet-i kerîmenin işaretiyle, emir ile îcâd oluyor. Ve Kudret hazineleri kâf,
nun'dadır. Bu sırr-ı dakîkin vücûh-u kesîresinden birkaç veçhi Risalelerde
zikredilmiştir. Burada, hurûf-u Kur'ân'ın, hususen sûrelerin başlarındaki
mukattaât-ı hurûfun hâsiyetlerine ve fezâillerine ve tesirât-ı maddiyelerine
dâir vürûd eden hadisleri, şu asrın nazar-ı maddîsine takrib etmek için,
maddî bir misâl üzerinde o sırrın tefhîmine çalışacağız. Şöyle ki:

Zât-ı Zülcelâl olan Sahib-i Arş-ı Âzamın, mânevî bir merkez-i âlem ve kalb
ve kıble-i kâinat hükmünde olan küre-i arzdaki mahlûkatın tedbirine medar
dört arş-ı İlâhîsi var:

Biri, hıfz ve hayat arşıdır ki, topraktır. İsm-i Hafîzin ve Muhyînin


mazharıdır.

İkinci arş, fazl ve rahmet arşıdır ki, su unsurudur.

Üçüncüsü, ilim ve hikmet arşıdır ki, unsur-u nurdur.

Dördüncüsü, Emir ve irâdenin arşıdır ki, unsur-u havadır.


İsm-i Alîm Risalesi 28 / 43

Basit topraktan, hadsiz hâcât-ı hayvâniye ve insâniyeye medâr olan maâdin


ve hadsiz muhtelif nebâtâtın basit bir unsurdan, kemâl-i intizam ile,
vahdetten hadsiz kesret, basitten nihâyetsiz muhtelif envâ, sade bir sayfada
hadsiz muntazam nukùş gözümüzle gördüğümüz gibi; suyun, hususen
hayvânât nutfelerinin su gibi basit bir madde iken hadsiz mûcizât-ı san'atın
muhtelif zîhayatlarda o su ile tezâhürü gösteriyor ki: Bu iki arş misilli, nur
ve hava dahi, besâtetleriyle beraber, Nakkàş-ı Ezelînin ve Alîm-i Zülcelâlin
kalem-i ilim ve emir ve irâdesine, evvelki iki arş gibi, acâib-i mûcizâtının
mazharlarıdırlar.(28.Lem’a dan İktibasen)

Sekizinci nokta

Öyle bir Allah'a hamd olsun ki, kâinat ile tâbir edilen şu kitab-ı kebîr ve
onun tefsiri olan Kur'ân-ı Azîmüşşanın beyanına göre bütün babları ile
fasılları ve bütün sayfaları ile satırları ve bütün kelimatı ile harfleri, o Zât-ı
Akdese, sıfât-ı cemâliye ve kemâliyesini izhar ile hamd ü senâhandır. Şöyle
ki:

O kitab-ı kebîrin herbir nakşı, küçük olsun, büyük olsun, karınca kaderince,
Vâhid ve Samed olan Nakkaşının evsaf-ı celâliyesini izhar ile hamd-ü
senâlar eder. Ve kezâ, o kitabın herbir yazısı, Rahmân ve Rahîm olan
Kâtibinin evsâf-ı cemâlini göstermekle senâhan oluyor. Ve kezâ, o kitabın
bütün yazıları noktaları, nakışları, Esmâ-i Hüsnânın tecelliyat ve cilvelerine
mâkes ve mazhar olmak cihetiyle, o Zât-ı Akdesi takdis, tahmid, temcid ile
senâhandır. Ve kezâ, o kitabın her bir nazmı, kasidesi, Kadîr, Alîm olan
Nâzımını takdis ile tahmid eyler.(29.Lem’a Tercumesi İktibasen)

DÖRDÜNCÜ BAB

İki Fasıldır.

Birinci Fasıl

Hazret-i Hızır'ın meşhur ve mühim bir virdi, mebde ve esas olarak


marifetullahta ve tevhidin meratibinde altmış üç mertebeye işaret ediyor. O
altmış üç mertebenin herbirisi iki cümledir.

Lâ ilâhe illâllah vahdaniyeti ispat ettiği gibi, Hüve ile başlayan isimler
vücud-u Vâcibi ispat ediyor. Adeta birinci cümle vahdaniyeti gösterdiği
İsm-i Alîm Risalesi 29 / 43

zaman, bir sual-i mukadder hatıra geliyor. "O Vâhid kimdir, nasıl
bileceğiz?" diye vaki olan suale, meselâ Hüve'r-Rahmânü'r-Rahîm ile cevap
veriyor. Yani, kâinatı dolduran âsâr-ı şefkat ve merhamet Onundur, o
Rahmân'ı tanıttırıyor. Ve hâkezâ, kıyas et.

Said Nursi

Allahım,

Bütün mevcudatta ve zerrât-ı mevcudatta müşahede olunan herbir nimet ve


rahmet ve hikmet ve inayetin önünde, herbir hayat ve memat ve hayvan ve
nebatın önünde, herbir çiçek ve meyve ve çekirdek ve tohum önünde, herbir
san'at ve sıbgat ve nizam ve mizan önünde, herbir tanzim ve tevzin ve
temyiz önünde, işte bu şehadeti Sana takdim ediyorum HAŞİYE

HAŞİYE
Bu şehadetlerde iki hüküm var. Biri vahdaniyeti gösterir, Lâ ilâhe
illâllah'tır. Diğeri, o Vâhidin vücubunu ispat eder ki, Hüve ile başlayan
isimlerdir. Herbir Hüve geldiği vakit, bir sual-i mukaddere cevaptır.

Güya deniliyor ki, "O İlâh-ı Vâhidi nasıl tanıyacağız?"

Cevap veriliyor ki: Meselâ, Hüve's-Semîu'l-Basîr. Bunda diyor ki: Bu


mevcudatın dertlerini görüp dinleyen birisi var ki, istediklerini yapıyor.
Böyle âsâr, ef'âl-i İlâhiyeyi; ve o ef'âl, Semî, Basîr gibi isimleri ispat eder. O
isimler, mevsuflarının vücudunu gösterirler.

İşte, bütün bu cümleler bu tarzdadır. Âsâr ile ef'âli, ef'âl ile esmâyı, esmâ ile
vücud-u Vâcibi ispat ederler.

Şahidiz ki Allah'tan başka ilâh yok; Odur Hayy ve Kayyûm.


Allah'tan başka ilâh yok; Odur Bâkî ve Deymûm.
Allah'tan başka ilâh yok; birdir O, şeriki yok.
Allah'tan başka ilâh yok; Odur Aziz ve Cebbâr.
Allah'tan başka ilâh yok; Odur Hakîm ve Gaffâr.
Allah'tan başka ilâh yok; Odur Evvel ve Âhir.
İsm-i Alîm Risalesi 30 / 43

Allah'tan başka ilâh yok; Odur Zâhir ve Bâtın.


Allah'tan başka ilâh yok; Odur Semî ve Basîr.
Allah'tan başka ilâh yok; Odur Lâtîf ve Habîr.
Allah'tan başka ilâh yok; Odur Gafûr ve Şekûr.
Allah'tan başka ilâh yok; Odur Hallâk-ı Kadîr.
Allah'tan başka ilâh yok; Odur Musavvir ve Basîr.
Allah'tan başka ilâh yok; Odur Cevvâd-ı Kerîm.
Allah'tan başka ilâh yok; Odur Muhyî ve Alîm.
Allah'tan başka ilâh yok; Odur Muğnî-yi Kerîm.
Allah'tan başka ilâh yok; Odur Müdebbir-i Hakîm.
Allah'tan başka ilâh yok; Odur Mürebbî-yi Rahîm.
Allah'tan başka ilâh yok; Odur Aziz ve Hakîm.
Allah'tan başka ilâh yok; Odur Alî ve Kavî.
Allah'tan başka ilâh yok; Odur Velî ve Ganî.
Allah'tan başka ilâh yok; Odur Şehîd ve Rakîb.
Allah'tan başka ilâh yok; Odur Karîb ve Mücîb.
Allah'tan başka ilâh yok; Odur Fettâh-ı Alîm.
Allah'tan başka ilâh yok; Odur Hallâk-ı Hakîm.
Allah'tan başka ilâh yok; Odur Metîn ve kuvvet-i mutlaka sahibi Rezzâk.
Allah'tan başka ilâh yok; Odur Ehad ve Samed.
Allah'tan başka ilâh yok; Odur Bâkî ve Emced.
Allah'tan başka ilâh yok; Odur Vedûd ve Mecîd.
Allah'tan başka ilâh yok; Odur Fa'âl-i limâ Yürîd.
Allah'tan başka ilâh yok; Odur Melik ve Vâris.
Allah'tan başka ilâh yok; Odur Bâkî ve Bâis.
Allah'tan başka ilâh yok; Odur Bâri' ve Musavvir.
Allah'tan başka ilâh yok; Odur Lâtîf ve Müdebbir.
Allah'tan başka ilâh yok; Odur Seyyid ve Deyyân.
Allah'tan başka ilâh yok; Odur Hannân ve Mennân.
Allah'tan başka ilâh yok; Odur Sübbûh ve Kuddûs.
Allah'tan başka ilâh yok; Odur Adl ve Hakem.
Allah'tan başka ilâh yok; Odur Ferd ve Samed.
Allah'tan başka ilâh yok; Odur Nûr ve Hâdî.
Allah'tan başka ilâh yok; Odur her ârifin Mârûfu.HAŞİYE

HAŞİYE
Hüve'l-Ma'rûfu likülli'l-ârifîn fıkrasından sonraki fıkraların meâli
şudur ki:

O İlâh-ı Vâhidi tanımak istiyorsan, bak: Bütün nev-i beşerde gelen âriflerin
ayrı ayrı yollarla, delilleriyle tanıdıkları bir Mâruf var. İşte o Mâruf Odur. O
İsm-i Alîm Risalesi 31 / 43

İlâh-ı Vâhid, böyle had ve hesaba gelmez ehl-i marifet, had ve hesaba
gelmez ayrı ayrı tarzda tanıdıkları bir Zâtın vücudu güneş gibi zâhir olur.

Hem nev-i beşerdeki had ve hesaba gelmez âbidlerin birtek Mâbuda ibadet
ettikleri ve o ibadetin karşısında mukabele-i mâneviye görmeleri ve münacat
ve füyuzata mazhar olmaları, güneş gibi, o Mâbudun vücudunu muzaaf
tevatürle gösteriyorlar.

Ve hâkezâ, öteki fıkraları kıyas et.

Allah'tan başka ilâh yok; Odur her âbidin hak Mâbudu.


Allah'tan başka ilâh yok; Odur her şâkirin Meşkûru.
Allah'tan başka ilâh yok; Odur her zâkirin Mezkûru.
Allah'tan başka ilâh yok; Odur her hâmidin Mahmûdu.
Allah'tan başka ilâh yok; Odur her tâlibin Mevcudu.
Allah'tan başka ilâh yok; Odur her muvahhidin Mevsufu.
Allah'tan başka ilâh yok; Odur her muhibbin hak Mahbûbu.
Allah'tan başka ilâh yok; Odur her mürîdin Mergubu.
Allah'tan başka ilâh yok; Odur her münîbin Maksudu.
Allah'tan başka ilâh yok; Odur her kalbin Maksudu.
Allah'tan başka ilâh yok; Odur her mahlûkun Mûcidi.
Allah'tan başka ilâh yok; Odur her zamanda Mevcud.
Allah'tan başka ilâh yok; Odur her mekânda Mâbud.
Allah'tan başka ilâh yok; Odur her lisanda Mezkûr.
Allah'tan başka ilâh yok; Odur her ihsan için Meşkûr.
Allah'tan başka ilâh yok; Odur minnetsiz in'âm eden.
Allah'tan başka ilâh yok; Allah'a iman ile,
Allah'tan başka ilâh yok; Allah'tan emân ile,
Allah'tan başka ilâh yok; şehadetim Allah katına emanet,
Allah'tan başka ilâh yok, hakkan ve hakikaten,
Allah'tan başka ilâh yok, iz'ânen ve sıdkan,
Allah'tan başka ilâh yok; kulluk ve ibadet Ona.
Allah'tan başka ilâh yok; Melik, Hak ve Mübîn O. Muhammed Resulullah;
Sâdıku'l-Va'di'l-Emîn O.(29.Lem’a nın Tercümesi İktibasen)

Hatime

Sırr-ı tevhid içinde sair erkân-ı imaniyeye birer kelâmla kısacık birer
işarettir
İsm-i Alîm Risalesi 32 / 43

Ey insan-ı gafil! Gel bir kere düşün ve bu risalenin üç makamında


beyan edilen Üç Meyve, Üç Muktazî, Üç Hücceti nazara al, bak ki, bu
kâinatta tasarruf eden ve en cüz'î bir şifayı ve en küçük bir şükrü dahi nazara
alan ve sinek kanadı gibi en az bir san'atı başkalarına havale etmeyen ve
vermeyen ve lâkayt kalmayan ve en basit bir tohuma bir ağaç kadar
vazifeler ve hikmetler takan ve kendi Rahmâniyetini ve Rahîmiyetini ve
Hakîmliğini herbir san'atıyla ihsas eden ve kendini herbir vesileyle tanıttıran
ve herbir nimetle sevdiren bir Sâni-i Kadîr, Hakîm, Rahîm, Alîm, hiç
mümkün müdür ki ve hiçbir cihetle kabil midir ki, kâinatı mânen istilâ eden
mehâsin-i hakikat-ı Muhammediyeye (a.s.m.) ve tesbihat-ı Ahmediyeye
(a.s.m.) ve envar-ı İslâmiyeye karşı lâkayd kalsın?

Ve hiçbir cihetle mümkün müdür ki, bütün masnuatını yaldızlayan


ve bütün mahlûkatını sevindiren ve kâinatı ışıklandıran ve semavat ve arzı
velveleye veren ve küre-i arzın yarısını ve nev-i beşerin beşten birisini
ondört asır bilâ fasıla saltanat-ı maddiye ve mâneviyesi altına alan ve daima
o muhteşem saltanatı Halık-ı Kâinat hesabına ve namına süren Risalet-i
Ahmediye (a.s.m.) o Sâniin en mühim bir maksadı, bir nuru, bir aynası
olmasın? Hem Muhammed (a.s.m.) gibi aynı hakikata hizmet eden enbiyalar
dahi o Sâniin elçileri ve dostları ve memurları olmasın? Hâşâ, mucizat-ı
enbiya adedince hâşâ ve kellâ!(2.Şua’a dan İktibasen)

Bu kâinat, o kadar mânidar ve muntazamdır ki, mücessem bir


kitab-ı Sübhânî ve cismânî bir Kur'ân-ı Rabbânî ve müzeyyen bir Saray-ı
Samedânî ve muntazam bir şehr-i Rahmânî suretinde görünüyor. O kitabın
bütün sûreleri, âyetleri ve kelimatları, hattâ harfleri ve babları ve fasılları ve
sayfaları ve satırları, umumunun her vakit mânidarâne mahv ve ispatları ve
hakîmâne tağyir ve tahvilleri, icma ile, bir Alîm-i Külli Şeyin ve bir Kadîr-i
Külli Şeyin ve bir Musannıfın, herşeyde herşeyi gören ve herşeyin herşeyi
ile münasebetini bilen, riayet eden bir Nakkaş-ı Zülcelâlin ve bir Kâtib-i
Zülkemâlin vücudunu ve mevcudiyetini bilbedâhe ifade ettikleri gibi, bütün
erkân ve envâıyla ve ecza ve cüz'iyatıyla ve sekeneleri ve müştemilâtiyle ve
varidat ve masarıfatıyla ve onlarda maslahatkârâne tebdilleriyle ve
hikmetperverâne tecditleriyle, bil'ittifak, hadsiz bir kudret ve nihayetsiz bir
hikmetle iş gören âli bir Ustanın ve misilsiz bir Sâniin mevcudiyetini ve
vahdetini bildiriyorlar. Ve kâinatın azametine münasip iki büyük ve geniş
hakikatın şehadetleri, kâinatın bu büyük şehadetini ispat ediyorlar.
İsm-i Alîm Risalesi 33 / 43

Birinci Hakikat: Usulüddin ve ilm-i kelâmın dâhi ulemasının ve hükema-i


İslâmiyenin gördükleri ve hadsiz burhanlarla ispat ettikleri "hudûs" ve
"imkân" hakikatleridir. Onlar demişler ki:

"Madem âlemde ve herşeyde tagayyür ve tebeddül var; elbette fânidir,


hâdistir, kadîm olamaz. Madem hâdistir, elbette onu ihdas eden bir Sâni var.
Ve madem herşeyin zâtında vücudî ve ademî bir sebep bulunmazsa
müsâvidir; elbette vâcip ve ezelî olamaz. Ve madem muhal ve bâtıl olan
devir ve teselsül ile birbirini icad etmek mümkün olmadığı kat'î burhanlarla
ispat edilmiş; elbette öyle bir Vâcibü'l-Vücudun mevcudiyeti lâzımdır ki,
nazîri mümteni, misli muhal ve bütün mâadâsı mümkün ve mâsivâsı
mahlûku olacak."

Evet hudûs hakikati kâinatı istilâ etmiş. Çoğunu göz görüyor, diğer
kısmını akıl görüyor. Çünkü, gözümüzün önünde her sene güz mevsiminde
öyle bir âlem vefat eder ki, herbirisinin hadsiz efradı bulunan ve herbiri
zîhayat bir kâinat hükmünde olan yüz bin nevi nebatat ve küçücük hayvanat,
o âlemle beraber vefat ederler.

Fakat o kadar intizamla bir vefattır ki, haşir ve neşirlerine medar


olan ve rahmet ve hikmetin mucizeleri, kudret ve ilmin harikaları bulunan
çekirdekleri ve tohumları ve yumurtacıkları baharda yerlerinde bırakıp,
defter-i a'mâllerini ve gördükleri vazifelerin programlarını onların ellerine
vererek Hafîz-ı Zülcelâlin himayesi altında, hikmetine emanet eder, sonra
vefat ederler. Ve bahar mevsiminde, Haşr-i Âzamın yüz bin misali ve
nümune ve delilleri hükmünde olarak, o vefat eden ağaçlar ve kökler ve bir
kısım hayvancıklar, aynen ihya ve diriliyorlar. Ve bir kısmının dahi, kendi
yerlerinde emsalleri ve aynen onlara benzeyenleri icad ve ihya olunuyor. Ve
geçen baharın mevcudatı, işledikleri amellerin ve vazifelerin sayfalarını

ilânat gibi neşredip âyetinin bir misalini


gösteriyorlar.(7.Şua dan İktibasen)

ALTINCI KELİME

dir. Hüccetine, gayet kısa bir işaret:


İsm-i Alîm Risalesi 34 / 43

Evet, Onuncu Sözde ve Nur eczalarında burhanlarıyla ispat edilmiş


ki, her baharda, zîhayattan üç yüz bin nevi ve çeşit çeşit tarzlarda ve hadsiz
efradı bulunan bir ordu-yu Sübhânî, rû-yi zeminde ihya ediliyor. Onlara
hayat ve levazımat-ı hayatiye kemâl-i intizamla veriliyor. Haşr-i âzamın yüz
bin nümunelerini, belki emarelerini gösterip, o ayrı ayrı hadsiz mahlûkatı
beraber, birbiri içinde, sehivsiz, yanlışsız, noksansız, hiç şaşırmayarak,
karışık iken hiç karıştırmayarak, unutmayarak kemâl-i mîzan ve nizamla
dirilten ve hayat veren ve nutfe denilen mütemasil su katrelerinden ve
toprak müteşabih tohumlarından ve az farklı habbeciklerinden ve sineklerin
birbirinin aynı olan yumurtacıklarından ve kuşların aynı havadan, birbirinin
aynı nutfelerinden, hem birbirinin misli veya az farklı yumurtalarından o
hadsiz efradı bulunan ve birbirinden suretçe, sanatça ve maişetçe ayrı
ayrıyüz binler zîhayatları dirilten ve zemin ve bahar sayfasında yüz bin
-başka başka kitapları beraber, birbiri içinde, hatâsız, mükemmel yazan,
hadsiz bir dikkat ve nihayetsiz bir hikmetle iş gören, tasarruf eden bir Zât-ı
Hayy-ı Kayyûm ve Muhyî bir Hallâk-ı Alîm olduğuna kanaat getirmeyen,
elbette hem kendini, hem bütün zeminde ve zaman şeridine asılan bütün
geçmiş baharlarda ve hayatlı zemin ve feza yüzlerinde bulunmuş bütün
zîhayatları inkâr etmeye ve en ahmak ve bedbaht bir zîhayat olmaya
mecburdur.(15.Şu’a dan İktibasen)

Evet, nasıl ki, rahmet, rızk-ı acâibiyle güneş gibi kendini gösterip
perde-i gaybda bir Rahmân-ı Rahîmi kat'iyetle ispat ediyor; öyle de, yüzer
âyât-ı Kur'âniyede mevki alan ve kudsî yedi sıfattan bir cihette en birincisi
olan ilim dahi, nizam ve mizanın hikmetleri ve meyveleriyle güneş ziyası
misilli kendini gösterdiği gibi, bir Alîm-i Küll-i Şeyin mevcudiyetini
kat'iyetle bildirir. Evet, insanın şuuruna, ilmine delâlet eden düzgün, ölçülü
san'atı ile insanın Hâlıkının ilmine, hikmetine delâlet eden hüsn-ü hilkat-ı
insan muvazenesi, aynen yıldız böceğinin gecedeki ışığının lem'acığının,
gündüzde güneşin ihâtalı ziyasına nisbeti gibidir.

Şimdi ilm-i İlâhînin delillerini beyan etmeden evvel, o kudsî sıfatın


kâinatın envâındaki tecellîleriyle Zât-ı Akdesi pek zâhir bir tarzda
göstermesine delâlet ve şehadet eden Mirac-ı Muhammedî (a.s.m.)
gecesinde huzur ve hitab-ıİlâhîye mazhar olduğu zaman, birden

diyerek, bütün zîhayat ve envâ-ı mahlûkat namına bir mebus ve elçi


İsm-i Alîm Risalesi 35 / 43

olmasından, bütün onların sıfat-ı ilmin cilveleriyle Rablerini bildirdikleri


tarzda, selâm yerinde, umum zîşuur bedeline, Hâlikına umum zîhayatın
hediyelerini takdim eder.

Evet, bu âlemde görüyoruz ki: Bu zîruhlar, şuuren ve aklen olmasa


da hissen, fıtraten hissediyorlar ki, herbiri, hadsiz bir acz ve zaaf içinde,
hadsiz düşmanları ve incitenleri var. Ve hadsiz bir fakr ve ihtiyaç içinde,
hadsiz hâcâtı ve matlupları var. İktidarı ve sermayesi binden birine kâfi
gelmediğinden, bütün kuvvetiyle bağırır ve ağlar, mânen, fıtraten yalvarır,
kendine mahsus sesiyle, lisanıyla dualar, niyazlar, bir nevi namazlar,
salâvatlar ile bir Alîm-i Kadîr dergâhına iltica ederken, birden görüyoruz ki,
o bağıranların her işini, her ihtiyacını bilen ve her derdini ve zararını anlayıp
yalvarmasını, fıtrî duasını işiten Alîm-i Mutlak bir Kadîr-i Hakîm,
imdatlarına yetişir, bütün istediklerini yapar. Ağlamalarını gülmeye,
bağırmalarını teşekkürlere çevirir. Bu hakîmâne, alîmâne, rahîmâne yardım,
pek parlak bir tarzda ilim ve rahmetin cilveleriyle bir Mucîb-i Muğîs, bir
Rahîm-i Kerîmi bildirip o zîruh âleminin bütün salâvat ve ubudiyetlerini
Ona takdim ve tahsis eder mânâsıyla, Mirac-ı Ekberde Muhammed
Aleyhissalâtü Vesselâm ve mirac-ı asgar olan namazlarda onun ümmeti,

der.

Evet, görüyoruz ki, meselâ bir sineğin, bir insanın âzâları ve


cihazatı, hattâ cesedinin hüceyratı ve kanındaki kırmızı ve beyaz kürecikleri
o derece hassas bir mizan ve ince bir ölçüyle yerleştirilmiş ve o derece
birbirine münasip ve uygun ve cesedin sair âzâlarında öyle muntazam bir
tenasüp var ki, nihayetsiz bir ilme mâlik olmayan, o vaziyeti onlara vermesi
hiçbir cihette imkânı yok.

İşte, aynen bütün zîhayat ve envâ-ı mahlûkat, zerrattan tâ


manzume-i şemsiyedeki seyyarata kadar, öyle tam bir muvazene ve zerre
kadar şaşırmaz bir düzgün ölçü hükmetmesi, ihatalı bir ilme kat'î delâlet ve
parlak şehadet eder. Demek ilmin her delili, Zât-ı Alîmin mevcudiyetine
dahi delildir. Sıfat mevsufsuz olması muhal ve imkânsız olmasından, bütün
hüccetleri Alîm-i Ezelînin vücub-u vücuduna kuvvetli ve gayet kat'î bir
hüccet-i kübrâdır.
İsm-i Alîm Risalesi 36 / 43

Dördüncü delil: dir.

Yani, bütün zîhayat, zîşuur âleminde, her nev'e ve her ferde, hususî
ve ona münasip ve umuma şâmil inayetler, şefkatler, himayetler, bedahet
derecesinde ihatalı bir ilme delâlet ve o inayetlere mazhar olanları ve
ihtiyaçlarını bilen bir Alîm-i İnayetkârın vücub-u vücuduna hadsiz
şehadetler eder, demektir.

Evet, gözümüzle görüyoruz ki, bizleri ve bütün zîruhları bilir ve


bilerek şefkatle himaye eder ve ihtiyacını ve her derdini bilir ve bilerek
inayetiyle imdadına yetişir bir Alîm-i Rahîm var. Hadsiz misâllerinden
birisi:

İnsanın rızık ve ilâç ve muhtaç olduğu madenler cihetinde gelen


hususi ve umumî inayetler, pek zâhir bir surette bir ilm-i muhîti gösterir ve
bir Rahmân-ı Rahîme rızık, ilâç, madenlerin adedince şehadetler ederler.
Evet, insanın hususan âcizlerin ve yavruların iaşeleri ve bilhassa mide
matbahından cesedin rızık isteyen âzâlarına, hattâ hücrelerine, herbirine
münasip rızkını yetiştirmeleri ve dağlar bir eczahane ve insana lâzım bütün
mâdenlerin bir ambarı olmaları gibi hakîmâne işler, gayet ihâtalı bir ilimle
olabilir. Serseri tesadüf, kör kuvvet, sağır tabiat, câmid, şuursuz esbab, basit,
istilâcı unsurlar, hiçbir cihette bu alîmâne, basîrâne, hakîmâne,
merhametkârane, inayetperverane olan iaşe ve idare ve himayet ve tedbire
karışamazlar. Yalnız o zâhirî esbap, Alîm-i Mutlakın emriyle, izniyle, ilim ve
hikmeti dairesinde bir perde-i izzet-i kudret-i İlâhiye olarak istimal ve
istihdam edilmeleri var.

Beşinci ve altıncı delil:

dir.

Yani, herşeyin, hususan nebatat ve eşcar ve hayvanat ve insanların


şekilleri ve miktarları, ilm-i ezelînin iki nev'i olan kaza ve kaderin
düsturlarıyla san'atkârâne biçilmiş ve herbirinin kametine göre tam münasip
İsm-i Alîm Risalesi 37 / 43

dikilmiş, mükemmel giydirilmiş, gayet muntazam birer hikmetli şekil


verilmiş. Onlar, herbiri ve beraber, bir nihayetsiz ilme delâlet ve bir Sâni-i
Alîme, adetlerince şehadet ederler demektir.

Evet, meselâ nümune olarak, hadsiz misâllerinden yalnız tek bir


ağaç ve bir ferd-i insana bakıyoruz, görüyoruz ki: Bu meyveli ağaç, o çok
cihazatlı insan, hiçbir ressam tam taklidini yapamayacak derecede zâhiri ve
bâtını, dış ve içi öyle bir gaybî pergelle ve ince bir ilmin kalemiyle hudutları
çizilmiş ve tam intizamla her âzâsına münasip suret verilmiş ki, meyve ve
neticelerine ve vazife-i fıtratlarına yetişsin. Bu ise nihayetsiz bir ilimle
olabilmesi cihetiyle, herşeyin herşeyle münasebetini bilip ve nazara alan ve
bu ağaç ve bu insanın bütün emsallerini ve nevilerini ilm-i ezelîsinin kaza ve
kader pergel ve kalemiyle dış ve iç miktarlarını ve suretlerini hakîmâne
yapılmasını bilerek işleyen bir Sâni-i Musavvir, bir Alîm-i Mukaddirin
hadsiz ilmine ve vücub-u vücuduna nebatat ve hayvanat adedince şehadet
ederler demektir.

Yedinci, sekizinci delil:

dir. Yani,
ehemmiyetli bir hikmet için, zâhir nazarda müphem ve gayr-ı muayyen
tevehhüm edilen eceller ve rızıklar, ipham perdesi altında kaza ve kader-i
ezelînin defterinde mukadderat-ı hayatiye sayfasında her zîhayatın eceli
mukadder ve muayyendir, tekaddüm, teahhur etmez. Ve her zîruhun rızkı
tayin ve tahsis edilip kaza ve kader levhasında yazıldığına hadsiz deliller
var. Meselâ, koca bir ağacın ölmesi, onun bir nevi ruhu olan çekirdeğini
onun yerinde vazife görmek için bırakması, bir Alîm-i Hafîzin hikmetli
kanunuyla olması ve bir yavrunun rızkı olan süt memelerden gelmesi ve kan
ve fışkı içinden çıkıp hiç bulaşmadan sâfi, temiz olarak ağzına akması,
tesadüf ihtimalini kat'î bir surette red ve bir Rezzâk-ı Alîm-i Rahîmin
şefkatli düsturuyla olduğunu gayet kat'î gösteriyor. Bu iki cüz'î misâle bütün
zîhayat, zîruh kıyas edilsin.

Demek, hakikatte hem ecel muayyen ve mukadderdir, hem rızık


herkese göre bir taayyun içinde mukadderat defterinde kayıt edilmiştir.
Fakat, gayet mühim bir hikmet için hem ecel, hem rızık perde-i gaybda ve
müphem ve gayr-ı muayyen ve zâhiren tesadüfe bağlı gibi görünüyor. Eğer
ecel güneşin gurubu gibi muayyen olsaydı, yarı ömür gaflet-i mutlakada ve
İsm-i Alîm Risalesi 38 / 43

âhirete çalışmamakla zâyi olup, yarı ömürden sonra hergün ölüm darağacı
tarafına bir ayak atmak gibi dehşetli bir korku alıp, eceldeki musibet yüz
derece ziyadeleşmesi sırrıyla, başa gelen musibetler ve hattâ dünyanın eceli
olan kıyamet perde-i gaybda merhameten bırakılmış. Rızık ise, hayattan
sonra nimetlerin en büyük bir hazinesi ve şükür ve hamdin en zengin bir
menbaı ve ubudiyet ve dua ve ricaların en cemiyetli bir madeni olmasından,
suret-i zâhirede müphem ve tesadüfe bağlı gibi gösterilmiş. Tâ her vakit
Rezzâk-ı Kerîmin dergâhına iltica ve rica ve yalvarmak ve hamd ve şükür
şefaatiyle rızık istemek kapısı kapanmasın. Yoksa, muayyen olsaydı,
mahiyeti bütün bütün değişecekti. Şâkirâne, minnettarâne ricalar, dualar,
belki mütezellilâne ubudiyet kapıları kapanırdı.(15.Şu’a dan İktibasen)

Evvelâ: Bütün zeminde görüyoruz: Tam bilmekten ve maharetten


gelen gayet suhulet ve kolaylıkla, acip zîhayat makineler, def'aten ve bir
kısmı bir dakikada düzgün, ölçülü, emsalinden farikalı yapılmaları,
nihayetsiz bir ilme delâlet ve san'attaki maharet-i ilmiyeden gelen suhulet ve
kolaylık derecesinde o ilmin kemâline şehadet eder.

Saniyen: Gayet kesret ve çokluk içinde şaşırmadan gayet derecede


sanatlı, mükemmel icadlar, nihayetsiz bir kudret içinde hadsiz bir ilme
delâlet ve Alîm ve Kadîr-i Mutlaka hadsiz şehadet eder.

Salisen: Sür'at-i mutlaka ve gayet çabuk yapılmakla beraber, gayet


derece mizanlı, ölçülü icadları, hadsiz bir ilme delâlet ve adetlerince bir
Alîm-i Mutlak ve Kadîr-i Mutlaka şehadet ederler.

Rabian: Gayet geniş bütün zemin yüzünde hadsiz zîhayatların


vüs'at-i mutlaka ile beraber gayet san'atkârâne, süslü, kemâl-i hüsn-ü sanatla
yapılmaları, hiç şaşırmayan, herşeyi beraber gören, birşeyi birşeye mâni
olmayan bir ihatalı ilme delâlet ve bir Alîm-i Küll-i Şey ve Kadîr-i Mutlakın
masnûları olduklarına herbiri ve beraber şehadet ederler.

Hamisen: Bu'd-u mutlak ve birbirinden gayet uzak bir nevin efradı,


biri şarkta, biri garpta, biri şimâlde, biri cenupta, aynı zamanda, aynı tarzda
birbirinin misli ve birbirinden teşahhusça imtiyazlı bir surette vücuda
gelmeleri, ancak bir Alîm-i Mutlak ve Kadîr-i Mutlakın kâinatı idare eden
hadsiz kudreti ve bütün mevcudatı ahvaliyle ihata eden nihayetsiz ilmiyle
olabilmesi cihetiyle, muhit bir ilme delâlet ve bir Allâmü'l-Guyûba hadsiz
şehadet ederler.
İsm-i Alîm Risalesi 39 / 43

Sadisen: İhtilât-ı mutlakla beraber hiç şaşırmadan ve karıştırmadan


herbirisi tam bir imtiyaz ve alâmet-i fârika ile o karışık emsâlinde ve
karanlık yerlerde, meselâ toprak altındaki tohumlar gibi şaşıran vaziyetlerde
o çok kalabalıklı zîhayat makinelerin herbirisinin hiçbir cihazatını noksan
bırakmayarak mucizatlı bir surette yaratılmaları, güneş gibi ilm-i ezelîye
delâlet ve gündüz gibi Kadîr-i Mutlak ve Alîm-i Mutlakın hallâkıyetine,
rububiyetine şehadet ederler. Risale-i Nur'daki tafsilâta havale edip bu pek
uzun kıssayı kısa kesiyoruz.

Yani, herşey onun irade ve meşîetiyle olur. İstediği olur, istemediği


olmaz. Her ne isterse yapar. İstemezse hiçbirşey olmaz. Bir hüccet şudur:

Görüyoruz ki, bu masnuatın herbiri muayyen zâtı, mahsus sıfatı,


ayrı hususî mâhiyeti, mümtaz fârikalı sureti, hadsiz imkânat ve başka
tarzlarda olabilir. Teşvişçi ihtimalât içinde, neticesiz çok yollarda ve sel gibi
akan ve karıştıran ve birbirine zıt unsurların müdahaleleri içinde ve sehiv ve
iltibasa sebebiyet veren ve birbirine benzeyen emsalleri içinde bu karma
karışık hallere karşı, o herbir masnuu ince, tam, düzgün bir nizam altına
almak ve hassas, cessas, mükemmel bir ölçü ve mizanla her uzvunu ve
cihazını tartmak, takmak ve yüzüne süslü, düzgün bir sima, bir teşahhus
vermek ve birbirine muhalif âzâlarını basit, câmid, ölü bir maddeden zîhayat
olarak gayet san'atlı yaratmak, meselâ insanı ayrı ayrı yüz cihazatıyla bir
katre sudan icad etmek ve kuşu pekçok âlât ve muhtelif cihazlarıyla bir basit
yumurtadan inşa edip mucizatlı suret giydirmek ve ağacı dal, budak ve
mütenevvi âzâ ve eczasıyla basit, câmid karbon, azot, müvellidülmâ,
müvellidülhumuzadan terekküp eden bir küçük çekirdekten çıkarmak,
muntazam, meyveli bir şekil giydirmek, elbette ve elbette bedahetle,
şüphesiz, kat'iyetle, vücub ve zaruret ve lüzum derecesinde ispat eder ki, o
herbir masnua bütün zerrat ve eczasıyla ve suret ve mahiyetiyle bir Kadîr-i
Mutlakın irade ve meşîetiyle ve ihtiyar ve kastıyla o mahsus, mükemmel
vaziyet veriliyor. Ve herşeye şâmil bir iradenin taht-ı hükmündedir.

Ve bu tek masnuun bu şüphesiz tarzda irade-i İlâhiyeye delâleti


gösteriyor ki, bütün masnuât, hadsiz, nihayetsiz ve güneş ve gündüz gibi
zâhir bir kat'iyette, herşeye şâmil irade-i İlâhiyeye, adetlerince şehadetler ve
bir Kadîr-i Mürîdin vücub-u vücuduna hadsiz hüccetlerdir.

Hem ilm-i İlâhînin sabıkan mezkûr bütün delilleri, aynen iradenin


dahi delilleridir. Çünkü, ikisi kudretle beraber iş görüyorlar. Biri birisiz
olmaz. Herbir nev'in ve cinsin efradı, âzâ-i nev'iye ve cinsiyede tevafukları
İsm-i Alîm Risalesi 40 / 43

nasıl delâlet eder ki Sâni'leri birdir, vâhiddir, ehaddir; öyle de: Yüzlerinin
simaları hikmetli bir tarzda, birbirinden fârikalı ve ayrı olması kat'î delâlet
eder ki; o Sâni-i Vâhid-i Ehad, bir Fâil-i Muhtardır. İrade ve ihtiyar ve
meşîet ve kast ile herşeyi yaratır. (15.Şu’a dan İktibasen)

Evet, tabiatın iki ciheti vardır. Biri zahiridir ki, ehl-i gaflet ve
dalâletçe hakikat zannedilmiştir. Diğeri bâtınıdır ki, san'at-ı İlâhiye ve sıbğa-
i Rahmâniyedir. Tabiata ilâveten iddia edilen kuvvet ise, Hâlık-ı Hakîm-i
Alîmin cilve-i kudretidir. Ehl-i gafletin sâni olarak telâkki ettikleri tabiata
cenah olarak yapıştırdıkları kör tesadüf ve ittifak ise, dalâletten neş'et eden
ıztırar neticesinde şeytanların ihtirâ ettikleri hezeyanlardır. Çünkü,
müteaddit eserlerimde kat'î bir surette ispat edildiği gibi, harikaların harikası
olan şu san'at, ancak ve ancak bütün evsaf-ı kemâliyeyle muttasıf bir Habîr-i
Basîrin yed-i kudretinden çıkmamış ise, şu kesif, câmid, mukayyet, miskin,
mümkinin eliyle mi şu kâinata giydirilen gömlek yapılmıştır? Yoksa
âlemlere giydirilen şu güzel teşekkülleri, nakışları baûda veya kaplumbağa
mı yapmıştır? Hâşâ, sümme hâşâ!( Mesnevî-i Nuriye - Zeylü'l-Habbe den
İltibasen)

İ'lem eyyühe'l-aziz! Senin yüzün, veçhin o kadar küçüklüğüyle


beraber, geçmiş ve gelecek bütün insanların adedince kendisini onlardan
ayıran ve tarif eden nişan ve alâmetleri hâvi olduğu gibi, yüzünü teşkil eden
esas ve erkânında da bütün insanlar ittifaktadır. Bütün insanlarda, biri
tevafuk, diğeri tehalüf olmak üzere iki cihet vardır. Tehalüf ciheti Sâniin
muhtar olduğuna, tevafuk ciheti ise Sâniin Vahid-i Ehad olduğuna delâlet
ederler. Bu iki cihetin bir Kasıdın kasdıyla, bir Muhtarın ihtiyarıyla, bir
Mürîdin iradesiyle, bir Alîmin ilmiyle olmadığını tevehhüm etmek,
muhâlâtın en acibidir. Fesübhanallah! Yüzün o küçük sayfasında nasıl gayr-ı
mütenahi nişanlar derc edilmiştir ki, gözle okunur da nazarla, yani akılla
görünmez.

İ'lem eyyühe'l-aziz! Şeytanın ilka etmekte olduğu vesveselerden biri:

"Yahu, şu koyun veya inek, eğer Kadîr ve Alîm-i Ezelînin nakşı,


mülkü olmuş olsaydı, bu kadar miskin, biçare olmazlardı. Eğer bâtınlarında,
içlerinde Alîm, Kadîr, Mürîd bir Sâniin kalemi çalışmış olsaydı, bu kadar
câhil, yetim, miskin olmazlardı" diyen ve cinnî şeytanlara üstad olan ey
şeytân-ı insî! Cenab-ı Hak, herşeye lâyıkını veriyor. Ve maslahata göre
veriyor. Eğer atâsı, in'âmı bu kaideden hariç olsaydı, senin eşeğinin kulağı
senden ve senin üstadlarından daha akıllı, daha âlim olması lâzımdı. Ve
İsm-i Alîm Risalesi 41 / 43

senin parmağın içinde senin şuur ve iktidarından daha çok bir şuur, bir
iktidar yaratırdı. Demek herşeyin bir haddi var. O şey, o had ile
mukayyeddir.

İ'lem eyyühe'l-aziz! İnsan, hikmetle yapılmış bir masnûdur. Ve


Sâniin gayet hakîm olduğuna, yaptığı vuzuh-u delâletle, sanki mücessem bir
hikmet-i nakkaşedir. Tecessüd etmiş bir ilm-i muhtardır. İncimad etmiş bir
kudret-i basîre olduğu gibi, öyle bir fiilin mahsulüdür ki, istidadı irade ettiği
şeyi kendisine veriyor. Öyle bir in'âm ve ihsanın kesîfidir ki, bütün hâcâtına
vakıftır. Öyle bir kaderin tersim ettiği bir surettir ki, bünyesine lâzım ve
münasip şeyleri bilir, bu malûmatla herşeyin mâliki olan Mâlikinden nasıl
tegafül eder? Ve bütün cinayetlerini bilen, hâcâtını gören, vâveylâlarını
işiten Semî, Basîr, Alîm, Mücîb olarak üstünde bir Rakîbin bulunmamasını
nasıl tevehhüm edebilir?( Mesnevî-i Nuriye – Zerre den İktibasen)

Evet, bir Kadîr-i Hafîz-i Alîme ve bir Ganiyy-i Kerîm-i Rahîme


tevekkül etmekte öyle bir nokta-i istinad ve bir nokta-i istimdat bulunuyor
ki, o noktalar, kelime-i tevhidin zımnında münderiç, o da namazda
mündemiç, o da ubudiyetin içinde, o da teklifin zımnındadır.

Demek, ubudiyeti iltizam eden derecesine göre tenezzül ve tezellülden


kurtulur. Herşeye tezellül, herşeye dilenci olmaktan necat bulur. Çünkü, Lâ
ilâhe illallâh kelime-i kudsiyesi ifade eder ki, nef' ve zarar verici ancak
Allah'tır. Ve hem zarar ve nef' de Onun izniyledir.(Nurun İlk Kapısı
İktibasen)

Zeylin Dördüncü Parçası

Yâni, insan der: "Çürümüş kemikleri kim diriltecek?" Sen, de: "Kim, onları
bidayeten inşa edip hayat vermiş ise o diriltecek."

Onuncu Sözün Dokuzuncu Hakikatının Üçüncü Temsilinde tasvir


edildiği gibi: Bir zat, göz önünde bir günde yeniden büyük bir orduyu teşkil
İsm-i Alîm Risalesi 42 / 43

ettiği halde, biri dese, "Şu zat, efradı istirahat için dağılmış olan bir taburu
bir boru ile toplar; tabur nizamı altına getirebilir." Sen ey insan, desen:
"İnanmam"; ne kadar divanece bir inkâr olduğunu bilirsin.

Aynen onun gibi, hiçlikten, yeniden ordumisal bütün hayvânat ve


sâir zîhayatın, taburmisal cesedlerini kemâl-i intizamla ve mîzan-i hikmetle
o bedenlerin zerratını ve letâifini emr-i kün feyekûn ile kaydedip yerleştiren
ve her karnda, hatta her baharda rûyi zeminde yüz binler ordu-misâl zevi'l-
hayatın envâlarını ve tâifelerini îcad eden bir Zât-i Kadîr-i Alîm, tabur-misal
bir cesedin nizamı altına girmekle birbiriyle tanışan zerrât-ı esasiye ve eczâ-
yı asliyeyi bir sayha ile Sûr-u İsrâfilin borusuyla nasıl toplayabilir? İstib'ad
sûretinde denilir mi? Denilse, eblehcesine bir divâneliktir(10.Söz den
İktibasen)

Ahmed Nazif'in bir fıkrasıdır.

Kıymetli Üstadım,

Yüksek şahsiyetinizin aczi ve fakrı içinde inâyet-i Rabbaniye ve rahmet-i


İlâhiyeyle Kur'ân-ı Mucizü'l-Beyânın i'câzlarını güneşin parlak ve keskin
şuaları gibi kalblerimize nüfuz ettiren ve hakaik-i diniye ve imaniyenin,
dalâlete yüz tutan zayıf ve âciz mü'minlerin halâsı ve selâmeti ve hidayete
çıkarılmasına hâdim ve kudsî Risale-i Nur'un, elbette bir hâdi ve bu zamanın
muhtaç bulunduğu bir sahib-i zuhur namını taşıyacağı şüphesizdir.
Binaenaleyh, hem Kur'ân'ın tercümanı ve dellâlı ve hem de bu Risale-i
Nur'un müellif ve hâdim-i yegânesi bulunmanız, hem de âciz ve fakir bir
nefer iken mânevî hizmetinizle müşiriyet derece-i âliyesine terfi ve
tefeyyüze istihkak kesb etmiş bulunmanızdadır ki, Alîm-i Mutlak, Hakîm-i
Mutlak, Kadir-i Mutlak olan Zülcelâl Hazretleri, bu kudsî vazife-i âliyeyi,
kıymetsiz gördüğünüz, çok kıymetli ve faziletli ve feyizli ve âlî derecelerde
yüksek bir dellâla tevdi ve nasip ve bilhassa memur etmiştir. Hâzâ min fadli
Rabbî. Kastamonıu Lâhikasın dan İktibasen)

Hulusi Beyin bir fıkrasıdır.

Aziz Üstadım,
İsm-i Alîm Risalesi 43 / 43

On Dokuzuncu Mektubu bir mecliste ve bir Cuma gecesi okumak niyetiyle


üzerime almıştım. Şiddetli yağmurlu bir gece idi. O mecliste okumak üzere
elimi cebime koydum, o mübarek eser yerinde olmadığını hayretle gördüm.
Eseri koyduğum cep yırtık ve delik olmadığı gibi, ben de başka hiçbir yerde
durmadığıma göre bu hale hayret etmemek kabil mi? O geceyi uykusuz
geçirdim, müteessir oldum. Hazret-i Gavstan bu mübarek eseri istedim.
Lillâhilhamd, ertesi günü, bu eseri dinlemekle namaza başlamış olan bir
muallim vasıtasıyla bulundu. Şakır şakır yağmur altında ve çamur içinde bu
mübarek eser bulunsa bile artık okunmayacak derecede olacağını tahmin
edersiniz, değil mi? Şâyân-ı hayret ve câ-yı dikkat ve medâr-ı ibrettir ki, en
ufak bir leke bile olmamıştır. Hâfız-ı Hakikî, o mübarek eseri, ona mânen ve
cidden bağlı olanlar gibi muhafaza buyurmuş. Hafîz ve Alîm ve Hakîm
isimlerinin zâhir bir tecellisi böylece lemean etmiş oldu. (Sikke-i Tasdik-i
Gaybî den İktibasen)

Hulusi(Rh)

Anda mungkin juga menyukai